Yanılmıyorsam doksanlı yılların sonuydu. Mevsim de kış olmalı, çünkü işten çıkmadan hava kararmıştı. Artık iş gününün sonuna gelmiştik. O akşamüzeri ben odamdan çıkıp, birkaç dakikalığına Yakup’un odasına gitmiştim. Oradayken nedense içimde odamın kapısını açık bıraktım, hırsız girecek diye gayet kuvvetli bir duygu oluştu.
Benim odam, içinde sadece pediatri hocalarının odalarının bulunduğu, çıkmaz bir koridorun sondan bir önceki odasıydı. Bu koridorda 5 oda var ve sadece bir kapıdan giriş var, bu kapı da Yakup Aslan’ın odasının önündedir. Eğer biri koridordan geçse kolayca görecek pozisyondaydım, böylece iç sesimi dinlemeyi ret ettim.
Kısa sürede, Yakup’un odasından kendi odama geçtim. Dolaptan paltomu alıp giyindim, her zaman masamın alt gözüne koyduğum çantamı aldım, odamı kilitleyip, arabama gittim. Şehre indim, arabamı evden bir hayli uzağa park ettim ve eve gitmeden önce bir manava uğradım. Bir meyve alıp, para ödemeye kalkınca da para çantamın olmadığını fark ettim. Önce kol çantamın, daha sonra arabamın içini aradım. Bulamayınca hastanedeki masama bakmak için geri döndüm ve tabii orada da yoktu.
Hastanenin giriş kapısına yakın bir postane vardır. Hemen oraya gidip banka kredi kartlarını iptal ettirmek için telefonlar açmaya başladım. O zaman cep telefonum vardı, ama bankaların numaralarını bulması için postanede çalışan memurdan yardım istemiştim. Onun için kendi telefonumla, postanede konuşuyordum. Galiba 3 tane banka kredi kartım vardı, sıra ile hepsini iptal ettirdim.
Tabii etraftaki herkes bu hırsızlık olayını duyup, bir birine haber verdi. Tam o sırada doktor arkadaşlardan biri hastaneden yeni çıkıyormuş, hemen yanıma geldi ve abla hırsız yakalandı, jandarmaya git dedi. Nasıl yakalanır, ben henüz şikayet bile etmedim deyince, birkaç gün önce bir çocuğun biyokimyada çalışan arkadaşların cüzdanlarını çarptığını, orada birisinin bu gün çocuğu görünce tanıyıp, yakaladığını anlattı.
Bu haberden sonra, bir koşu kampüs jandarma karakoluna gittim. Hayatımda ilk kez jandarma karakoluna gideceğim için bir hayli endişeliydim. Prof. Dr. İbrahim Özen o sıralar henüz rektör olmamıştı, ya baş hekim ya da dekanlık dönemindeydi. Allah razı olsun, ona telefon edince hemen o da karakola geldi. Ancak o gelene kadar ben çoktan karakoldaki jandarmalara ısınmıştım bile.
Hemen şikayetimi dinlediler. Benden çantamı ayrıntılı bir şekilde anlatmamı istediler, ben de siyah bir samsonit çanta olduğunu, içinde banka kredi kartları, biraz kağıt para, biraz bozuk para, birkaç adet de ‘coin’ (yabancı bozuk para) olduğunu söyledim. Ben coin dediğim anda benden ifade alan jandarmanın yüzü değişti hemen benimle kişisel sohbete başladı, meğer o dönem İngilizce öğrenmeye gayret ediyormuş.
Bu arada en çok 10 yaşında görünen ufacık bir çocuğu getirdiler. Çocuk hemen hem biyokimyada yaptığı hırsızlığı, hem de bu gün benim çantamı aldığını itiraf etti. Benim çantamın içindeki parayı almış, kimlik ve banka kartlarına dokunmadan bir yere atmış. O benimle konuşurken nezaketten kırılan jandarma, çocuğun yanına gitti ve o kadar korkutucu bir şekilde ‘’çabuk o çantayı getir yoksa sen bilirsin’’ deyip, yumruk gösterdi ki ben neredeyse koşup çocuğu kucağıma alacaktım.
Diğer 2 jandarma çocukla birlikte gittiler. Geride kalan ‘coinci’ jandarma, benden aldığı ifadelerle bir şikayet dilekçesi yazdı. Bu dilekçenin altında ‘mağdure’ sıfatıyla yazan adımın altına imza attım.
Biraz sonra çocuk ve jandarmalar ellerinde benim çantamla geldiler. Çantanın içinden sadece kağıt paralar alınmıştı, kimliklerim, banka kartlarım, bozuk parlar ve coinler olduğu gibi içindeydi. Hatta çantada bir adet hurma çekirdeği vardı, bunu da jandarmaya önceden bildirmiş olduğum için hiç tereddüt etmeden çantanın benim olduğunu anladılar.
Hurma çekirdeğini bir aile geleneği olarak çantadan hiç para eksik olmasın düşüncesiyle saklıyordum. Aynı adet bizim jandarmada da varmış. Adamdan, çocuğa davranışından, benimle sosyalleşme çabasından usandım, içim şişti, karakolda biraz daha kalsaydım, bu yalaka jandarma ile papaz olacaktım.
Neyse ki çocuk ve çanta bulunduğu için kısa sürede eve dönebildim.
Bundan sonraki günlerde hem benim hikayem duyuldu, hem de ben bütün hikayeyi duydum. Bu çocuklardan bir çete varmış, benimki en azılı olan çocukmuş. Bütün üniversitede ve hastanede aylardır seri halde hırsızlık yapıyorlarmış.
Bir ay falan sonra çocuk mahkemesine çağrıldım. Hakim, bana soru soruyor, cevabımı tam dinlemeden yaz kızım deyip sekretere bir şeyler yazdırıyor. Orada sıfatım ‘müşteki’ idi.
Anladığım kadarıyla bu çocukları yaşları ufak diye ortaya salmış bir çete varmış. Çocuklar da pek yaman çıkmışlar. Bu arada bütün kolluk kuvvetleri çocukları tanımış ancak hiçbir zaman suçüstü yakalanmadıkları için hiçbir şey yapamamışlar.
Benim çantamı kendi eliyle attığı yerden getirdiği için, bu çocuğun ilk suç üstü benim vakammış. Hakim de ilk kez ceza verme şansı yakaladığından, şikayetimden vaz geçerim diye korkudan benim cevaplarımı dinlemeden uygun bir mahkeme tutanağı yazdırıyormuş.
Bana bu çocuğun ıslah imkanı olduğunu düşünüyor musunuz diye sordu, ben daha ağzımı açamadan tutanağa, benim ağzımdan hayır ıslah olacağını düşünmüyorum diye yazdırdı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, duruşma bitti. Ben topu toplamı bir iki cümle söyleyebilmiştim, ama hakim sekretere en az iki sayfa yazı yazıdırmıştı.
Bundan sonra neler oldu bilmiyorum, ama bütün üniversiteyi saran hırsızlık furyası sona erdi.
Ben çocuğun gerçekten de oldukça mahir bir hırsız olduğunu biliyorum. Başka türlü nasıl olur da odamı açık bıraktığım 5- 10 dakika içerisinde odama girip, masanın kapalı duran en alt gözündeki çantamı eliyle koymuş gibi bulup, içindeki çantayı çalabilir ki.
Bu hırsızlık olayının kişisel sonuçlarına gelince;
- Uzun aylar boyunca kendimle mağdureyim ben, müştekiyim ben diyerek dalga geçtim.
- Bir hafta sonra gittiğim uzak doğu gezisinde kredi kartı kullanamayarak, biraz olsun iktisat yapmış oldum.
- Bundan sonra iç güdülerime daha fazla kulak verdim. Hatta çoğu kez gördüğüm, duyduğum şeylerden daha çok iç güdülerimi dinledim.
Aslında bu olayda mağdur olanın ben değil, hırsızlığı meslek haline getiren o zavallı çocuk olduğunu biliyorum. Nasıl bir ailenin, nasıl bir çevrenin içerisinde yetiştiğini tahmin etmek kolay değil.
Onun hayatı nasıl geçti, şimdi ne haldedir, kaç kez hapse girmiştir, kaç kez kader kurbanı diye salınmıştır, kaç kişinin daha canını yakmıştır hiç bilemiyorum. Bildiğim tek şey, hayatını okulda okuyarak, meslek sahibi olarak, ekmek parası için alın teriyle çalışarak geçirmiş olamayacağı gerçeğidir.
Bir çocuğa hırsızlık öğretip, onu bu şekilde kullanmak da çocuk istismarıdır. Çocuğa uygulanmış şiddettir.