İguazu’dan sonra Rio de Janeiro şehrine gittik. Portekizliler bu noktadan Amerika kıtasına ayak basmışlar. Aslında dar bir körfez olan Guanabara körfezini bir nehir zannederek, oraya ayak bastıkları ocak ayına ithafen Ocak Nehri (Rio de Janeiro) demişler.
Rio muhteşem bir coğrafyaya yayılmış bir çöp şehir aslında. Yerden bitme cinler gibi çıkan bütün tepeleri Favela denilen gecekondu mahalleri ile, sıra sıra dizili bütün plajları Çin seddi gibi dizili otellerle dolu, plansız, programsız ve tekinsiz bir şehir. Dünyanın en tehlikeli ikinci şehri imiş. Ama muhtemelen dünyanın en cazibeli şehirlerinden de biridir.
Buenos Aires’i düzenli, mühendis olacak aile çocuğu olarak tanımlarsak, Rio de Janeiro’yu da mahallenin, işe yaramaz, sokak serserisi olarak tanımlayabiliriz. Elbette bütün kızlar serseriye aşık olacak.
Bu şehirde aslında 3 gün geçirecekken, biletimizin olduğu uçak firması greve girdi. Bizim başka bir firmadan yeni biletler ayarlamamız gerekti ve biz 5 gün kaldık. Güzel bir terslikti.
Brezilya’da insan fizyonomisi Arjantin’den çok farklı. Portekizliler buraya Afrika’dan bol miktarda köle getirmiş olduklarından, Avrupalı, Amerikan yerlisi, Afrikalı kökenli insanlarla karşılaşıyorsunuz. Zaten bütün kültürünü de bu karmaşadan geliştirmiş. Mesela meşhur Rio karnavalı, aslında bütün Brezilya şehirlerinde yapılan bir şey ve inanmayacaksınız ama tamamen Avrupalıların Katolik inançları doğrultusunda Paskalyadan önceki oruç zamanına girerken yaptıkları bir toplantı imiş, ancak Afrikalılar bu toplantıya bütün o dansları katarak bu hale getirmişler.
Rio’da coğrafya çok güzel. Her şeyden önce şehir bütün betonlaşmaya rağmen halen muazzam bir yağmur ormanının içerisinde yer alıyor. Bu yağmur ormanının derinlerine doğru giren kıvrımlı bir körfez, bu körfezi ve okyanusu çevreleyen, bir biri ardınca sıralanmış muhteşem plajlar, ormanın arasında, toprağın yüzeyinden aniden fışkıran sayısız tepelerden, körfeze ve okyanusa dağılmış minik adacıklardan meydana geliyor.
Avrupalılar buraya yerleştikçe, yerli halkı evlerinden etmişler. Peki biz şimdi nerede yaşayacağız diye sorulunca da git Favela (bir cins ağaç) da yaşa cevabı alıyorlarmış. Onlar da asansörle bile çıkılması zor olan bu dimdik tepelere mahalleler kurmuşlar. Şimdi bu mahallelerin görüntüsü gündüzleri herhangi bir gecekondu mahallesi gibi, gece ise göğe yükselen büyülü ışıklardan yapılma kuleler gibi.
Bu mahallelere polis filan giremiyormuş, uyuşturucu ticaretinin ihalelerini kazanan favela havai fişek atarak diğerlerine haber veriyormuş. Favelalara dışarıdan girmek mümkün değil, ama orada yaşayanlara bütün şehir serbest, şehir merkezinde ya da plajlarda rahatça zaman geçiriyorlar hatta akıllarına neresi eserse orada yatıyorlar. Zaten ne plajlarda ne de sokaklarda ıssız bir zaman yok.
Rio’da Buenos Aireste olduğu kadar çok kolonyal bina yok. Plajları sıra sıra oteller kapatıyor. Bizim otel dünyaca meşhur Copacabana plajındaydı. Bu plajın ismi meğer Titikaka gölünün kıyısındaki bir köyden geliyormuş, o köydekiler buraya bir heykel hediye etmişler. Heykel de bu plajda bulunan askeri bir binaya koyulmuş. Bundan sonra buraya gelenler kopakabanaya gidiyorum diye diye plajın ismi öyle kalmış.
Hemen yanındaki plaj uğruna şarkılar yazılan, İpanemia plajı var. Bu plaj LBDG şahısların plajıymış. Zaten Brezilyada aşırı derecede LBDG varmış. Hatta festivallerde çok ağır olan bazı kadın giysilerini özellikle onlar taşırmış.
Festival deyince rehberimiz tam festival zamanında otellerin çok pahalı olduğunu, en uygun zamanın festival için sokaklarda prova yapılan, festival yapılmasında önceki ay olduğunu söyledi. Festival 800 metre uzunluğunda bir hipodromda yapılıyor. Şimdi boşken pek hüzünlü duruyor.
Ancak bir samba okuluna gidip de festivalde kullanılan araçları ve giysileri görünce bir anlam kazandı. Bir sürü Samba okulu var, bunlar da da futbol gibi ligler var. Birinci ligdeki okullar resmi festivale katılıyorlar. Her bir okul en az 5, en çok 6 çeşit araba ile festivale katılıyor. Bu arabalardan birini tekrarlayabildikleri için, genelde bütün okullar ikisi birbirinin aynı 7 araba ve yüzlerce dansçı ile katılıyorlarmış, 800 metrelik hipodromda kalacakları süre sadece 75 dakika ile sınırlıymış. Bu arada çeşitli kategorilerde not alıyorlar ve bu notlarla birinci seçilen ciddi bir ödül kazanıyor.
Bu okulda bize de elbise giydirip oynattılar, gülmekten yerlere serildik. Elbise deyince hemen diş ipi gibi donlar giyen kızlar akla gelmesin, elbiselerin çoğu aşırı kapalı. Hatta İguazudaki gösteride kadınların savurup durdukları eteklerinin altından gördüğümüz donların hepsi (yemin ederim) paçaları fistolu uzun beyaz donlardı. Yani samba okulunda dans edeceğiz diye karizmayı çizdirmedik, mesela ben uzun kırmızı bir etekli, kına gecesinde pekala giyilebilecek bir kıyafet giydim. Tabii elbise arkadan kapanmadı ama zaten iplerle bağlanıyor.
Dünyanın insan yapımı 7 harikasından biri sayılan meşhur İsa heykelinin olduğu Corcovado tepesine, körfezin orta yerindeki Açuçar (şeker çuvalı) tepelerine de trenle ya da teleferikle çıkarak, havanın izin verdiği oranda şehri tepeden seyrettik.
Elbette bir de bu şehir sokak sanatının zirve yaptığı yerlerden biri. Şili’li bir sokak sanatçısının dünyanın her yerinden gelen seramiklerle yaptığı Şelaron merdivenleri ve Eduardo Kobra’nın yaptığı dünyanın en büyük duvar resimleri mutlaka görülmesi gereken noktalar.
Merdivenler aslında bir favelaya çıkan bir sokak. Adam burayı yaparken turistlerin dikkatini çektiği için, zamanla dünyanın her yerinden seramikler gelmiş ve onlarla muhteşem bir merdiven yapmış. Merdivene gittiğimizde rehber bize aman yukarılara fazla çıkmayın, orası bir Favela dedi. Daha sonra bu merdivenleri yapan adamı o Favela sakinlerinin kendi merdivenlerinde öldürmüş olduklarını anlattı.
Eduardo Kobranın yaptığı duvar resimleri ise daha resmi yapılmış. Buradaki olimpiyatlar için ısmarlanmış. Adam da buraya her kıtadan bir tane olmak üzere 5 adet yüz çizmiş. Gerçekten çok ama çok güzel.
Rio deyince bir de yol maceralarımızı anlatmamak olmaz.
Güya tropik adalara yüzmeye gidecektik, bir heves kendimize Brezilya bayraklı mayolar bile aldık, ama gezi haram oldu, otobüsümüz büyük bir gürültüyle lastik patlattı.
Ama burada insanlar çok ağır kanlı, hiç telaş etmeden, o patlak lastikle, 2 saatlik yola 5 saatte vardık. Bütün yol boyunca lastik giderek daha da parçalandı. Biz ise lastik parçası tak tak tak tak asfalta vura vura tıngır mıngır gittik. Yolda yere inince pek çoğumuz toprağı öptü.
Yol boyunca Al şu takatukaları takatukacıya takatukalatmaya götür. Takatukacı takatukaları takatukalamazsa,
Takatukacıdan takatukaları takatukalatmadan al da gel.
tekerlemesini söyleye söyleye kendimi avuttum. Demek ki bu tekerleme böyle bir zamanda uydurulmuş.
Yol maceramız bununla da bitmedi. Türkiye’ye dönerken de KML grevde olduğu için biz Emirates ile geldik. Ama çok garip bir yoldan geldik. Rio’dan Dubai’ye, oradan Kuveyt’e uçtuk. Kuveyt’te ise Atlas jete geçip İstanbul’a 24 saatte vardık.
Kuveyt’te havayolu şirketi değiştirirken zamanında çekin işlemi yaptırmadığımız için neredeyse uçağa alınmayacaktık.
Valizler bindirildi, siz ise binemezsiniz, uçağı kapattık dediler. Rehber kavga kıyamet nihayet bizi uçağa aldırdı, ama bu kez de Emirates valizleri göndermişti, ama siz gelmeyince geri gönderdik diyerek valizleri alamayacaklarını söylediler. Sonunda bize yardım eden görevli bir yerlerden valizleri de buldu da hep birlik memlekete döndük.
Ben bu rotayı duyunca, bence Rio’dan Şili’ye, Yeni Zelanda’ya, Şirlanka’ya ve Güney Afrika’ya gidip öyle İstanbul’a varalım, böylece görmediğim birkaç ülke daha kaldı onları da bir avazda bitireyim demiştim.
Dönüş yolumuz benim önerimi pek de aratmadı hani.