1999 yılında büyük Marmara depremi olduğu zaman, bu felaketin arkasından büyük hastalık salgınları çıkacak diye ciddi bir endişe olmuştu. O zaman Dünya Sağlık Teşkilatı ‘’Türkiye’de iyi bir koruyucu Sağlık teşkilatı vardır, büyük ölçekli salgın hastalıklar beklemiyoruz’’ diye rapor vermişti. Gerçekten sadece çok küçük ölçekli birkaç ishal vakasından başka bir şey olmadı ve deprem sonrasında salgın bir hastalıktan hayatını kaybeden tek kişi bile olmadı.
Ben de çevremdeki insanlara korkmayın Türkiye’de salgın çıkmaz diyordum. Bu konuda sözlerimden çok emindim, çünkü tecrübelerime dayanarak konuşuyordum. Haziran 1990’da Doğu Karadeniz bölgesini vuran ve Giresun’dan Trabzon çıkışına kadar bütün dereleri taşıran muazzam bir sel olmuştu.
Ben o sıralarda Trabzon’da idim, bir hafta boyunca aralıksız yağmur yağdıktan sonra, o gece 2 saat boyunca her biri bir çay bardağını dolduracak boyutlarda damlalarla inanılmaz bir yağmur yağmıştı. Tuhaf bir gece idi, gece vakti gökyüzü resmen kızarmıştı. Elbette iyice suya doymuş olan toprak, bu son yağmur darbesi ile sıvılaştı ve yamaçlardan inerken, vadilerden geçerken, önüne geleni içine katıp sonunda denize ulaştı. Muazzam miktardaki toprak, taş, ağaç, eşya, araba, akla gelebilecek enkaz denize doldu.
Bütün evlerin dere yataklarına kurulu olduğu bu memlekette bu boyutlarda bir felakette sadece 50 kişinin hayatını kaybetmesi bir mucize aslında. Meğer halkın erken alarm sistemi varmış, herkes silah atarak komşuları uyarmış ve insanlar evlerini terk etmişler.
Çamurlu su öyle bir güçle önüne kattığını içine alıp yürümüştü ki aylar hatta yıllar boyunca meydana gelen tahribat silinmedi.
Bütün ağaçlar yerlerinden çıkmış, etrafa çarpa çarpa ilerlerken kabukları soyulmuş ve denizin yüzeyini göz alabildiğine soyulmuş ağaç kütükleri doldurmuştu. Dağlardan inen toprak dere ağızlarında ancak birkaç yıl sonra eriyen adalar oluşturmuştu. Ev eşyaları, arabalar, iş makineleri ta Batum’da yüzeye çıkmıştı. Giresun’dan Değirmendere’ye kadar bütün köprüleri sel almış, dereler boyunca dere yatağı doldurularak yapılan bütün yollar kopmuş, bütün köylere, kasabalara ve şehirlere ulaşım durmuş halde idi.
Hatta üniversiteye giriş sınavı ertelenmediği için bu olaydan bir hafta sonra gençler iş araçlarının kepçelerinde derelerin bir yanından diğer yanına geçirilmişlerdi. O zamanın gazete arşivlerinde bu resimler hala mevcut olmalı.
Bu arada size bir gözlemimi anlatmak zorundayım, o selde Trabzon’da eski usul granit taşlı ve yağmur suyu kanalizasyon sistemi olan tarihi yollar sadece yıkandı, bir damla bile su tutmadı. Eski taş köprülerden sadece bir tanesi yıkıldı (ki onun köprü ayağındaki kayayı yakın zamanda dinamit ile uçurmuşlardı), diğer bütün kemerli taş köprüler ayakta kaldı. Buna karşılık asfalt yollar birer sel yatağı haline geldi, günlerce suyu boşalmadı ve yeni usul köprülerin hapsini en az bir bacağı koptu. Çünkü bu köprüler dere yatağına saygı göstermeden yapılmış, yollar yapılırken yağmur hesaba katılmamıştı. O nedenle ben Karadeniz bölgesinde bu kadar büyük ölçekli olmasa da her sene ölümlü sonuçlanan sel felaketlerindeki kayıpların doğanın suçu değil insanoğlunun doğaya karşı saygısızlığın sonucu olduğunu biliyorum.
Her neyse asıl konumuza dönecek olursak, bu sel felaketinin üzerinden 12 saat bile geçmeden İran’da bir çok ölümle sonuçlanan bir deprem meydana geldi. Böylece yukarıda bahsettiğim sel felaketi dünyanın gözünden kaçtı. Hiçbir yerden dış yardım gelmedi. Bizim bölge insanı da her şeyi devletten bekleyen insan modeli değildir, ertesi gün herkes küreklerini kapıp işe koyuldu.
O zaman henüz ulaşılamamış bir çok köy olduğundan bir şehir efsanesi olarak, köylerde toplu ölümler olduğuna dair söylentiler çıktı. O zaman ben çok korkmuştum, çünkü Numune Hastanesinden servisimize durumu oldukça ağır bir tifo vakası sevk edilmişti. Bu çocuk selden bir gün önce Maçka’dan gönderilmişti ve şu anda da Maçka yolları kapalı idi. Ben kendimce selden önce tifo varsa, şimdi bütün sulara bulaşmıştır ve Maçka tifodan kırılıyor olabilir diye kuruntu yapıp duruyorum. Tabii bu endişemi konu ile ilgili enfeksiyon ve halk sağlığı bölümlerinin hocaları ile de paylaştım, onlar da tifo vakalarından haberdardı (çünkü o gün Maçka’dan Trabzon’a sevk edilen tek tifo vakası bizim servise yatan hasta değilmiş) ve oldukça endişeliydiler.
Selden 2-3 gün sonra enfeksiyon hastalıklarından İftihar Köksal ve halk sağlığından Erdal Beşer hocalar ve ben birlik olup, bir de üniversiteden dört çeker araç ayarlayıp, aklımız sıra, Maçka’ya doğru bir kurtarma operasyonuna çıktık. Yolların nasıl hasar görmüş olduğunu tarif edemem, yeni hiçbir köprü yok, yerlerinde yeller esiyor. Bazı yerlerde yol da yok, vadi boyunca dereye yapılmış olan yoldan dere resmen ısırıklar koparmış, kendi binyıllardır açtığı vadiyi geri almış.
Allah’tan bu vadide eski İpek Yolunun bir parçası var. O yol dereden oldukça yükseğe inşa edilmiş ve köprülerin ayakları da gerçek kayalara dayalı olduğu için yolda bir nebze olsun hasar yoktu. Biz yolun çoğunu bu tarihi yoldan geçerek Maçka’ya varabildik.
Maçka’da bizi takım elbiseleri içerisinde o bölgede yıllardır çalışan bir pratisyen hekim karşıladı. Bize bu adamın bölgede tanınan ve sevilen ve oldukça deneyimli bir doktor olduğu söylenmişti. Benim gözümde hemen yıllarını Maçka halkına adamış bir kahraman canlanmıştı. Ama adamla tanışınca ilk anda büyük bir hayal kırıklığına uğradım, çünkü hiç de öyle kahraman birine benzetemedim. Belirgin içki göbeği olan, dahası yanına yaklaşınca iki metreden itibaren buram buram içki kokan bir adamdı. Öyle ki aklımdan, kibrit çaksam, nefesi alev alır diye geçirdiğimi hatırlıyorum.
Genellikle insanlarla ilgili ‘’ilk an’’ izlenimlerim doğru çıkar, sadece nadiren yanıldığım olur. Ama bu meslektaşım, en büyük yanılgılarımdan biridir, çünkü günün sonunda adamın en büyük hayranı ben olmuştum. Tabii bu hayranlığımı sonuna kadar hak etti.
Bizi sanki hiçbir derdi yokmuş, her şey güllük gülistanlıkmış gibi, hiçbir stres belirtisi göstermeden karşılayıp önce çalıştığı sağlık ocağını ve kaldığı lojmanı gösterdi. Sağlık ocağı da doktorun lojmanı da dere yatağının içerisindeydi. Şimdi ne sağlık ocağı kalmış, ne lojman kalmıştı. Bize eliyle hala gürül gürül akmakta olan dereyi gösterip sağlık ocağı oradaydı dedi. Gece bir gürültüye uyanmışlar, bakmışlar ki, odalarının bir duvarı yok, adamın yatak odasının yarısı dereye karışmış, eliyle hayali bir duvar çizip şurada elbise dolabı vardı diye bize gösterdi.
Bu konuşmayı yaparken de, en küçük bir üzüntü ya da heyecan göstermiyordu. Ben de eyvah başımız büyük dertte, bu adam çok gamsız, millete acaba ne oldu diye düşünüyorum ve ısrarla tifo hastalarını soruyorum.
Bundan sonrası masal gibi; o sarhoş diye beğenmediğim, üstelik kendisi de en ciddi şekilde felaketzede olan adam, bütün suları kontrol ettirmiş, tifoya sebep olan kanalizasyon sızıntısını bulup, tamir ettirmiş, suları ilaçlatmış, bunlar da yetmez gibi okulun birini geçici sahra hastanesine çevirip, bütün tifo hastalarını tedaviye almış. Biz güya kurtarıcı olmaya gitmiştik, sadece doktora ve yaptıklarına hayran kalıp, bir de güzel mangal yiyip geri döndük.
Kanalisyon sızıntısı selden önceki yağmurlarda meydana gelmişti ve ilk tifo vakaları selden bir iki gün önce Trabzon’a gönderilmeye başlanmıştı. Suların analizi ve ilaçlanması selden önce yapılmıştı. Ancak bu suyu daha önceden içmiş olan kişilerde hastalık çıkmaya devam ediyordu, sel meydana geldikten sonra yeni hastaları sevk etme imkanı kalmamıştı. Ama asıl hastalık şimdi patlak vermişti. Derhal bir okul boşaltılmış, içine yataklar atılmış en az 40-50 hasta hastaneye yatırılıp tedavileri başlanmış idi. Ben hayatımda hiç orada gördüğüm kadar net tifo döküntüsü (taşe rosea) görmedim. Ancak biz oraya vardığımızda son 24 saattir yeni vaka gelmiyordu, yani salgın kontrol altına alınmıştı.
Bundan sonra da hiç kimsenin bu doktora madalya filan verdiğini sanmıyorum. Zaten adamcağız o kadar doğal bir şekilde yapması gerekenleri yaptı ki herhangi bir takdir beklediğini de düşünmüyorum. Bizi de hiç kimse görevlendirmemişti, eğer işleri yerel hekim bu kadar profesyonel bir şekilde ele alıp, yapılması gereken her şeyi yapmış olmasaydı, bütün bunları yapmak üzere kendi kendimizi görevlendirmiştik.
İşte bu hikayeyi bildiğim için ciddi ciddi iddia ediyorum. Bu memleket yaralanırsa TÜRK HEKİMLERİNE EMANET EDİN, biz sararız yaraları. Bir doğal afetten sonra salgın malgın da çıkartmayız.
Tabii hepimiz bu günlerin modası ‘ hekime şiddet ‘ salgınında kurban gitmediysek.