Daha yeni uzman olduğum zaman mecburi hizmet kurasında Fırat Üniversiteni çekmiştim. Daha o zamanlardan bile, yavaş yavaş, yan dallarda insanlar yetişmeye başlamıştı. Kurayı çekince, bir Tıp Fakültesinde, değil akademik kariyeri, bir yan dalı bile olmayan, yeni uzman olmuş bir pediatriste neden ihtiyaç olsun ki diye çok şaşırmıştım. Muhtemelen poliklinikte uzman açığı vardır, orada çalıştırmak için, bakanlıktan kura istediler gibi bir sonuca varmıştım.
Yani ben kendimce poliklinikte çalışmak üzere Elazığ’a gittim. Ancak gerçek hiç de düşündüğüm gibi çıkmadı. Evet, orada bir tıp fakültesi vardı ama pediatride değil bir hoca, bir tek uzman doktor bile yoktu. Bakanlıktan eski doğum evi alınmış ve bu küçük hastane biraz tadilattan geçirilip, Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hastanesi olarak isimlendirilmişti.
Alt katta, koridorun sonundaki bir göz poliklinik pediatriye ayrılmıştı. Bir günde muhtemelen 5-6 çocuk hasta geliyor ve bu odada muayene oluyordu.
Odada, TUS sınavı çıkmadan önce alınmış, yaşları benden bir hayli büyük iki asistan vardı. Bu asistanlardan biri aslında anestezi uzmanı iken cerrahlara sinirlenmiş ve ben artık pediatri asistanı olmak istiyorum diyerek kendini bu odaya taşımıştı, diğerinin niyetini ise hala çözebilmiş değilim.
Doktor olarak, bir de pediatriye girmek isteyen ve mecburi hizmetini bitirmek üzere olan bir pratisyen hekim vardı. Aslında ben gitmeden önce orayı çekip çeviren kişi de oydu.
Odada ayrıca, biri bütün servislerde problem çıkardığı için hastane içinde sürüle sürüle bu polikliniğe atılmış, diğeri üniversiteden yeni mezun olmuş iki de hemşire vardı.
O gün şok üstüne şok yedim, çünkü servis niyetine beni henüz inşaat halinde bir koridora soktular. Baş hekimin beni neden öyle büyük bir gayretle karşıladığını anlamaya başlamıştım. Baktım adamcağız karşımda, bir hayli mahcup duruyor, nereden bulduğumu anlamadığım bir öz güvenle, merak etmeyin hallederim dedim.
Sonra da kolları sıvadım, gençliğin verdiği şaşkınlıkla olacak, hiçbir korkuya kapılmadım. Aksine hep keyifle çalıştım.
O yıl bir yandan kendimi eğittim. Öyle ya hiç akademisyenlik aklımda yoktu. Bizim eğitimimiz sırasında Hacettepe Pediatrinin meşhur sekizinci kat toplantılarında vaka sunmak haricinde topluluk karşısında konuşma bile yapmamıştım. Nasıl ders verilir, nasıl soru sorulur hiç bilmezdim. O zamanlar Türkiye’de, erişkin eğitimi diye bir kavram da yoktu, dünyada ise yeni yeni ortaya çıkmıştı. Bir arkadaşım, Kanada’dan kitap getirtti. O kitaptan faydalanarak kendimize erişkin eğitimci formatı vermeye çalıştık.
Bir yandan asistanları eğittim. Gerçi eğitim saatleri asistanların ne kadar işine yaradı hiç anlaşılmadı, ama pratisyen hekim ilk girdiği sınavı kazandı ve bana çok müteşekkir oldu, çünkü bir çok soruyu o eğitim saatlerinden öğrendikleri ile cevaplamıştı.
Bir yandan hemşireleri eğittim. Her ikisinin de içindeki cevher ortaya çıktı. O kadar ki henüz çalışmaya başladığım bir ay olmadan, servisimiz hala inşaat halindeyken, meningokoksemili çok ağır bir hasta geldi. Bu iki hemşire, tek sözümle, gün aşırı nöbete girdiler (o an hayatımdaki en değerli anlardan biridir). Henüz duvarlarda sıva bile olmayan servise attığımız bir şiltenin üzerinde hastamızı tedavi ettik. Tedavi etmek ne demek, resmen çocuğu Azrailin elinden aldık. Bu hemşireler, bu başarıdaki rollerinden sonra muazzam bir sevinç ve mesleki gurur duyarak, ekibimizin yeri doldurulamaz elemanları haline geldiler.
Bir yandan öğrencileri eğittim. Dönem 3 öğrencilerine bütün pediatri derslerini tek başıma anlattım. Diğer yandan dönem dörtteki öğrencilere yine bütün pediatri derslerini anlattım.
Bir yandan servisin ihtiyaçlarını saptayıp, servisin açılmasını sağladım. Kasım ayının ortasında mecburi hizmete başlamıştım. Benim servisin tamamlanması beklendiği için dönem 4 öğrencilerinin stajlarını ikinci yarıda başlatabilmiştik. Bir mucize gibiydi ama o yıl bir de bütün stajları tek başıma yaptırdım.
Gittiğim hafta bir sarı bebeğe kan değişimi yaparak, herkesin takdiri kazanmıştım. Aniden hastalarımız da artmıştı.
Tam bir yıl sonra, önce Kenan ve Hüseyin beyler daha sonra da Sırrı Abi geldi. Şimdi hala, Fırat Üniversitesinde, her Pediatri stajının başlangıcında bir tarihçe anlatılıyor ve benim adım da kurucu olarak geçiyor. O ilk öğrencilerimizden bir çok öğretim üyesi çıktı. Bu şeref de bana yeter.
O sırada öğrencilerime hep çok çalışmalarını önerirdim. Örnek olarak da kendimi verirdim. Bakın ben sadece pediatrist olmak için eğitim aldım ama, bakın burada hem de hiç eğitimini almadığım halde öğretmenlik yapıyorum, siz de çok iyi yetişin ki, olur da benim gibi, yeni kurulmuş bir tıp fakültesinde mesela Çemişgezek tıp fakültesinde hocalık yapmak üzere kura çekebilirsiniz derdim.
Şimdi geri dönüp bakınca, o acemilikle nasıl o kadar çok iş yapabildiğime inanamıyorum. Zaten ömrüm hep aşırı çalışmakla geçmiştir.
Ancak Fırat Üniversitesindeki ilk yılımdaki gibi yeni bir düzen oturttuğum, bir başka dönem daha var, o da KTÜ’deki Ana Bilim Dalı başkanlığım dönemi.
Mecburi hizmetim bittikten sonra KTÜ’ye geçtim, Doçentlik ve Profesörlüğümü burada aldım. Milenyum başında da, 2 kez üst üste yani toplamda 6 yıl boyunca KTÜ Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı başkanlığı görevi yaptım.
Başkan olduğum zaman, neredeyse 10 yılı aşkındır KTÜ’de çalışıyordum. İlk işe başladığımda Asiye Nuhoğlu ve Tahsin Teziç, hocalar KTÜ’den ayrılmıştı. Hoca olarak Profesör olarak Hilal Mocan, Doçent olarak Yusuf Gedik ve Ali Baki vardı. Yani ben dördüncü kişiydim. Erol Erduran, Yakup Aslan, Müjgan Sönmez ise asistandılar.
Ana Bilim Dalı başkanı olduğumda ise Yusuf Gedik, Ben, Erol, Yakup, Müjgan ve bir de aramıza yeni katılan onkolog Nilgün Kurucu vardı. Yani on yılda sayımız dörtten altıya çıkmıştı. İlk başladığımda Müjgan da Nörolojide yan dal yapmak üzere Hacettepe’deydi, yani fiilen 5 kişiydik.
Hemen bir dosya hazırladım, sağ olsun Nilgün, bu süreçte bana çok yardımcı olmuştur.
Doçentlik başvuru dosyamı bile bu kadar özenli hazırlamadım.
Eleman, mekanlar, aletler, bilim dalları, eğitim gibi konu başlıkları açıp, her bir konuya farklı bir kapak hazırladık. Daha sonra her bir bölümün içinde olması gereken/ mevcut durum/eksikler olacak şekilde alt başlıklar açtık.
Bütün yazdıklarımızı da bilimsel verilere dayandırdık. Mesela o zaman acilimiz yoktu, gece gelen hastalar büyük acilde dosya çıkartıyor, ondan sonra bizim servise yönlendiriliyordu. O hastalar da, nöbetçi asistanımız tarafından, servisin önünde şimdi yerinde camlı asansör olan bir boş odada muayene ediliyordu. Gece muayene olan hastalarımız hep büyük acilin hesabına geçtiği için hastanede en yüksek poliklinik sayısı acilde görünüyordu.
Mesela sırf acil isteği yazabilmek için, büyük acile gidip, tek tek hastaların yaşlarını tarayıp, bir ay boyunca gece gelen çocuk hastaların sayısını çıkartıp, yıllık ortalama acil sayımızı buldum. Diğer bütün konularda da aynı titiz ön çalışmayı yapıp, 3 yıllık çalışma planı hazırladım.
Daha sonra da bu dosyadan 4-5 tane hazırlayıp, Dekanlığa, Baş Hekimliğe ve Rektörlüğe gittim. Her birine dosyamı ayrıntılı olarak anlatıp, isteklerimi bildirdim, birer örnek de kendilerine bıraktım. Bir örneği de istediklerimden ne kadarını yapabildiğimi kontrol etmek üzere kendime sakladım. Daha sonra da her yıl, bu yıl yaptıklarımız, yapamadıklarımız dosyası hazırlayarak biraz önce saydığım makamlara ilettim. İşin aslında her üç makam da sanırım kapılarında beni görmekten bıktı usandı, sırf yüzümü daha az görmek için bir çok isteğimi yerine getirdiler. Tam da o sırada yeni bir hastane inşası yapıldığı için mekan ihtiyacımız dahil pek çok eksik giderildi. Ne mutlu bana ki o ilk planda düşündüğüm her şeyi gerçekleştirmiş şekilde emekli oldum.
Daha önceki yazılarımdan birinde hastane okulunun kuruluş macerasını kısaca yazmıştım. Bu yazımda da acilin kuruluş macerasını kısaca anlatmak istiyorum.
Ben meşhur dosyamı hazırlamışım, Asım Örem başhekim olmuş. Ben çocuk acil isterim diye tutturmuşum, ama kolayca kimseyi ikna etmek mümkün değil. Allah tarafından ilahi yardım aldım. Asım başhekim olduğu zaman hastanenin 11 katlı kısmında asansörlerin ne kadar yetersiz olduğu nihayet anlaşıldı da yeni asansör inşaatına başlandı. Hal böyle olunca bizim gece hasta baktığımız oda ortadan kalktı.
O sıralar İbrahim Özen dekan, Turkay Tüdeş de rektördü. Asansör inşaatını da kendime destek alarak hemen, acil isterim diye İbrahim Beyin, başının etini yemeye başladım. O zamana kadar bana bir türlü yer gösteremiyorlardı. Olağanüstü durumlar, olağan üstü çözümler üretirmiş. O sıralar acil şimdiki yerinde değildi, arka kapılardan bir yerden girilirdi. Meğer acilin içinde depo olarak kullanılan, sadece bir tane aydınlığa bakan penceresi olan, zeminden bir kat aşağıda, 50-60 metre karelik iç içe 2 oda varmış. Orayı bize çocuk acil yeri olarak gösterdiler. Sanırım yeri görünce olmaz, olamaz diye haykırıp, elim anlımda baygın düşmem gerekiyordu. Tabii normal bir hatun olsaydım.
Yer çok hoşuma gitti ve hemen kabul ettim. Üstelik sekreter olarak da bize eleman vermelerine gerek yoktu.
İbrahim hoca dekan olmadan önce başhekimdi, inşaat işlerinden bayağı anlıyordu. Bana ‘buranın zeminini döşetirim, duvarları boyatırım, bir de asma tavan yaptırırım, ama benden eşya filan bekleme, onları eski eşyalar deposundan bulursunuz’ dedi. Ama ‘bak yine de otuz bin lira masraf yapacağız, bu masrafı çıkartabilecek misiniz’ diye sormayı da ihmal etmedi.
Ben her zamanki öz güvenimle pişkin pişkin ‘tamam bir aylık bir anlaşma yapalım, eğer bir ayda o kadar kazanmazsam, üstünü cebimden size vereceğim, fazlasını kazanırsam, üstünü siz bana vereceksiniz’ dedim. İbrahim Bey gözlerini kısarak bana baktı ve anlaşmayı kabul etmedi.
Etmemekte haklıydı.
Sağ olsun, bu konuşmadan sonra çok kısa bir zamanda dediklerini yaptı. Biz de hemen ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek eşyaları bulmak üzere depoya gittik. Süheyla hemşire ile ben gidip depodan masalar, sandalyeler, bekleme sıraları, hatta kocaman bir desk bulduk.
Ancak depoya girmemiz de maceralı olmuştu. Kapıda kocaman bir kamyon duruyordu, kimseye lafımızı geçiremediğimiz için kamyonu çektiremedik. Baktım kamyonun anahtarları üzerinde atlayıp, kamyonu kapıdan çektim. Süheyla’ya bak görüyor musun acil uğruna kamyon şoförü bile oldum diyerek caka sattım.
Asansör inşaatı acil olduğundan bir ay içerisinde odamızı hazırladılar. Pediatrinin kıdemli hemşirelerinden Gülenay Uçar’ı acile başhemşire yapıp, minik ama çalışkan bir hemşire ekibi de kurdular.
İlk yıl, işim sanki başımdan aşkın değilmiş gibi, bir de acil konsültanlığı yaptım. Acilin asistan ekibini de servislerden ayırdık. Küçücük alanda hem poliklinik, hem gözlem, hem de kısa süreli yatış yapmaya başladık.
İçerideki odada ise ne kahvaltılar, ne dersler, ne günlük planlar yaptık anlatamam. Her sabah toplantıya gelir, asistanlarla gece gelen acil hastaları ve yatan hastaları ayrıntılı olarak konuşurdum. İşimiz saat dokuzdan önce biterdi. Hep birlikte acile kahvaltıya giderdik. Kahvaltı yaparken önümüzdeki günü planlayıp, her bir asistana o gün yapmaları gereken işleri tembihlerdim. Asistanlar kendi polikliniklerine çıktıktan sonra ben biraz daha kalır, gelen hastalarla ilgilenir, yatan hastalara vizit yapardım.
Ancak ondan sonra ikinci kattaki odama çıkardım. Öyle günler olurdu ki, sabah dersim varsa her sabah saat sekizde iş başı yaptığım halde, ancak öğlen odama gidebilirdim.
Tabii işi ciddiye alınca o minicik alanda çok işler başardık. Derhal pediatrinin poliklinik sayısı büyük acili aştı. Yeni bina tamamlandığı zaman, artık çocuk acil gerekir diye savaşmama gerek kalmamıştı. Şimdiki yerine taşınmadan önce sanırım bir yıldan uzun süre o küçük alanda acil işlettik. Şimdiki acil de benim başkanlığım sırasında kuruldu. O zaman sadece oda sayısı için kavga ettik. Bence biz yenildik. Büyük acilcilere sorarsan onlar yenildi.