KTÜ’de göreve başlamamın üzerinden 6-7 ay geçmişti. Bir Karadeniz kızı olarak yağmurun her çeşidini gördüm diyebilirim. Yaz aylarının da yağmurlu olması bize hiç garip gelmez, çocukluğumda Rize’de Ağustos ayı boyunca dur durak bilemeksizin yağmur yağdığını da hatırlarım.
Selden önce, sanırım bir hafta, hiç durmadan yağmur yağdı. Dedim ya yağmura alışığız, ben doğrusu bir sel olabileceğini aklımdan bile geçirmemiştim. Sadece o gece saat 01 civarında içimde garip bir boğulma hissi ile balkona çıktığımı ve şehir ışıkları arasından, kızıl kahverengi bir gece gördüğümü hatırlıyorum. O sırada yağmur taneleri artık ceviz büyüklüğüne ulaşmıştı. Gökyüzünün rengi ve havanın nemi beni daha da bunalttığı için hemen içeri girmiştim. Gene de aklımdan kötü bir şeyler geçirmeden uykuya dalmıştım.
Gece sabaha karşı sel olmuş, ama benim haberim yoktu, her zamanki gibi herkesten evvel kalkıp, arabama atladım ve işe doğru yol almaya başladım.
Ancak bu yolculuk oldukça tuhaftı. Her şeyden önce etrafta pek de trafik yoktu. Maraş Caddesi ve Meydanda o zamanlar granit taşlarla döşeli olan yollar, sanki temizlik şirketi tarafından özenle temizlenmiş gibi, dikkati çekecek derecede tertemizdi.
Sonra Arafil boyundan sahil yoluna inerken, Boztepe tarafından yola inen merdivenlerden aşağıya delicesine akan çamurlu suları gördüm. Başımı yukarıya çevirince Boztepe’nin üzerindeki çay bahçesinden aşağıya doğru bir şelale aktığını gördüm. Gözlerime inanamayarak yoluma devam etmeye çalıştım. O kadar tuhaf bir yerden şelale aktığını görmüştüm ki gerçekten hayal gördüğümü sandım. Ama bu bölgede toprak kayaya kadar sıyrıldığı için yıllarca ağaç çıkmadı. Yolun o kısmından geçerken hep o günkü çağlayanın yerine baktım, otsuz yere bakarak ve demek ki doğru görmüşüm diye düşündüm.
Hayalinin garajı denilen yerde sahil yoluna indiğimde ise sahil yolunun sular içerisinde ve araçlarla dolu olduğunu görerek akıllıca bir karar verip, geldiğim yoldan eve geri döndüm.
Selden sonra durumun ciddiyetini anlamamız da günler sürdü.
Bu selle ilgili birkaç şeyi hiç aklımdan çıkaramıyorum.
Örneğin sonradan öğrendiğim kadarıyla, gece bizim apartmanın kapıcı dairesini de sular basmış, sonra aniden sifondan akarcasına çekilmişti. Bunun sebebini ise daha sonradan öğrendim. Meğer bu granit taşla döşeli, tarihi dar sokakların altında aşırı yağmur sularını toparlayan ikinci bir kanal sistemi varmış. Bu kanal sistemi tıkandığı için sular zemin katlarda yükselmişti. Daha sonra bu basınca dayanamayan sistem kadınlar pazarı sokağının başında patlamış ve sular o kısımdan akarak bizim alt katlardan çekilmiş.
Bizim ev Küçük Ayvasıl Kilisesinin sokağındaydı. Kadınlar pazarına en az 300 metre mesafe ve sanırım 30-40 metre belki daha da fazla yükselti farkı vardır. Nasıl bir patlama olduysa bütün sokak genişliğinde ve en az 2-3 metre derinliğinde kocaman bir krater meydana gelmişti.
Sonra da bu noktadan göğe doğru gayzer gibi fışkıran sular sokaktaki pasajların zemin ve bodrum katlarına dolmuş, zirai ilaç depolarını basmış, bütün ilaçları eriyik haline getirmiş ve ilaçlı sular sokaklardan denize akmıştı. Büyük bir çevre felaketi olacağını düşündüğüm bu olay ve benzerleri, muhtemelen beklendiği gibi sivrisinek ve sineklerin artmamasının sebebiydi. Günlerce o sokaklara girilemedi.
Günlerce musluklardan su akmadı, gece gündüz çalışıp, 3 gün sonra suyu verdiklerinde de önce musluklardan çamur aktı.
Tarihi sokakların hepsi tertemiz iken asfalt yollar sel altındaydı. Dere vadileri boyunca yapılan yollardan büyük lokmalar halinde kopuk yerler vardı. Günlerce ulaşılmayan köyler olmuştu.
Giresun’dan Değirmendere’ye kadar bütün yeni köprülerin bacakları kopmuşken, Karadeniz bölgesinin simgesi olan taş köprülerden yalnızca biri yıkıldı. Bu da Sümela’ya giden yoldaki çok hoş bir köprü idi ve daha bir yıl önce restore edilmek üzere köprü ayağının kayasını dinamitlemişlerdi.
Tam da bu sırada Maçka’da bir tifo salgını olduğunu duyarak yollara düşmüş ve sözüm ona yardıma koşmuşken, zaten aradaki sağlık ocağı hekimin yapılacak her şeyi yapmış olduğunu görmüştük. Adamcağız kendi lojmanının yarısını da sel almış bir selzede iken, suları muayene ettirmiş, kirlenmenin kaynağını bulup tamir ettirmiş, bir okulu sahra hastanesine çevirip, hastaları da tedavi etmeye başlamıştı. Ama bu başka bir yazının konusu olacak kadar zengin bir hikayedir. Onu umarım bir gün ayrıca yazacağım.
Sel deyince öyle akla su filan gelmemeli, bu kadar çok yağan yağmur, toprağı sıvılaştırdı ve bütün vadiler yamaçlardan akan bu çamurla doldu. Hızla akan çamur dereleri köprülerin üzerinden aşacak derecede doldurdu. Önüne gelen ağacı kökünden söktü, ve bu ağaçlar yamaçlara çarpa çarpa denize doğru akarken kabukları da soyuldu. Aylarca deniz yüzeyi ufuk çizgisine kadar çamur ve çalı çırpı gibi görünen ağaçlarla doluydu.
Sanırım selden haftalar sonra yapılacak bir yat yarışı vardı. O yarışta bir hayli zorluklar yaşanmıştı.
Değirmendere’nin önünde çamurdan bir adacık oluşmuştu. Zamanla bu adanın üzerinde ağaçlar bile büyüdü, ancak 8-10 yılda ortadan kalktı.
Sel çamurları sadece ağaçları sökmedi, yokuş aşağı inerken, evlerin merdivenlerinden akarken ivme kazanarak, alt katlardaki, bodrumlardaki bütün eşyaları, kalorifer kazanlarını, buzdolaplarını, sokaklardaki arabaları, ağır iş makinelerini ve akla gelebilecek her şeyi de içine katıp, çamura karıştırarak denize döktü. Batum’da bile denizden buz dolabı çıktığını rivayet olarak duyduk.
Selden sanırım bir hafta sonra üniversiteye giriş sınavı vardı ve her nedense o sınav iptal edilmemişti. Çocukları sınav salonuna taşımak için bir araç onları alıp bir köprüden diğerine götürüyor, burada bir iş makinesinin kepçesine atlayıp karşıya geçiyorlar ve bu böyle devam ediyordu. Karadeniz bölgesinde neredeyse her 500 metrede bir köprü olduğunu düşünerek varın siz tahmin edin çocukların çektiklerini.
Bir arkadaşım tam da o sırada doktor evlerinde doğum sancıları çekmeye başlamış, kızcağızı Trabzon’a kayıkla getirmişlerdi.
Selden bir ay sonra sahil yolunda yolun deniz tarafındaki bir iş yerine gitmiştik. Alt kata merdivenle iniliyordu. Sel bu merdivenlerden inmiş, kapıyı kırarak, depoya girmiş, depoda ne var ne yoksa adamın tabiri ile zumur zumur etmiş ve deponun diğer ucundaki demir kapıyı yerinden söküp, her şeyi denize dökmüştü.
Bu kadar büyük bir felakette bu kadar az ölüm olması şaşırtıcı. Çünkü neredeyse bütün yerleşim yerleri vadilerin içerisinde bulunuyor, üstelik sel de herkesin uykuda olduğu bir saatte gerçekleşti. Duyduğuma göre seli fark eden herkes silaha sarılmış ve böylece komşuları uyararak evleri boşaltmışlardı. Yoksa bu kadar büyük bir selde 42 kişinin ölmesi bir mucize.
Bu selden çok kısa bir süre sonra İran’da çok ölümlü bir deprem olduğu için dünyanın hiç dikkatini çekmemişti ama gerçekten çok büyük bir felaketti.
O zaman bir şeyi çok net anlamıştım.
Bir inşaat yaparken doğaya karşı koymayı değil, doğaya uyum sağlamayı düşünmek lazım. Sel ve heyelan bölgesi isen ona göre deprem bölgesi isen ona göre inşaat yapacaksın.
Doğanın gücüne karşı koyulmaz. Derenin vadisi, denizin kıyısı suya aittir. Suyun yeri tapu ile sahiplenilmez, su tapu kadastro dinlemez, 50 sene sonra yerini geri alır.
Babamın mrsleğinin bakırcılık olmasındandır sanırım, evlendiğimde kendi evimizdeki banyo da bakır kazan vardı. Odun ve fındık kabuğu ile usıtılırdı. İkaz etmeme karşın eşim zaman zaman boşalan deterjan kutularını sıba kısmına atardı. Bu da kazanın delinmesine neden olurdu. İçerdiği kimyasal maddeler yüzünden gözle görülmeyecek incelikte delikler açar ve kazan su kaçırırdı. Azcanlı, sabırsız bir yapım olmasından olsa gerek, selden bir gün önce çocukluk arkadaşım Faik Ustaya götürdüm ve o gün tamir ettirip kazanı eve getirmiştim. Hatta elinde acil yapması gereken işleri olduğunu söylemiş, yarın gilan gelirsin demişti. Ben de bu iş için iş yerimden izin aldım, bekleyip alacağım demiştim.
Senin de bahsettiğin gibi o müthiş yapmur ve sonrası oluşan sel nedeniyle üç gün boyunca o kazan sayesinde susuzluk çekmedik.
Selamlar…