Elazığ’da mecburi hizmet yaparken çok önemli vakalarla da karşılaşmıştım. Arıcak adındaki bir köyden gelen bebeğe konjenital kretenizm tanısı koymuştum. Bebekte o kadar ağır bulgular vardı ki, o güne kadar tıp kitaplarında resmini gördüğüm en ağır vakadan bile daha ağır durumdaydı.
Konjenital kretenizm, dünya sağlık teşkilatının yer yüzünden kaldırmayı hedeflediği bir hastalıktır. Bu hastalıkta bebek daha anne karnında iken, ağır iyot eksikliğine maruz kaldığı için ağır hipotiroidi bulguları ve zeka geriliği ile doğar. Çok korkunç bir hastalıktır, çünkü tamamen önlenebilir. Bir tane bile böyle bir bebeğin doğması o bölgede çok ciddi iyot eksikliği olduğunun belirtisidir.
İyot eksikliği ise bu ağır hastalığın dışında da, toplum genelinde endemik guatr, boy kısalığı, zeka problemleri gibi bir çok hastalığa daha yol açar. Yani çok ciddi bir halk sağlığı sorunudur; iyot eksikliğinin yıkıcı etkilerinden kurtulmak için, 1980lerden beri, dünya sağlık teşkilatının en önemli hedeflerinden biri, iyot eksikliğinin yer yüzünden silinmesidir. Bu hedefe doğru oldukça önemli başarılar da sağlanmıştır.
Ben birkaç sebepten ötürü iyot eksikliği ile çok ilgiliydim. Bir, ben bir Karadeniz çocuğu olarak bizzat kendim, endemik guatr hastasıyım. İki, mezun olduğumda ilk yıl büyük bir istekle, Halk Sağlığı ihtisasına başlamıştım. Kişisel nedenlerle bu ihtisası, sadece bir yıl sürdürebilmiş olsam da, Nusret Fişek hocanın rahlesinden diğer sınıf arkadaşlarıma nazaran çok daha fazla feyz almıştım. Üç, Hacettepe’de Pediatri ihtisası yaparken, tezimi endokrinoloji bilim dalında yapmış ve bu bölümde 2 yıla yakın çalışmıştım.
Uzun lafın kısası, bu denli ciddi bir halk sağlığı sorunu ile karşı karşıya olduğumu bilerek rahat edemezdim. Ben hastanede çalışan bir hekimim hastamı tedavi ederim, işim biter düşüncesinde olamazdım.
Hemen derin bir araştırmaya giriştim, ama çok da kurcalamam gerekmedi, o bölgedeki iyot eksikliği zaten herkesçe biliniyordu. Biraz soruşturunca o bölgede veterinerlik fakültesinden de birisinin araştırma yaptığını ve toprakta, suda, ineklerin sütünde çok düşük iyot miktarları saptadığını öğrendim.
O sıralar Prof. Dr. Sırrı Bektaş da Elazığ’a gelmiş ve nihayet bir hocaya kavuşmuştuk. Sevgili Sırrı Abi, endokrinoloji konusunda benim fikirlerime çok güvenirdi. Ben Sırrı abiye durumu anlatıp bir tarama yapmak istediğimi söyleyince derhal onay ve destek verdi. Ben de onun önerisi ile, bu taramayı Veysel isimli bir asistan arkadaşa uzmanlık tezi olarak verdim. İşin çalışmayı dizayn etme, taramayı planlama kısmını ben hallettim. Sırrı abi de Almanya’da çalıştığı bir üniversite ile yazışıp, kanlardaki iyot miktarını onların laboratuvarında çalıştırma sözü aldı.
Biz bu çalışmanın düzenleme aşamasındayken Arıcak, idari olarak Elazığ iline bağlı, ancak coğrafi olarak Diyarbakır’a daha yakın bir köydü. Hatta kışın karlar Elazığ yolunu kapatınca hastalarını kızakla dağlardan aşırıp Diyarbakır’a götürürlermiş, öyle ücra bir yerdi.
Biz çalışmayı düzenleyip, gerekli izinleri aldık. Ulaşım aracımız Üniversite sağladı. Bu aracı alırken başımıza gelecek olanları anlamam gerekiyordu. Çünkü biz bir minibüs istemiştik, görevliler, bize o yollardan kesinlikle minibüs gitmez diyerek bize dört çeker, yüksek kasa bir jip tahsis ettiler.
Bu aracın ne kadar gerekli olduğunu yollarda anladım. Köye gitmek için, önce Elazığ Tunceli yolu üzerinden Palu ayrımına kadar, şehirler arası asfalt yoldan gittik. Aracımızın amortisörü hiç de asfalt yola uygun olmadığından ya da zaten hiç olmadığından bu noktaya gelinceye kadar bile sarsıla sarıla, iç organlarımız ağzımıza kadar gelmişti. Ama daha hiçbir şey görmemişiz, asıl macera bundan sonra başladı. Palu tabelasından içeriye doğru girdiğimizde asfalt yol tek şeride düştü ve birkaç metre sonra da, yarı toprak, yarı çakıl, çukurlu, engebeli bir hal aldı. Bu yolda tam 8 kilometre ilerleyip, nihayet Palu ilçesine vardık.
Palu dediğin, o zaman birkaç küçük ev, bir kaç deprem konutundan ibaretti. Ben şimdi artık ilçe merkezine ulaşırız derken, meğer hepsi o kadarmış, iki yüz metre sonra yol da bitti, bildiğim dünya da bitti.
Bu andan itibaren aracımız, yer yer sadece iki tekerlek izinden ibaret, yer yer biraz daha belirgin bir toprak yola girdi. Yol dediğim de bir sıra tepenin aşağı yukarı tam sırtından geçen, biraz ezilmiş, bir toprak, bir iz sadece.
Araç bir tepenin tam en yüksek noktasına çıkarken 5 metre karşında sadece gökyüzü var, uçacak mıyız, düşecek miyiz diyemeden, tepe noktaya gelip, inişe geçiyorsun. Birkaç metre sonra yeni bir tepe başlıyor. Bazen sağ tarafın, bazen de sol tarafın sadece uçurum.
Etrafta bir ev bir ocak yok in cin top oynuyor. Sonra birden bire karşına nereden geldiği belli olmayan, masallardan çıkmışa benzeyen, elinde bir sopa ile gökle yer arasında, yolun kıyıcığı ile uçurumun tepesinde, bağdaş kurup oturmuş, ihtiyar bir adam görüyorsun.
Adamlar bizimle hiç göz teması kurmuyorlar. Ben merak edip, soföre etrafta yerleşim yeri yok, bu dedeler buraya nasıl geldiler, çobanlık yapıyorlar desem etrafta hayvan da yok, bu ihtiyarlar, bu yolda neden oturuyorlar diye soruyorum. Şoförümüz Elazığ’ın yerlisi bir adamdı ve bana bu ihtiyarların PKK için gözetleme yaptığını söyledi. Allah tarafından o saate kadar arabanın sarsıntısı, bende beyin sarsıntısı da yaratmış olmalı ki içimde bir korku hissetmedim. O ortamda bana her şey çok normalmiş gibi geldi.
Bitmeyecekmiş gibi görünen bir yolun sonunda nihayet üzerinde köprüye benzer hiçbir şey olmayan bir dere yatağından geçerek köye vardık. Derme çatma birkaç evi geçerken, kravatlı bir delikanlıya rastladık. Bu genç adam bir gün önce mecburi hizmeti için köye ulaşmış yeni mezun bir hekimdi ve bir ay sonra tekrar gittiğimizde, bizi gözleri kan çanağı gibi kıpkırmızı, bir haftalık sakal ve gayet pejmürde bir kıyafetle karşılamıştı.
Bize, bir hafta önce köyün kasaba yapıldığını söylediler. Bizden birkaç gün önce köye kaymakam gelmişti. Kaymakamın eşi de eczacı imiş, kadıncağız, şimdilik köyün bakkalının bir dolabını eczane yapmış.
Bütün köy geleceğimizden haberdardı. Bize taramayı ilk okulda yapabileceğimizi söylediler. Okul köyün birazcık dışındaydı. Öğretmenler bütün çocukları organize ettiler. Biz bütün çocukları muayene etmek ve her çocuktan kan almak istediğimiz söyledik. Öğretmenler çocukları sıraya dizip, ellerine de tüpleri tutuşturdular. Gariban çocukcağızlar ellerinde tüplerle muayene sıralarını beklediler. Onlar için büyük bir heyecan sebebi olmuştuk, çocukların hepsi çok şendi. Bizimle konuşmaya can atıyorlar, kolayca muayene oluyorlar, kan alınırken bile itiraz etmiyorlardı.
İlk okul çocuklarının, özellikle son sınıfta olanların da bir çoğunun guatırı vardı. Ancak köyde gezerken özellikle kadınlarda inanılmaz büyüklükte guatrlar görmüştüm. Yaşı 14-15in üzerindeki bütün kadınlarda, başlarını sağdan sola çevirmelerine engel olacak derecede dev boyutlarda, ceviz büyüklüğünde nodülleri de olan şekilsiz guatrlar vardı. Erişkin erkeklerde ise daha küçük guatrlar vardı.
Erkekler mevsimlik işçi olarak köyden çıkıyor, hiç olmazsa yaz aylarını iyot eksikliği olmayan bölgelerde geçiriyorlardı. Buna karşılık
kadınlar ve çocuklar çevredeki 3 köy dışında hiç bir yeri bilmiyordu. Karşı köyden bu köye gelin gelen kadın yabancı kabul ediliyordu.
O güne kadar da, o günden sonra da dünyadan bu kadar kopuk bir bölge daha görmedim. Hal böyle olunca da elbette bütün kadınlarda inanılmayacak büyüklükte guatrlar meydana geliyordu. Aslında taramamız bitmişti, ancak bu köye daha fazla dikkat çekmemiz gerekir diye düşünüp, bir çok kadının boynunun resimlerini çektim. Niyetim bu resimleri Sırrı Abiye gösterip, bütün köyü taramanın bir yolunu araştırmaktı.
Dönüş yolunda Veysel’le sohbetimizi çok iyi hatırlıyorum.
Yolların zorluğundan ve her köşe başında karşımıza çıkan ihtiyarlardan konuştuk. Hatta Elazığ yolunda şoförümüz, bir benzincide durup, isterseniz burada bir çay içelim dediğinde, ben sessizce çay may istemiyorum, artık evimde olmak istiyorum, immobil (hareketsiz) ve horizontal (yatay) olarak demiştim. Veysel bu sözümü aylarca hatırlatıp, her seferinde dakikalarca gülmüştü.
Ama tabii şoförümüzü düşünüp, orada bir çay içimi oturmuştuk. O benzincide çay içerken okulun öğretmenlerini konuşmuştuk.
Okulun ve öğretmen lojmanlarının zaten dünyadan bu kadar kopuk olan bu köyde, köyden bile uzakta olduğunu fark etmiştim. Ancak öğretmenlerle sohbet ederken, çoğu PKK buraya gelemez korkmuyoruz, gelirlerse günlerini görürler filan demişti. O sohbet sırasında öğretmenlerden birinin hiç söze karışmayıp, gözlerini sessizce yere diktiği hepimizin dikkatini çekmişti, o sohbette bu gözlemimizi de paylaşmıştık.
Gerçekten de bölgede iyot eksikliği o boyutlara idi ki, Almanya’daki laboratuvar sonuçlarına güvenmeyip, bizden yeniden kan ve hastaların resimlerini istediler.
Hadiii tekrar resmi yazışmalar yapıldı, izinler alındı ( terör var ya öyle sürüp arabanı her yere gidemiyorsun) tekrar yollara düştük. Fakat ilk seferden sonra öyle bir ballandıra ballandıra yolları ve doğa güzelliklerini anlatmıştım ki baş hemşirem (Gülsen) ve bir kız öğrencim (adının Zeynep olduğunu sanıyorum) de bizimle geldi.
Veysel’in eşi bize, zeytin yağlı dolmalar, köfteler hazırlamıştı, niyetimiz köyde işimizi bitirdikten sonra bir tarlada oturup güzel bir piknik yapmaktı. Aracımızda aynı şoför ve Veysel olmak üzere 2 erkek, bir de 3 bayan biz varız. Keyifle yola düştük.
Palu’dan sonraki tangır tungur yolda gidiyoruz. Bu kez etrafta ellerinde bir ucunu toprağa sapladıkları sopalarla yolun kıyısında (ama her nedense daima görüş açısının en fazla olduğu stratejik noktalarda) oturan dedeler yoktu. Onları kızlara o kadar çok anlatmıştım ki devamlı onları gözlüyorum, birini görsem kızlara da gösterip yalancı durumuna düşmekten kurtulacağım.
Yol o kadar bozuk ki, Palu ile Arıcak arasında ne kadar ilerlediğimizi kestirmek mümkün değil, ama yolun yarılarına yakın bir yerde, gene o masaldan çıkmış gibi görünen ihtiyarlardan birine rastladık, ben adamı merak ettiğimden geriye doğru iyice baktım, dede biz geçince hemen yerinden kalkıp hızlı hızlı vadiye doğru yürümeye başladı.
Bunu söyleyince şoför çok tedirgin oldu, eyvah geriye dönemeyecek kadar içerdeyiz, mecbur yola devam edeceğim, Allah büyük filan demeye başladı. Şoförün bu hali beni de tedirgin etti, öyle ya arabada kızlar var, onlar benim yüzümden geldiler, başlarına bir şey gelse vicdan azabından ölürüm.
Şoförümüz dualar edip, salavatlar getirirken, arabayı bir kaç kez daha tepelerden göklere yükseltip, vadilere indirdi. Ve bir tepede aniden karşımızda 50-60 kişilik atlı bir gurup belirdi. Atlılardan kiminin bacağında kot pantolon, kimininkinde şalvar var, ama hepsinin başlarında de poşi sarılı. Ve hepsinin göğüslerini çaprazlayan fişeklikleri, yanlarından sallanan devasa silahları var.
Şoförümüzün aniden, rengi benzi attı, ali ayağı boşalarak arabayı durdurdu. Bir anda arabamızın dört bir yanı atlılarla sarıldı. Jipin üzerinden, yüksek sesle birbirleri ile Kürtçe bir şeyler konuştuktan sonra, benim pencereme yaklaşmış kot pantolonlu genç bir çocuk son derece düzgün bir İstanbul Türkçesi ile kim olduğumuzu ve sorumlunun hangimiz olduğunu sordu.
Arabadaki kimsede can kalmamış olduğundan sorumlu benim Arıcak’ta sağlık taraması yapmaya gidiyoruz dedim. Kendi aralarında bir kez daha tartıştılar ve taramadan haberleri varmış.
Bizim köye gitmemize izin verdiler, ama iki delikanlı guruptan ayrılarak aracımızın iki yanında bize refakat etmeye başladı. Aracımız o yolda, zaten at hızında bile gidemediğinden, hep birlikte yol almaya başladık. Aracın içinde hiç kimseden çıt çıkmıyor, hepimiz sus pus olduk. Bu silahlı adamlar korucu mudurlar, PKK’lı mıdırlar bilmediğimden, adamları kızdırmak istemiyorum. O anda korucu olsalar şoförümüzün korkmazdı diye düşündüm, ama şimdi geri dönüp düşününce korucu olduklarını anlıyorum.
O anda görünüm olarak tam bir şehir züppesi kılığındayım, ama öğrenciliğimden teröre çok alışığım. Bu durumda da arabadaki herkesin canından ben sorumluymuşum gibi geliyor. Birden bire paniğimi üzerimden attım, bu delikanlılara biraz salak rolü yapmaya hatta onlarla biraz flörtleşip ortamı yumuşatmaya karar verdim.
Yanım sıra at süren çocuğun muhtemelen üniversite öğrencisi olabileceğini düşünüyorum, onunla konuşmak istiyorum, ama ne diyeceğimi de bilemiyorum, taramadan, iyot eksikliğinden bir şeyler geveleyip duruyorum. Ama o çok ciddi, hiç cevap vermiyor, asık bir suratla atını sürüyor. Gene de en azından beni terslemedi diye yüz buldum, arabadakilere de moral olsun diye hiç durmadan konuşuyorum.
Bir ara artık hiç cevap alamayınca ne diyeceğimi şaşırdım, birden gözüm üzüm bağlarına takıldı ve kadar güzel üzümler dedim. Çocuk ilk kez benimle ilgilendi ve bana doğru dönüp, canın üzüm mü istedi diye sordu. Daha önce üzüm almak istediğimizde köylüler bize çok kötü davrandı, üzerimize köpek saldılar, istemem dedim. Çocuk yarım ağız gülerek, öyle mi bakalım bize ne yapabiliyorlar diyerek, bağa atı ile daldı ve inanın en az 10 kg üzüm toplayıp bana getirdi, arabanın içinde üzüm koyacak yer kalmadı. Gerçekten de ne bir köylü, ne de bir köpek çıktı onun karşısına.
Daha sonra bu iki delikanlı köyün girişindeki derede ‘’işinizi çabuk bitirin, sakın karanlığa kalmayın’’ diyerek yanımızdan dörtnala uzaklaştılar. Tabii bizde ne piknik, ne gezme isteği kaldı. Resmen roket takmış gibi taramayı yapıp, apar topar geri döndük.
Bu anıyı bu kadar ayrıntılı yazmamın ve hatırlamamın tek nedeni çok tuhaf bir hikaye olması değil, birkaç sebebi daha var.
Bu taramayı yaptıktan 2 ay sonra ben Trabzon’a döndüm. Trabzon’a döndüğüm ay, tarama yaptığımız okula bir terör saldırısı düzenlendi, 6 öğretmenin 5’i okulun duvarına dizilerek infaz edildi. Diğer öğretmen ise kayboldu, benim fikrimce o gözlerini bizden kaçıran kişidir ve arkadaşları ile dağa çıkmıştır.
Bir de daha kişisel bir hatırlatıcı daha oldu.
Bu tez çalışmasını ben düzenlediğim ve yapılışına bizzat yardım ettiğim halde, Veysel’in tezini yazması ve sınava girmesi, ben Trabzon’a döndükten sonra oldu. O sınava girdiği sırada hoca ekibi tamamen değişmişti. Tezi yazıya dökerken benim ismimi de son isim olarak yazmışlar, aslında tez hocası ben olduğuma göre ilk 2 isimden birisi olmam gerekiyordu.
Bu çalışma ile oldukça gurur duyduğum için doçentlik sınavına girerken bu yazıyı da dosyama koymuştum. Daha sonra, YÖK’ün doçentlik sınavını kazandığım halde, KTÜ’de açılan doçentlik kadrosuna benim atanmamı engellemek istediler. Bir jüri üyesi bu çalışma onun Elazığ’da olmadığı zaman yapılmıştır, emeği olmayan çalışmada ismi yazılmıştır, bu bilimsel hırsızlıktır diye bir rapor yazdı.
Oysa o çalışmada hiç kimsenin olmadığı kadar benim emeğim vardır. Yukarıda yazdığım hikayenin de eksiği var, fazlası yoktur.
Yazılarınızı büyük bir keyifle okuyorum ıyiki sizi tanımışım sevgiler