Yıl 2013, aylardan Ekim. O yıl UPEK (Ulusal Pediatrik Endokrinoloji Kongresi) ve ESPE (European Soiety of Paediatric Endocrinology) kongresi, yani her yıl mutlaka gittiğim iki önemli kongrenin ikisi de Ekim ayındaydı. Her ikisine de Türkiye’de çalışan bütün pediatrik endokrinologlar neredeyse eksiksiz katıldıkları için, UPEK’in tarihini ESPE ile çakıştırmamaya özen gösterirdik. Böylece hem camiadaki arkadaşlarımızı toplu halde görmek mümkün olurdu. Sadece yeni çalışmalarımız için fikir sahibi olmakla kalmayıp, bütün kitap, derleme yazılarının fikirlerini bu toplantılarda olgunlaştırır, yazarlara konular dağıtılır, bir çok konuda iş birliği projeleri yapardık, bazen de posterlerde sunulan hastalarımızı tartışırdık. Yani sanıldığı gibi kongreler doktorların gezi yaptıkları zamanlar değildir.
O yıllarda, emekli olduğumda yaşamak üzere Marmara bölgesinde bir yer bulmaya çalışıyordum. Birkaç yere baktıktan sonra Çanakkale’de karar kılmıştım. Hatta o yaz, bir emlakçı ile gezip, şehirden çok da uzakta olmayan birkaç arsayı beğenmiştim.
UPEK, ayın ilk haftasında Edirne’de, ESPE ise 3. haftasında Milano’da yapılacaktı. Her ikisine de katılacağıma göre aynı ayın içinde iki kez Trabzon İstanbul yapmayayım, aradaki haftada yıllık izin alıp, o sırada da Çanakkale’de beğendiğim yerleri ablalarıma göstereyim, eğer beğenirlerse alırız diye düşündüm.
Buraya kadar düşünce gayet doğru, ama uygulama o kadar da kolay olmadı. Her şeyden evvel valizi hazırlamak ciddi bir sorun halini aldı. Çünkü bir kongreye hazırlanırken, kongre yemeklerine ve galaya katılmak için, bir/iki tane şık kıyafet ve bunlara uygun ayakkabı, kürsü konuşması ve kongre açılışı için en az bir tane (tercihan takım) ciddi bir kıyafet, her gün arkadaşlarınla birlikte olacağın için, hep aynı şeyleri giymemek adına en az kongre günü sayısında çok da spor olmayan giyecekler ve son olarak da genellikle kongre sonunda bir gezi olduğu için yola ve doğaya uygun spor bir giysi ve ayakkabı gereklidir. Bunun haricinde yılın mevsimine ve gideceğin şehrin iklimine uygun iç ve dış giysiler de almak lazım tabii.
Ben bu valizi bir değil, iki şehir ve iki kongre için hazırlayacağım gibi, bir de Çanakkale’de dağ bayır dolaşmaya uygun şeyler de koymalıydım. Yani bir hayli düşünerek ve stratejik bir hazırlık yapmalıydım. Sadece valizi değil, bütün seyahati de stratejik planlamam gerekliydi.
Mesela, Edirne’ye Trabzon’dan ne zaman gitmem lazım. Ya kongreden bir gün önce sabah erken bir uçakla İstanbul’a gidip, oradan kara yolu ile Edirne’ye geçecektim. Bu durumda işimden bir gün daha fazla izin alıp bütün günümü boşa heba edecektim. Ya da İstanbul’a geç saatte gidip, o gece orada kalıp, kongre sabahı erken bir vasıta ile İstanbul gurubuyla birlikte Edirne’ye gidecektim. Ben bu seçeneği tercih ettim.
Böylece bir gece İstanbul için otel ayarlamam gerekti. Bu oteli sponsor firma ayarladı, ama benim Edirne dönüşü, Çanakkale’ye gitmeden önce bir gece daha İstanbul’da kalmam lazımdı. Bu oteli de ben ayarladım.
Bunun gibi önümdeki üç haftayı, gün be gün hesapladım. O kadar karışıktı ki, hangi gün nerde kalacağımı, nereye gittiğimde kiminle konuşacağımı ve daha bir sürü ayrıntıyı bir deftere not tutmak zorunda kaldım.
Sermin, ben MUKE’yi bırakamam siz gidin, rüyamda gördüm, gerçek hayatta görmesem de olur, uzaktan denizi gören, yamaçlı bir arsa var onu alacaksınız dedi. Böylece arsayı görmeye Nermin’in geleceği kesinleşti. Ancak şöyle bir durum var ki Nermin yıllardır uçağa, otobüse binmez, bir de hanımın seyahatini planlamam gerekti.
Neyse ki, Serdar (bizim müteahhit), Sermin’in arabası ile Nermin’i getirmeyi kabul etti. Onlar birlikte kara yolu ile Çanakkale’ye gelecekler ve benimle orada buluşacaklardı. Çanakkale’deki pek meşgul emlakçıyı, bizim orada bulunacağımız günlerde sadece bizimle ilgilenmesi için ayarladım. Çanakkale’nin fay hatları haritasını inceleyip, fayların en az olduğu bölgelerini ezberledim.
Çanakkale’deki oteli, Çanakkale dönüşü Milano’ya gitmeden önce İstanbul’da kalacağım oteli de önceden ayarladım.
Ben böyle ince eleyip sık dokuyarak, lojistik hazırlıklarımı tamamladım ve taş gibi bir valizle yola düştüm. Milano ve Edirne’nin hava tahminleri bir hayli farklı olduğundan o orta boy valize bütün eşyalarımı nasıl koyabildiğimi hala anlayamıyorum.
Önce İstanbul’a gittim. Bir gece İstanbul’da kaldıktan sonra ertesi gün, bütün gurupla birlikte Edirne’ye vardım. Oldukça güzel bir kongreydi, bu kongrede ‘’Uzun boylu çocuğa yaklaşım’’ isimli bir konferansım vardı. Hala hatırlıyorum, ailevi uzun boy örneği olarak prenses Diana ve oğullarını vermiştim. Konuşmamı dinleyen her kadın arkadaşım prenslerle ilgili bir yorum yapmıştı. Bu kongrede bölüm olarak yanılmıyorsam 5 tane de poster sunmuştuk.
Kongre bittikten sonra, günü birlik, Kavala Selanik gezisi yaptık. Elbette Atatürk’ün doğduğu evi görmek Türkiye’de yaşayan herkesin hayalidir. O küçük pembe ev, insanı kendinden alıp götürüyor, anlatılmaz yaşanır bir duygu seli yaşatıyor.
İçindeki balmumu Atatürk heykeli gayet başarılı, sanki gerçekten o koltukta oturuyormuş gibi hissediliyor. Zaten resminden o kadar tanıdık gelen bu evi gördüğümüz anda o kadar duygulanmıştık ki içine girdiğimiz son odada bu heykeli görmek, sıcak ekmek üzerine tereyağı sürmek gibi oldu.
İşte öyle eritici bir duygu. O ufacık ve mütevazi evde 130 yıl önce doğan bir bebeğin, ölümünden 75 yıl sonra hala hayatımızda ne kadar önemli bir role sahip olduğunu düşünmek, vatan sevgilisi, toprak, ataya minnet, sevgi, saygı, gurur… artık nasıl anlatılır bilemiyorum.
Londra’dayken gezdiğim Madam Tussaud müzesinde Atatürk heykelini görünce sinirimden bağıra bağıra ağlamak gelmişti. Sonunda bu rezalete dayanamayan Mustafa Koç, Yılmaz Büyükerşen’e güzel bir heykel yaptırıp müzeye koydurdu. Bu son heykeli görmemiş olsam da neye benzediğini resimlerinden biliyorum. Selanik’teki pembe evdeki balmumu heykeli görünce oradaki yeni heykeli görmüş kadar oldum, çok etkilendim.
Bunun dışında Yunanistan hele de Yunanistan’ın bu kısmı insana ülke dışında olduğun hissi uyandırmıyor, her şey o kadar tanıdık. Tabii, itiraf ediyorum, yakın makın, gene de turist olmanın verdiği o garip duygusal deformasyonla hadi alalım, onu da, bunu da, şunu da alalım ruh halinde evde olsam yüzüne bakar mıyım bilmem kurabiye, reçel falan satın aldım. O sakız reçeli yıllarca durduktan sonra çöpe atıldı.
Selanik’ten döndükten sonra otobüsümüz bizi direkt İstanbul’a getirdi. Ben bir gece daha kaldıktan sonra Çanakkale’ye gidip, Nermin ve Serdar’la buluştum, bir günü dinlenerek geçirdik. Ertesi gün emlakçı ile buluştuk, adam bizi dere tepe gezdirdi, beni yazlık bir ev yapabileceğim, İstanbul sosyetesinin tercihi olan bir yerlere götürdü.
Hele bir yere götürdü ki, kuş uçmaz, kervan geçmez bir zeytinlik ama, eğer o araziyi alsam, bir yanım Sezen Aksu’nun, diğer yanım Bülent Ersoy’un arazisine bitişik olacaktı. Bu insanlar bu evlere yılda bir hafta sonu ya gelirler ya gelmezler, bu uzak yerde başımıza bir şey gelse kurda kuşa yem olmadan hastaneye ulaşamayız.
Burayı değil ama gösterdiği birkaç araziyi beğendik, ilginçtir, hangi araziyle ilgilensek, bir anda fiyatı üçe katladılar, biz de almaktan vaz geçtik. Hele şehre oldukça yakın, uzaktan denizi gören, hatta içinden bir de minik dere geçen, köy içerisinde sayılabilecek çok güzel bir araziyi gösterdi. Burayı çok beğenmiştik, fiyatı da uygun sayılırdı, ama alıcı olunca fiyatı öyle bir yükselttiler ki dudaklarımız uçukladı.
Sonunda yazın geldiğim zaman manzarasını çok beğendiğim bir araziye yürüme mesafesinde bir köye gelince derhal aradığımız yeri bulduğumuzu anladık ve hemen aldık. Hatta bize köyü gezdiren adam benim de şurada bir zeytinliğim var ne olur, onu da alıp beni kurtarın diyerek, bir yer gösterdi. Fiyatını duyunca, Nermin’e bile sormadan orayı da aldım. Böylece bir değil iki arazi aldık, geride etrafı gezmek için zaman bile kaldı.
Bizimkiler tekrar Rize’ye dönerken ben de İstanbul’a döndüm, bir gece kalıp, Milano’ya gittim. Bu kongrede iki tane posterim vardı.
Milano dönüşünde normalde hemen o gün Trabzon’a dönecektik, ben de tam üç haftadan beri elimde bir valizle dolaşmış, içindeki bütün giysileri kullanmıştım. Artık eve dönmeyi iple çekiyordum, ama öyle olmadı.
Biz Milano’dayken bir önceki sene doçentlik sınavının sözel kısmından başarısız olan bir adayın doçentlik jürisinin bizim kongrede olduğumuz günlerden biri olarak açıklandı, biz oradayken bu haberi aldık. Bütün jüri kongredeydik. Durumu bildirince, YÖK, sınavın cumadan pazartesine alınmasına onay verdi. Böylece Türkiye’ye dönüşümüzde, İstanbul’da bir gece daha kalmam gerekti.
O yıl Novotel’lerde uygun bir üyeliğim vardı, bu gezide bütün yılda kullanabileceğim bütün üyelik avantajlarımı kullandım. Betül’de o gece benimle kalmıştı.
Pazartesi günü kongrede konuşma yapmak için getirdiğim takımla jüriye girip, o akşam uçağıyla eve döndüm. Adayın akşam yemeği ısrarlarını ise hiç duymadım. Eve döndüğümde neredeyse yeri öpecektim.
Tam 22 gün üzerine eve döndüm. Bu arada 7 bildiri sundum. İstanbul, Edirne, Kavala, Selanik, Çanakkale, Milano olmak üzere 6 şehirde ayrı bulundum. İstanbul’da 2, Milano, Edirne, Çanakkale’de birer olmak üzere 5 ayrı otelde kaldım. Trabzon/İstanbul, İstanbul/Milano gidiş dönüş 4 kez uçağa bindim. Evin dışında tam 3 hafta geçirdim. İki ayrı ülke gezdim, 2 kongreye katıldım, 2 parça arazi aldım. Selanik’teki evi görerek bir hayalimi gerçekleştirdim, 1 konferans verdim ve 1 de doçentlik jürisine katıldım. Bütün bunları sadece 1 valizle yaptım.
Geçen gün Sermin’in bir arkadaşı Çanakkale’ye geldi. O da 3 haftadır, yollardaymış, karşılıklı anlatınca bu macera aklıma geldi.