Ertesi gün nehri, benim görüşüme göre körfezi, feribotla geçerek Uruguay’a gittik. Burada ziyaret ettiğimiz yer Colonia isimli küçük bir kentin Sakramento bölgesiydi.
Ben sosyal medyadan Uruguay’da olduğumuzu paylaştıkça ‘’aman bizim tombiliyi al da gel’’ diyen bir çok arkadaşım çıktı.
Son aylarda Türkiye’de Çiftlik Bank diye bir saadet zinciri kurup, milletin parasını cukkalayan 20 yaş civarında bir tombul çocuk, foyası ortaya çıkınca saklanmak için Uruguay’ı seçmiş. Benden istenen tombili işte bu açık göz delikanlı.
Uruguay saklanmak için ideal bir ülke çünkü öyle kanun nizam olan bir yer değil, hiçbir ülke ile suçlu iade anlaşması yok.
Son dönemlerde Arjantin çiftliklerden alınan vergiyi artırdığı için herkes çiftliğini Uruguay’a taşımış. Uruguay’da 3 milyon insana karşılık, 12 milyon inek yaşıyormuş. Ayrıca bu ülkede oldukça çok sayıda Ermeni nüfus varmış, rehberimiz, tombilinin kendi aklı ile bütün bu işleri çevirebileceğine inanmadığını arkasında Ermeni desteği olabileceğini söyledi.
Burada da Hindistan’daki gibi sokak hayvanları insanlardan korkmuyor. Hatta 3 sokak köpeği bizim rehberli tura başından sonuna eşlik etti. Kadın rehberimiz sesini duyurabilmek için hoparlör kullandı ve köpekler için de her gün benimle geziyorlar dedi.
Gezdiğimiz küçük tarihi kale ve yerleşim yeri UNESCO korumasında olan bir yer. Burası Portekizlilerle, İspanyolların almak için 100 yıl boyunca birbirleri ile savaştıkları nokta. Mesela sokaklara taş döşeme teknikleri birbirinden farklı olduğu için sokağın neresini Portekizlilerin, neresini İspanyolların döşediği açıkça anlaşılıyor.
Bu tur sırasında aradığımız tombiliyi bulamasak da birkaç Türk’le karşılaştık, hatta biri futbolcu bulmaya geldiklerini söyledi.
Aslında burası, bu tura giden bazı arkadaşlarımın pek de hoşlanmayıp, bir anlam veremedikleri bir yer. Ancak bence Güney Amerika’nın kolonileşme sürecini gözle görebildiğiniz, dünya tarihinin değişmesini, doğal zenginliklerin el değiştirmesini, insan ihtirasını, egemen güçlerin yerel halk üzerindeki soykırım etkisini, Osmanlı açısından da kaçırılmış fırsatları gözlerinizle gördüğünüz bir yer.
Güney Amerika’yı olduğu gibi İspanyollar ile Portekizliler paylaşmışlar. Portekizliler Rio de Janeiro şehrinin olduğu körfeze ayak basıp, buradan çevreye doğru yayılarak, 9000 km2 alanı ele geçirmişler, İspanyollar da kıtanın geri kalan her yerini.
İşte bu noktada iki ülke tam 100 yıl boyunca savaş vermiş, sonuçta savaşı İspanyollar kazanmış gibi görünse de son sözü İngiltere söylemiş, 1800’lü yılların başında buraları koloni olmaktan çıkarıp, sözüm ona bağımsız ülkeler haline getirmiş. Şimdi Güney Amerika’da Brezilya’da Portekizce konuşulurken, diğer bütün Latin Amerika ülkelerinde İspanyolca konuşuluyor.
Kıtanın batı kıyılarında yerli halk hala yaşıyor ancak bu bölgelerde oldukça direnç gösterdikleri için, yerli halk ortadan kalkmış ve din ağırlıklı olarak Katolik inancına dönüşmüş. Daha sonraki yıllarda, Brezilya’ya Afrika’dan çok sayıda köle taşınmış, eski dünyada yaşanan çeşitli savaşlarda da Osmanlı topraklarından, Avrupa’dan oldukça önemli göçler alınmış.
Aslında Yeni Dünyanın keşfedilmesi, Eski Dünyanın da eksenini değiştirmiş. Daha önce dünya üzerindeki ticaret ağı ve ekonomik faaliyetler İpek Yolu üzerinde yoğunlaşmışken, yeni deniz yollarının ve Amerika kıtasının bulunması, İpek yolunun önemini azaltmış. Osmanlının kaçırdığı fırsat da işte bu noktada yatıyor. O dönemde Osmanlı İmparatorluğunun toprakları İpek Yolu üzerinde bulunuyor, şimdi bile Anadolu, o dönemden kalma kervansaraylarla doludur. Doğal olarak bu yollar muazzam bir ekonomik hareketliliği de sağlıyordu. İşte o en görkemli dönemlerde, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Akdeniz’in dışına çıkıp, okyanuslara açılmak gerekiyordu. Şimdi Amerika kıtasında Türkçe konuşuluyor olabilirdi.
Biz de oralardan et almaya başladık ya, biraz da yediğimiz etlerden söz edeyim. Yediğimiz her yemekte et yedik. Bildiğiniz mangal. Ama öyle bildiğimiz gibi sunulmuyor. Garsonlar ellerinde koca bir döner şişi dolusu tek parça halinde pişmiş kocaman bir etle masaya geliyor ve istediğiniz ölçüde kesip tabağınıza bırakıyor. Siz yeter artık durun diyene kadar da etler gelmeye devam ediyor. Sermin’le birlikte bu on günde belki de bütün bir hayvanı yedik diye düşünüyorum. Bu arada tavuk etleri mükemmeldi, sanırım hepsi gezen tavuk. Türkiye’de çocukluğumdan beri tavuk yemekten nefret ederim, burada tavuğa doyamadım.
Hazır yemek işine başlayınca bir de Dulcha de Leche denilen süt reçeli gibi bir şey yapıyorlar, harika bir şeydi. Dondurmaları ve sütleri de çok lezzetliydi.
Uruguay’dan, Buenos Aires’e geri döndük ve ertesi sabah uçakla Arjantin, Brezilya sınırında bulunan İguazu şelalelerine gittik. İlk gün şelalelerin Arjantin tarafını, ertesi gün de Brezilya tarafını gezdik. İşte bu iki gün bütün gezinin doruk noktasıydı diyebilirim.
Şelalelerin adı, yazıldığı dile bağlı olarak, İguassu, İguazu ya da İguaçu diye yazılabiliyor, ama her dilde, dünyanın 7 doğal harikasından biri olarak okunuyor.
Her şeyden önce muhteşem bir yağmur ormanının içine gidiyorsunuz. Bu bölge olduğu gibi milli park ilan edilmiş ve sadece Arjantin tarafında %1’ine, Brezilya tarafında ise % 3’üne insan girişi var. Aslında bu orman bir dünya hazinesi. Gerçek bir yağmur ormanı, bizim Karadeniz bölgesinden alışık olduğumuz gibi, katmer katmer bitki var. Ormanın tabanında otlar, biraz daha yüksekte çalılar, daha sonra ağaçlar ve ağaçların üzerine sarılan sarmaşıklar var. Ağaçların boyları muhtemelen 50-100 metreyi buluyor. İnanılmaz bir güzellik. Daha önce Amazon ormanlarını görmüştüm, İguazunun ormanı da aynı.
Bütün bu ormanın suyunu tek bir nehir sistemi topluyor; İguazu nehri. İ; su demekmiş zaten. Bu nehir sistemi binlerce küçük nehrin birleşmesinden meydana geliyor. Gökten yağan su, o muazzam yeşil örtünün altında yatan kıpkırmızı toprağa karışıp, toprağın rengini alınca, sayısız kılcal damarlara dönüşüyor. İşte İguazu nehri, ormanın tabanını tırmıklayarak akan bütün bu kılcalları toparlayarak oluşan koca bir ana damar.
Bu damar, toprağın nazik olduğu bir noktada onu yararak derin bir kanyon oluşturmuş. İşte bu kanyonun duvarlarından tam 1800 metre genişliğinde akan yüzlerce şelalenin toplamına İguazu şelalesi deniliyor. Şelaleyi saran orman o kadar yoğun ki, yanına iyice yaklaşıncaya kadar ses duyulmuyor.
Her iki tarafta da ziyaretçiler için yürüyüş yolları, seyir terasları, kuleler yapılarak olabildiğince görüş sağlanmış. Helikopter ve botla gezi yapmak da mümkün.
Aslında şelalenin sadece 600 metrelik kısmı Brezilya’da ama manzara Brezilya tarafında daha güzel. Yanımda oldukça sıkı bir yağmurluk getirmiş olmama rağmen, suyu daha çok hissedebilmek için serpintisinden ıslanmak istedim.
Suyu, ormanı anlatırken gördüğümüz garip hayvanları ve insandan kaçmayan türlü çeşitli kelebekleri de yazmak isterdim, ama su o kadar baskın bir öge ki, başka bir şey aklımda kalamadı. Hala etki altındayım.
Bu gece Brezilya tarafında kaldık ve yine yemekli bir dans gösterisine gittik. Bu gösteride tangodan, sambaya, maya folklöründen, korsan dansına her şey vardı. Bu şovu görmek, Latin Amerika kültürünü meydana getiren ögelerin ne kadar çeşitli ve renkli olduğunu görmek gibiydi.
Gene de hepimizin aklı Arjantin’deki tango gecesinde kaldı.