Bu bloğu yazmaya başlarken niyetim bir sivil tarih kaydı tutmaktı. Ancak yazılarımdan bazıları, özellikle ortak anılarım olan insanlar için çok daha fazlasını ifade etti. Bir anı bir diğerini çağrıştırdı, çok kez benim unuttuklarımı da hatırlayanlar oldu. Bir çeşit interaktif anı bankası oluşmaya başladı. En çok bu yazım için farklı anılar gelmesini isterim.
Öğrencilerimin bana defalarca hatırlattıkları bir söz var. Henüz böyle bir anı kaydı tutmak aklımdan henüz geçmezken bile, sık sık ‘söz uçar yazı kalır’ derdim. Bu sözü genellikle öğrencilerimin, asistanlarımın hasta dosyalarını düzgün tutmaları için söylerdim. Eski öğrencilerimden biri bana, sırf bu sözümü tutup, bir acil hastası için yazdığı notlara saat ve tarih eklediği için bir sürü adli soruşturmadan nasıl kurtulduğunu anlatan bir teşekkür yazısı yazmıştı.
Keşke günlük tutma alışkanlığı daha yaygın olsa. Mesela annemin hayatının herhangi bir döneminde yazmış olduğu bir günlüğü okuyabilsem. Ne kadar anlamlı olurdu. Çünkü, benim annem, aile genelinin aksine oldukça kısa yaşadı, bu yıl ölümünün üzerinden tam 45 yıl geçti. O vefat ettiği zaman ben henüz 15 yaşımı bitirmemiştim, dolayısıyla ona dair anılarım bayağı kısa dönemi kapsıyor.
Annem son beş yılını meme kanseri ile mücadele ederek, oldukça sıkıntılı geçirdi. İnsan, o yaşlarda kendi annesinin bir zamanlar çocuk olduğunu, hatta ölümlü olduğunu bile idrak edemiyor. Şimdiki aklım olsa, hastalığı süresince çocukluğu ile ilgili bir sürü şey sorardım, ama ne yazık ki çocukluğu ve gençliği ile ilgili çok az anısını biliyorum.
Mesela sanırım 10 yaş civarındayken, Pazar’daki evin olmazsa olmazı ahırın üst katından düşmüş.( İki katlı ahır mı olurmuş demeyin, bu ahırı ben bile hatırlıyorum, üst kat samanlıktı ve parmaklığı olmayan bir merdiveni vardı. Annemin zamanında merdiven daha bile tekinsiz olabilir).
Annemi merdivenin dibinde baygın halde bulmuşlar ve demek ki ulaşılabilecek doğru düzgün bir hastane olmadığı için 20 gün civarında evde kendini bilmez bir halde yatmış. Uyandığında hala gözlerinin altı rakun gibi mosmormuş. Şimdi bir doktor olarak düşününce ne kadar ciddi bir beyin travması (muhtemelen kafatası bazalinde bir kırık) geçirmiş olduğunu anlıyorum. Yani anam 50 yaş civarında meme kanserinden öldü ama 10 yaşından sonra yaşamış olması bir mucizeydi.
Üstelik hiçbir hasar da kalmamıştı. Eksiği değil, her şeyinin çokluğu vardı. Çok güzel, çok akıllı, çok becerikli bir kadındı.
El becerisi gerçekten takdire şayandı. Elinden her iş gelirdi, son günlerine kadar elinden el işi düşmedi. O zamanki yöntemlerle yapılan radikal meme ameliyatından sonra kollarında ciddi lenfödem oluşmuştu (şimdi bu kadar belirgin ödem olmuyor). Kollarının bu hali bile başlangıçta ona engel olmamıştı. Aksine eskisinden daha çok oturduğu için el işi yapmayı iyice abartmıştı. Bütün kardeşlerine yatak örtüsü, masa örtüsü filan örmüştü, şimdi o örtüleri elişi kataloglarında bile bulamazsınız. Zamanla hastalığı ilerledikçe, ağır şeyler kaldıramaz olmuştu, gittikçe daha ufak parçalar yapmaya başlamıştı. Hala mutfakta onun ördüğü tutacakları kullanıyoruz.
Aile içerisinde onun sinemada iki sıra önünde oturan kadının el örgüsü hırkasını beğenip, ele gelip aklından aynı örneği çıkartması hikayesi sıkça anlatılırdı. Bir seferinde de bir hanımın örneğini çok beğenip örnek istemiş, kadın anneme örneği vermemiş, ancak arada bu örneğin şişle değil de tığla yapıldığını kaçırmış. Annem özel olarak şiş büyüklüğünde tığ alıp, kadının örneğini çıkartmıştı. Bu örneği yapmayı o kadar çok sevmişti ki hemen her birimize hırkalar örmüştü.
Yani annem eli işli denilen kadınlardandı, en sık söylediği sözlerden biri ‘ne yapsan elinle o gelir seninle’ idi. Ben de onun sözünü tuttum, elimle bir şeyler yapmayı her zaman sevdim. Zaten daha 5 yaşındayken elimi örgü şişi, tığ falan verirdi. Ben de el işi yapmaya daha o zamandan başlamıştım.
Ne zaman bir yemek yapsam ve beğenilse Mukaddes teyzemin en büyük iltifatı ‘bu kız anasının elini almış, lezzetli yemek yapıyor’ demekti.
Annemin tek marifeti el işleri değildi. Kendi çapında bir devrimci ve bir feminstti. Gözü kara bir insandı. Bu özelliğiyle kardeşleri için de hayat dönüştürücü olan bazı eylemleri vardır.
Aile içerisinde çok anlatılan, yalnız kendisinin değil, kendinden küçük kız kardeşlerinin de hayatını değiştiren cesur bir atılımı vardır. Bence bu hikaye annemin hayata karşı dik duruşunu gösteren çok ilginç bir örnektir.
Annemin kendi ağzından dinlediğim kadarı ile aktarmak istiyorum. Annem ilkokulu, Rize Pazar’da okumuş, ancak daha sonra Pazar’da orta okul olmadığı için okula gidememiş. Dayımı ( Hasan Telatar) ise Trabzon Lisesine yatılı göndermişler. O zaman kara yolu da yok galiba, çünkü dayımın vapur ile geliş gidişleri sıkça söz konusu olurdu.
Annem ilk okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Pazar’da orta okul açılmış. Annem de bir heves gidip kendisini ve daha sonra ikisi de hakim olan Mualla ve Güneş teyzelerimi de okula yazdırmış. Annem, ortaokula gittiği zaman okumayı bile unutmuş ve yeniden öğrenmek zorunda kaldığını söylemişti. Demek ki arada en az birkaç yıllık boşluk vardı.
Ancak burada ilginç bir ayrıntı daha var. Okula kayıt yaptırmak için annemden nüfus kağıdı istemişler. Anca galiba o zamanlar ilkokul için buna gerek yoktu ki kız kardeşlerden hiç birinin kimliği yokmuş. Kimlik olmaması bir yana doğum tarihini tam olarak bilen de yokmuş.
Dedem sadece yaşayan tek oğlu olan dayımın doğduğu günü Kuran yaprağına kaydetmiş, ama kızların hiç birini kayıt etmemiş. Buna bakarak dedemin kız çocuklarına değer vermediğini düşünmek pek doğru olmaz, çünkü her birine çok iddialı ve güzel isimler koymuş. Demek ki o zamanlar doğum günlerinin filan bir önemi yoktu. Çocuklarından yaşayanların isimleri sırası ile şöyle; Malike, Mukaddes, Nehar, Hasan (büyük dedemin adı), Mualla ve Süreyya Güneş.
Evet, annemin gerçek adı NEHAR idi, ama aile arasında Rize lehçesi ile değişerek NAHAR, hatta NAAR şekline dönüşmüştü. Sosyal hayatta ve resmiyette ise herkes onu NİHAL olarak bilirdi.
Annem okula gitmeye o kadar istekliymiş ki, hem kendisine hem de kız kardeşlerine kimseden izin almadan kimlik çıkarttırmış ve okula kayıtlarını yaptırmış. Bu sırada da galiba nüfus müdürlüğündeki adamın hatasıyla adı Nihal olarak yazılmış. Doğum tarihleri ise daha da ilginç, anam hepsini kafasından uydurmuş. Aralarında en az 2 yıl yaş farkı olan iki hakim teyzemi de ikiz gibi kayıt ettirmiş. Galiba yıllar sonra Güneş teyzem yaş ve isim düzeltmesi yaptırdı, çünkü orijinal kimlikte adı Güneş kelimesinin Lazcası olan Cora şeklinde yazılmış.
Kendisine de ne ilginçtir ki cumhuriyetin kuruluş yılı olan 1923 yılını doğum yılı olarak seçmiş. Bu tarih aslında kabaca doğru olmalı. Annemden büyük olan teyzem muhacirlikten sonra doğmuş, annemden sonra gelen dayımın doğum tarihi tam olarak biliniyor, ancak arada bir de 40 günlük ölen bir erkek çocuk var.( Yani eğer annem kendine doğru bir doğum tarihi seçtiyse tam 50 yaşında vefat etti.)
Yanılmıyorsam bu furyada MUKE teyzeme de kimlik çıkartmış, ama teyzecim o sıralarda bile sedef hastası imiş, hastalığını bahane ederek okula gitmeyi ret etmiş.
O zamanki duruma göre oldukça büyük asilik sayılabilecek bu durum nedense dedem Cevdet Efendi tarafından anlayışla karşılanmış. Çünkü ne de olsa kendisi de tahsilli ( şimdiki orta okul dengi bir okuldan mezun, ama zamanına göre çok iyi okumuş) bir adammış. Üstelik de dedemin anneme karşı inanılmaz bir düşkünlüğü varmış, çocukları içerisinde annemi yüreğinde bir başka yere koyarmış. Rivayete göre annemden sonra 2 erkek ( biri ölmüş bile olsa) çocuk doğduğu için annemi uğurlu olduğuna inanırmış.
Neyse hem annemin hem de iki teyzemin ortaokul maceraları pek belirgin değil. Sadece annemin sınavlara çalışırken lüx lambası ışığında okuduğunu, mutlaka büyük babasının (anneannemin babası) yatağının yanında çalıştığını anlatırdı. Aile içinde bu büyük babanın bir çeşit medyum hatta evliya olduğuna inanılır, birçok ön görüsü defalarca anlatılırdı. Annem de bir yandan derse çalışırken, bir yandan da büyük babanın ‘ hadi artık yeter, artık uyu kızım’ demesini beklermiş. Çünkü ancak annem sınavda çıkacak olan bütün soruları çalıştıktan sonra yatmasını istermiş.
Ortaokula başlamak için nasıl annem mücadele ettiyse, annemin liseye başlaması için de anneannem Sare Hatun (Anneler) mücadele etmiş. Annem lise çağına geldiği zaman gene lokal bir seçenek yokmuş. Anneler ise, annemi öğretmen okulu okuması için İstanbul göndermeyi kafaya koymuş. Çünkü en büyük teyzem o sırada İstanbul’a gelin gitmiş. Ancak dedem bu kez, okuyan kız orospu olur diyenlere uyup karşı çıkmış, kız çocuğu okutulur mu diyecek olmuş. Anneler dedeme benim 5 kızım var, bırak bu da orospu olsun diyerek bayrak açmış. Dedem bu laf üzerine bakmış karısına sözü geçmiyor, annemi okula göndermeye razı olmuş.
Bakar mısınız ailedeki savaşçı kadınlara?
O zamanlar Pazar’dan İstanbul’a gitmek için vapurdan başka bir seçenek yokmuş. Pazar’da da deniz bir liman yapacak kadar derin olmadığı için gemi açıkta demirler, yolcular, yükler kayıkla gemiye ulaştırılırmış. Anneler sonunda mücadeleyi kazanıp da annemi okula gitmek üzere yolcu ederken, heyecandan kayıktan denize bile düşmüş. Annem sonunda okula başlayabildiğinde birinci karne tatiline sadece bir hafta kalmış. O zamanlar şimdiki gibi değil, bir öğrenim yılında 3 kez karne alınırmış. Annemin öğretmen okulundaki ilk karne tatili, arkadaşlarından geri kaldığı, kaçırdığı derslere hazırlanarak geçmiş.
Annemden sonra gelen kız kardeşlerin okula gönderilmesinde aileden hiçbir pürüz çıkmamış. Her iki teyzem de annemin hayatları üzerindeki rolünü sık sık dile getirmişlerdir.
Annemin ilk görev yeri de Limanköy denilen bir yerdi. Pazara oldukça yakın olmasına rağmen o zamanki şartlarda günlük gidip gelmek mümkün olmadığı için orada anneme bir ev açılmış. Çocukluğumda her Trabzon/ Pazar arası seyahatimizde annem ilk görev yerini bize mutlaka gösterirdi.
Çalışmaya başladıktan sonra Pazar’da hekim olarak çalışan babam annemi istemiş, dedem pek vermek taraftarı olmamış ama anneler bu evlilik için pek istekliymiş. Sonuç olarak demek ki bizim dünyaya geleceğimiz varmış ve evlenmişler.
Burada çok ilginç bir anekdot daha var. Evlenince babam anneme artık sen çalışma, ben sana bakarım demeye kalkışmış, annemden istersen sen çalışma ben sana bakarım diye cevabını alıp kiminle evlendiğini idrak etmiş.
Öz güvene, kendini bir birey olarak tanımlayışına, hayata karşı dimdik duruşuna bakar mısınız?
Bu cevap, doktorla, mühendisle, zengin adamla evlendim evimde oturayım diyenlere ders mahiyetinde. Bu konuşmanın 1940’lı yıllarda yapıldığına dikkat çekerim.
Gerçekten de işini çok severek ve başarıyla yaptı. Şimdi bile onun öğrencilerinden anneme dair inanılmaz güzel şeyler duyuyorum.
Çocuklara neyi nasıl öğreteceğini çok iyi bilirdi. Bana da daha ben 4 yaşındayken okumayı öğretti. Ama bana okumayı sen kendin öğrendin, ben sadece sana okumayı bildiğini öğrettim derdi.
Annem, beni evde bırakacak kimse olmayınca önlük giydirip okuluna götürüyordu. Kendisi sınıfına giderken, beni de birinci sınıfa teslim ediyordu. O zamanlar okumayı fişlerler öğretirlerdi. Bir gece yatmadan önce anneme ben öğretmenimin ismini yazabilirim demişim. Annem de öğretmenlik iç güdüsüyle peki nasıl yazacaksın diyerek bana anlattırmış. Ben de elmanın ma’sı, cicinin ci’si, dedenin de’si, böylece MACİDE yazarım demişim. Annem ‘tamam bu çocuk okuyor’ diyerek ertesi sabah 5 dakikada bana okumayı öğretmişti.
Annem her iki isminin de bütün anlamlarını kendine yakıştıran bir kadındı. Nehar (gündüz, altın), Nihal (fidan, sevgili).
Ayşe,
Özellikle rahmetli annen’in babana; “istersen sen artık çalışma ben seni bakarım” çıkışından inanılmaz etkilendim.
Tarifi güç saygıyı hak eden, çok onurlu bir çıkıştı.
Bu arada, Serdar’ın annesi; Mukaddes olan mıydı, merak ettim.
Selamlar…
hayat çok ilginçmiş ayşenur kardeş;limanköy o zamanlar çayelinin bir nahiyesiydi.rahmetli babam da 1930 doğumluydu.limanköy dahil çayeli ve derepazarında ılkokul öğretmenliği yapmıştı.buyuk ihtimalle meslektaş olarak tanışıyorlardı.ne yazıkki o doneme ait sadece köy enstitüsü dönemindeki birkaç foto var.sende varsa paylaşırsan mutlu olurum.rahmetli annenin pazarlı oluşu telatarların kızı oluşu ayrı bir gurur olmalı.güzel bir aile.(rize dernekleri federasyonunda genel başkan yardımcısıyım)
bu vesileyle anne babalarımız dahil tüm ölenlerimize rahmet diliyorum.selamlar
Merhabalar İsmail SArgın, annemin o çocuklarla çevrili resmi limanköyde çekilmiş olmalı.
babana saygı ve rahmetle