Bu yazı geçen hafta KTÜ Tıp Fakültesinde yaptığım konuşmanın bir özetidir. Ortaya atılan görüşler kendi araştırmalarım ışığında edindiğim, kendi düşüncelerimdir. Konuşma oldukça ilgi gördüğü için paylaşmak istedim. Bilimsel herhangi bir makalede referans olarak gösterilmesi uygun değildir.
Beslenme canlılar için o kadar temel bir şeydir ki, çoğu insana beslenme ne demektir, tarif et desen edemez, kem küm eder.
Beslenme canlıların, canlı kalabilmek, hayati fonksiyonlarını devam ettirebilmek için kendi organizmaların dışındaki ortamdan aldıkları enerjidir.
Dünyada mevcut olan bütün enerjinin kaynağı güneştir. Beslenme, bu yönüyle, dünya üzerindeki bütün canlıların, yaşamak için güneşin enerjisini bedenlerine alması işlemi olarak da tanımlanabilir.
Tabii beslenme, güneş panellerinin yaptığı işten çok daha karmaşıktır. Anlama kolaylığı açısından canlılar, beslenme şekillerine göre 2 ana sınıfta katagorize edilebilirler. İnorganik yani cansız maddelerden fotosentez ya da kemosentez yoluyla beslenen canlılara ototrof canlılar denilir. Bazı bakteriler, algler ve bitkiler bu canlılara örnektir. Beslenmek için dışarıdan organik madde (canlı) almak zorunda olan canlılara heterotrof canlılar denilir. Heterotrof canlılar kendi aralarında saprofitler (çürükçüller), sembiyotikler (ortak yaşayanlar) ve holozoik canlılar şeklinde sınıflandırılabilirler. Bir kısım canlılar ise hem ototrof hem de heterotrof beslenebilirler.
Holozoik canlılar besinleri katı gıdalar şeklinde alır ve küçük parçalar halinde sindirerek bedenlerine alır. Kuşlar, sürüngenler ve memeliler gibi canlılar holozoik canlılardır. Holozoik beslenen canlılar herbivor (otçul), karnivor (etçil) ve omnivor (hepçil) olarak üç guruba ayrılırlar.
Memelilerin sindirim sistemlerine yakından bakacak olursak otçul ve etçil beslenenlerde belirgin farklılıklar vardır. Otçul hayvanlarda dört odadan işkembe sistemi ve oldukça uzun bir bağırsak sistemi bulunurken, etçillerde, tek odacıktan meydana gelen bir mide ve oldukça kısa bağırsaklar bulunur.
Hepçil beslenenlerde ise mide ve uzun bir bağırsak mevcuttur. Elbette bu çok bariz farklılıklar yanı sıra karaciğer ve hormon sistemleri de o canlının yemesi gereken besinlere uygun şekilde yaratılmıştır.
İnsanoğlu biyolojik özellikleri ile heterotrof ve omnivor (hepçil) beslenen memeliler gurubuna dahildir.
Bu biyolojik temel bilgileri verdikten sonra bir parça felsefe yapacak olursam. Beslenme; güneş enerjisinin cansızdan canlıya (ototrof), canlıdan canlıya (heterotrof) geçirilmesi ağıdır. Dünya üzerindeki bu beslenme ağı son derece girift ve karmaşık bir ağdır.
Holozoik yaşayan canlılar, beslenmek için başka canlıları tüketirler. Yani insanoğlu kendi canını başka canlarla besleyen bir varlıktır. Bu şekilde yazınca pek kışkırtıcı ve acımasız gibi görünse de gerçek budur. Yaradılış böyledir.
Beslenme her canlı gibi insan yaşamına o denli temel bir öğedir ki; mesela semavi dinlerde insanoğlunun yeryüzündeki varlığı besin ile ilişkilendirilir. Havva anamız yasaklanan meyveyi yediği için insanoğlu cennetten kovulup dünyaya yerleştirilmiştir. Arkelojik kanıtlara göre de insan medeniyetinin başlaması ve gelişmesi beslenme ile yakından ilişkilendirilir. Önceleri avcı ve toplayıcı olarak küçük sürüler halinde gezgin yaşayan insanların, ancak tarım yapmaya başladıktan sonra yerleşik düzene geçtikleri bilinmektedir.
Beslenmeye, çeşitli ahlak öğretilerinde ve dinlerde basitçe karın doyurmanın ve hayatta kalmanın ötesinde önem verildiğini görüyoruz.
Musevilikte ve İslamiyette, hayvan kesimi sırasında Allah adını anmak yani bedene alınmadan önce kutsamak gerekmektedir.
Musevilikte gıdaların hazırlanması ve tüketilmesi ile ilgili bir çok kural ve yasaklar vardır. İslamiyet’te bu kadar çok yasak olmamakla birlikte domuz eti yemek ve alkol yasaklanmıştır. İslamiyet’te oruç ile (yani açlıkla) nefis terbiyesi kavramı vardır. Kutsallık atfedilen, çok ciddi bir sosyal yardımlaşma örneği olan, hayvan kurban etme ve fakirlere dağıtma meselesi vardır.
Beslenme basitçe karın doyurmak değildir. Bedenine aldığın enerjinin (canına kattığın diğer canların), temiz ve helal olduğunun bilincinde olmak gerekmektedir.
Tasavvufta midenin üçte birinin yemekle, üçte birinin suyla, üçte birinin nefesle doldurulması önerilir. Beslenmeyi madem ki canlılığın devamı için dış ortamdan alınması gereken enerji olarak tanımladık, o halde nefes gerçek anlamda bir beslenme ögesidir. Öyle ya oksijeni dışarıdan almak mecburiyetindeyiz, yoksa canlı kalmaya devam edemeyiz. Bu açıdan bakınca ototrof, heterotrof canlı ayırımının da nasıl yetersiz ve yapmacık kaldığını görmekteyiz. Az önce insanı heterotrof bir canlı olarak tanımlamıştık, oysa açıkça canlı kalabilmek için, dış ortamdaki inorganik maddelere de bağımlıyız.
Sağlık için yeterli ve dengeli beslenmek gerekmektedir, yoksa beslenme hastalıkları ortaya çıkar. Günümüzde de en önemli ve yaygın hastalıkların başında beslenme hastalıkları gelmektedir. Aslında insanlık tarihi boyunca yanlış beslenme ve beslenme hastalıkları görülmektedir. Tabii görene.
İnsanoğlu nerede tarım yapmaya ve toprağa yerleşik yaşamaya başladıysa (Neolitik çağ), bu ilk yerleşim yerlerinde sayısız kilden şişman kadın heykelleri bulunmuştur. Arkeoloji bilimi bu heykellere bir kutsallık atfeder ve genellikle doğurganlık tanrıçası olarak tanımlar. Ancak dünyanın her yerinde Neolitik dönemden kalma binlerce şişman kadın heykeli mevcuttur. Bence bu kadar çok tanrıçaya gerek yok, teorime göre neolitik dönemde kadınları etkileyen bir obezite salgını oldu. Öyle ya yerleşik hayatta ev işleri kadınlara kaldı, ilk kez her gün yemek yiyebildiler, ilk kez korkusuzca uyuyabildiler ve erkekler gibi ava çıkıp adrenalin patlaması da yaşamadılar. Avcı toplayıcı dönemde insan DNA’sı epigenetik olarak uzun açlık dönemlerine uyarlanmıştı. Yani aldığı her kaloriyi depolamayı öğrenmişti. Birden bire bol yemeğe kavuşunca bu epigenetik düzenleme sayesinde bol bol kalori biriktirdi. Böylece kadınlar kilo üstüne kilo aldı. İnsanoğlu farklı gördüğünü kaydetmeyi sever. Nerede bir şişman kadın görürlerse hemen heykelini yaptılar, yani tarihe kayıt düştüler.
Epigenetik düzenleme yüzyıllar içerisinde değişti. Artık kadınların bunca yağı depolamalarına gerek kalmadı. Böylece doğurganlık tanrıçaları da zayıfladı(!). Neolitik çağlardaki şişman kadınlar dışında tarihe kayıt düşülmüş pek fazla obezite vakası görmüyoruz.
Aksine, insanlık tarihi boyunca yetersiz ve dengesiz beslenme her zaman sorun oldu. Örnek olarak ortaçağda yapılmış bebek İsa ikonalarına bakabiliriz. Bizans kiliselerindeki bütün bebek İsa ikonaları ya anemiktir, ya epidemik guatrdır, ya raşitiktir, ya malnütredir, hatta içlerinde marasmik kwashiorkorlu İsa bile vardır. Sırf bu ikonalara bakarak bile ortaçağdaki beslenme yetersizliğine kanıt göstermek mümkündür.