Ben, Trabzon’da, Kunduracılar Caddesi üzerindeki bir evde doğdum. Şimdi o sokakta, Ogün gümüşçünün yanında bir İhlas Mağazası var, mağazanın üzerindeki kat benim doğduğum ve liseyi bitirene kadar yaşadığım evdi.
Kapıdan içeriye girince karşınıza upuzun bir koridor çıkardı. Koridorun bir tarafında mutfak, tuvalet ve banyo, diğer tarafında da yatak odaları sıralanmıştı. Koridorun sonunda ise dikdörtgen bir salon yer alıyordu. Salonun caddeye ve yandaki çıkmaz sokağa (şimdi çıkmaz değil) bakan pencereleri ve cadde cephesinin tam ortasında ferforje bir balkonu vardı.
Ev aslında bir apartman idi, ama sanırım, sadece mağaza katı ile bizim kat Rumlardan kalmaydı, üst katlar ise daha sonra eklenmişti. Çünkü bizim katta duvarlar o denli genişti ki, pencerelerin iç kısmında 40-50 cm genişliğinde yerler vardı. Bu nişlerden birinde benim oyuncak ev takımlarım bulunurdu. Bademcik ameliyatı olduğum zaman neredeyse kanamadan ölecek hale gelmiştim. Hastaneden çıktığımda yatacağım divanın dayalı olduğu pencerenin önünde, bardak çanak, yatak döşek, masa koltuk, hatta banyo küveti ve dikiş makinesi bile olan komple bir ev beni bekliyordu. Minicik, içine sadece bir damla su alan kaşıklarım bile vardı. Ufacık plastik bebeklerin ağızlarını delmiştik, bu kaşıklarla ağızlarına su damlatır, bebekleri işetirdik, sonra da güya artık yıkanmaları gerekirdi o zaman da küvette yıkardık. Sibel’in (Güneş teyzemin kızı) adını ‘sivri’ koyduğumuz, ve şimdiki ‘barbi’ bebeklerin ilk örneği olan, ince topuklu, koca memeli, kıvırcık saçlı nefis bir zenci bebeği vardı. Onu da bebeklerin annesi olarak düşünürdük.
Evde bu salonun dışında 4 tane daha oda vardı. Bu odalardan birine merdiven boşluğundan ayrı bir kapı ile girilirdi. Bu oda ve onun içinden geçilen bir diğer oda, yani odalardan ikisi muaynehane olarak kullanılırdı. Evden muaynehaneye geçiliyor olması muhtemelen peder beye oldukça rahatlık sağlıyordu, ancak bize çok az yaşam alanı bırakıyordu. Çünkü ev kalabalıktı. Anne, baba, 4 kardeş, bir teyze kızı ve bir de başka teyzem (MUKE) vardı. Apartmanın en üst katında ise Güneş teyzem otururdu. Onun 2 çocuğu da sabahtan akşama kadar bizim evdeydi. Bütün bu kalabalık 2 yatak odası ve bir salonda yaşardık.
Salonun bir köşesinde önceleri fındık kabuğu yakan bir soba vardı, daha sonra gaz sobası alındığında bunun çok kolaylık olduğu düşünülmüştü. Çok eskiden mutfakta gaz ocağı da vardı, muhtemelen gaz sobası alındığı dönemde o da tüplü bir set üstü ocakla değiştirilmişti.
Şimdi böyle yazınca çok yokluk çektiğimiz sanılmasın, aksine oldukça varlıklıydık. Mesela dayım Amerika’dan Westinghause marka bir buz dolabı göndermişti, tam olarak benimle yaşıt bir buz dolabıydı. Sanırım o zamanlar değil Trabzon’da, Türkiye’de bile buzdolabı olan ev sayılı idi.
Odun yakan bir şofbenimiz vardı, nedense annem Perşembe gününü yıkanma günü ilan etmişti ve sabahın köründe kalkıp, sobayı yakar, bizi de uyandırıp, yarı uykuda yarı uyanık sıra ile yıkardı. Gözlerimi her seferinde içine sabun kaçmasın diye fanilam ile kapatırdım.
Eve merdaneli çamaşır makinesinin alındığı zamanı ise hayal meyal hatırlıyorum. Merdanesi çocuklar için oldukça tehlikeli olduğundan çamaşır sıkmamıza izin yoktu, ama en sevdiğim işti.
Diğer evlerde olmayıp da bizde olan bir başka şey de telefondu, aslında bu telefon muaynehanenin telefonuydu, ama dediğim gibi muaynehane de zaten evin içindeydi. Siyah renkli, önünde parmak sokarak çevrilen, yuvarlak bir numaratörü olan ve çalmaya başladığı zaman yeri göğü inleten bir şeydi.
Yani bayağı lüks içindeydik.
Ben daha ilk okula gitmeden annem, ‘Steinhall’ marka, fildişi tuşlu, tahta klavyeli, müthiş romantik sesi olan antika bir piyano buldu. Ev sanki çok boşmuş gibi, salona bir de kocaman piyano geldi.
O sıralar Boztepe’de bir Amerikan üssü ve askerlerin işlettiği bir radyo vardı. Evde, devamlı bu radyoyu dinlerdik, çünkü Amerika’da yeni çıkan bütün şarkılar, hemen bu radyoda da çalmaya başlardı. Bu şarkılar, aylar sonra, Türkiye radyolarında da çalınmaya başladığı zaman, biz bu şarkıları çoktan ezberlemiş, artık bezmiş bile olurduk.
Bir de karşı komşumuz ‘Güçlücan’ isimli bir plak dükkanıydı. O dükkan da Türkiye’de hangi kırkbeşlik çıktıysa, mahalleliyi de Allah yarattı demez, sabahın köründen, gece karanlığına kadar bangır bangır, aynı şarkıyı defalarca çalardı.
Ben çok küçükken ‘mavi gözlü sarışın kız, gel gidelim adaya biz’ şarkısını çaldıkça ben kıskançlık krizleri geçirmişim. Neden hep Sermin’in şarkısı çalıyor diye maraza çıkarmışım, anacığım da gidip adamdan rica etmiş, gönlüm olsun diye bir ‘Ayşem’ türküsü bulup çalmışlar.
Benim en çok hatırladığım Güçlücan travması ise şudur; henüz Nilüfer’in yeni ortaya çıktığı bir zamandı, üniversite sınavına ‘dünya dönüyor, sen ne dersen de’ çığlıkları arasında hazırlanmıştım (yanlış anlaşılmasın Nilüfer’e bayılırım).
Yani o evde istesen de istemesen de müzikle ilgili olmak zorundaydın. Bir de galiba çok küçük olduğum için ben hariç, evdeki bütün çocuklara mandolin dersi aldırılırdı. Bir gün Sermin sinirlenip de hocanın yanında mandolini kuyruğundan tutup yere çarpana kadar bu böyle devam etmişti.
Eve piyano geldiği zaman ise, piyanonun adı Nermin’in piyanosu oldu. Artık o kalabalıkta, nasıl seçildiysem, Nermin ve ben piyano dersleri almaya başladık. Nermin sanırım lisede ben ise daha okula bile gitmiyorum. Kamil Oruç hocadan aralıklarla, birkaç sene ders aldım.
Tabii ders almak başka, müzisyen olmak başka. Bende hiç müzik kabiliyeti yoktur. Ne kulağım, ne sesim. Allah vermeyince vermiyor. Ama elim oldukça beceriklidir.
O zamanlar piyano çalmadım değil, çaldım, ama sadece el becerisi ile çaldım. Kendim üzerine tek bir nota bile koyamadım, tek bir şarkıyı kulaktan duyma çıkartamadım. Sonunda bakıldı ki benden ne köy olur ne de kasaba, zaten annemin de sağlığı kötüye gidiyordu. Dersleri bıraktım.
Gene de bu dersler oldukça işime yaradı, Lisede müzik sözlüleri benim için bir işkenceydi. Trabzon Lisesi, Türkiye’nin en eski liselerinden biridir. Piyanosu da olan bir müzik odamız vardı. Her yıl, piyanoda, Kamil Oruç Hocamın en son öğrettiği parça olan Beethoven’in, Für Eliz (hani şu telefonlarda insanı bekletmek için çalan miremiremisiredola) parçasını çalışır ve sınıfta sözlü niyetine çalardım, ancak bu şekilde müzik dersinden geçer not alabilirdim.
Sonuç olarak o kadar ders aldım, sadece aklımda bu parçayı çaldığım kalmış. Zaten liseden sonra da yurtta kaldım, artık istesem de çalışacak imkanım olmadı.
Şimdi yıllar sonra, emeklilikte yeniden piyano çalmaya heveslendim. O eski piyano artık kuzenlerimden birini evinde olduğu için yeni bir elektronik piyano aldım. Piyanonun sesi eski piyanom kadar güzel, istesem havalı org sesi, keman sesi bile çıkarabiliyorum.
Sekiz aydan beri de müzik fakültesinde okuyan 22 yaşındaki bir çocuktan (Can Başaran) ders alıyorum.
Bütün nota bilgimi filan unutmuşum, ama tabii ilk kez başlayan birine göre çok daha kolay hatırladım, artık nota deşifre etmekle ilgili pek sorunum kalmadı. Ben gene de çok daha çabuk ilerleyebileceğimi düşünüyordum. Hocam ise benden çok memnun, ben çaldıkça o yeni parçalar ödev veriyor.
Ben de keyifle hemen her gün yarım saatten iki saate kadar uzayabilen bir süre piyano çalışıyorum. Şimdi çalışırken kimsenin kulağına işkence yapmamak için kısık sesle çalışıyorum. Sermin boşuna mı müstakil evde yaşıyoruz, bağırta bağırta çal diyor, ama ben köyün inekleri sütten kesilmesin diye hala alçak sesle çalışıyorum.
Ders almaya başladığım 8 ay oldu. Hocam bana, Für Eliz’in kolay bir versiyonunun ilk bölümünü çaldırdı. Ben ise bunu daha çocukken, hem de hatırladığım kadarı ile sayfa çevire çevire oldukça uzun bir şekilde çalıyordum deyip, internetten, en zor ve gerçek versiyonunun tamamını indirdim.
Şimdi bu günlerde onu çalmanın derdindeyim. Galiba eskiden daha kolay bir versiyonu çalıyordum, ama şimdi gururuma daha kolayını yediremem. Bu parça benim için önemli bir gösterge, demek ki daha bir yıl olmadan önceki bilgileri hatırlamışım.
Sadece onu da değil, şöyle ufaktan ufağa kendime bir klasik müzik repertuarı yapmaya başladım. İnşallah seneye daha da iyi olacağım.
Emekli olan ve olacak arkadaşlarıma yeniden öneriyorum. Mutlaka size mutluluk veren birkaç hobi edinin. Bunca yıl bu kadar özveri ile çalıştıktan sonra, keyifli bir emekliliği hak ettik.
Trabzon Lisesinde müzik öğretmenimiz; Kamil Oruç’un piyano başında Saraydan Kız Kaçırmayı çakarken, kendinden geçip yaptığı hareketlere bayağı gülerdik.