Bu yılın ilk haftası gerçekten ilginç gökyüzü olayları ile dolu geçiyor. Mesela 3 ocak günü; günberi yani dünyanın yörüngesi üzerinde güneşe en yakın olduğu gün idi. Altı ocak günü ise dünyanın bazı yerlerinden görünecek tam güneş tutulması gerçekleşti. Biz tutulmayı görmedik ama güneş tutulmaları yeniay günlerinde olduğuna göre gök yüzünün en karanlık olduğu günlerden biriydi.
Ayın dördünden beri de köyümüze kar üzerine kar yağıyor. İlk yağdığı gün, köyün içindeki bir elektrik direği yıkıldı, başka bir direğin üzerine de kırılmış bir ağaç düştü. Allahtan birkaç saat içerisinde devrilen direği kaldırıp, bütün evlere elektrik verdiler.
Ancak bir çok köyde elektrikler kesikmiş, diğer köylere yetişebilmek için, ağacın düştüğü direğin tamirini ertelediler. Sonuç olarak 2 gece boyunca sokak lambaları yanmadı.
Yani demem o ki, köyde hem sokak lambası yok, hem de ay en karanlık günlerindeydi. Eğer kar yağmasaydı muhteşem bir gökyüzü izleyecektik.
Kar yağdığı günden beri köyümüz Uludağ’a taşındı. Benim garaj ile köy yolu arasında 30 metre mesafe var ve bu 30 metrelik yol 40 cm kar ile kapalı. Dahası köyün yolunu açmaya uğraşan her araç, yolun kenarına (doğal olarak benim kapımız önüne) biraz daha kar yığıyor. Şu anda dış kapımız önünde 60/70 cm yükseklikte bir kar yığını var. Yani köyün yolu açık da olsa, benim yola düşmem birkaç gün daha alacak gibi görünüyor. Dolayısıyla birkaç gündür evde mahsur kaldık ve bu durum hava tahminlerine ve bahçe yolumun haline bakılacak olursa 1 haftaya kadar uzayabilir.
Meğer neredeyse her gün şehre iniyormuşum. Şimdi fark ettim. Böylece karlar üzerinde kilometrelerce yürüyüş yapma, köy kahvesinde çay içme, kitap okuma, piyano egzersiz etme, yemek/ekmek pişirme, sıcak şarap içme, örgü örme, Afrika’daki bütün aslanların hayatını, ABD’lerindeki bütün katillerin cinayet ayrıntılarını hatmedecek kadar TV seyretme günlerim başladı.
Ayrıca hala zaman artarken bira nostalji yapmaya da zaman buluyorum.
Mesela gençliğim, hatta çocukluğumda dinlediğim Pink Floyd liriklerinin anlamlarının ne kadar derin olduğunu keşfettim.
cehennemden cenneti, acılar içinden mavi gökyüzünü anlatabileceğini mi
düşünüyorsun? soğuk çelik raylardan yeşil çayırları anlatabilir misin?
bir maskeden gülümsemeyi? anlatabileceğini düşünüyor musun
ve sana kahramanlarınla hayaletleri takas ettirdiler mi? ağaçlarla sıcak külleri? sıcak hava ile soğuk bir esintiyi? bozuk para olarak soğuk komfor verdiler mi? ve kafesteki başrol için savaştaki sıradan rolü değiştin mi? burda olmanı ne çok isterdim biz sadece balık kabında yüzen iki kayıp ruhuz, yıllar boyunca hep aynı yüzeyde koşan. ne buldun? aynı eski korkuları mı? keşke burda olsaydın
Ve kafesteki başrol için savaştaki sıradan rolü değiştin mi?
Bu günler Sarıkamış harekatının 104’üncü yıl dönümü, anma için binlerce kişi Allahuekber dağlarında yürüyüş yaptı. Trabzon’da da Sis dağında Türk bayrağı altında yürümüşler.
Gerçeği değerlendirme yeteneğinden yoksun, hayalperest bir adamın, sıcak makam odasındaki masanın üzerindeki haritada parmağını gezdirerek, çok akıllıca bulduğu bir planla, yazlık giysiler içerisindeki on binlerce askeri, dağın ayazına buzuna göndererek katlettiği bir kırım. İnsanın aklı almıyor.
Bazılarının kafesteki başrolleri, kafeslerinin içerisinde kalmalı.
Tabii Pink Floyd bu mısrada farklı bir savaştan söz ediyor. O savaş da gün be gün yaşadığımız dünya hayatı ile ilgilidir.
Ve herkes hayat savaşındaki sıradan rolünü oynamaya hevesli olmalıdır. Kafese gelince zaten hastalık, yaşlılık gibi doğal sebeplerden bedenine kafesleneceksin günü gelince. Mutsuzluk kafesinde başrol oynamamak lazım.
Çok da kasmamak lazım hayatı, savaş deyince de akla hemen büyük şeyler gelmesin, her mücadele bir savaş değil midir?
Demek ki neymiş? Evde oturuyorum diye can sıkıntısını kafes yapmamak lazımmış. Bari, nihayet eski resimlerimi düzene sokayım diye resim kolimi açtım (bu taşınmadan sonra açılmamış son koli idi). Fakat galiba resim düzenlemek işi oldukça uzun zaman alacak. Elime geçen ilk 2 resim bana küçük bir savaştaki sıradan rolümü hatırlattı.
Hemen bu savaşı, kahramanlarını ve benim rolümün hikayesini yazma hevesi uyandırdı.
İlk resim bir gurup resmi ki onlardan biri de ben oluyorum. Etrafımı saran çocuklar endokrin polikliniğinde takip ettiğim diabetli hastalarımdan bir kaçı, erişkinler ise doktor, diyetisyen gibi sağlık ekibi. Bu resim benim yaptığım ilk diabet kampından bir hatıradır. Mesela orada minnacık görünen kız çocuğu şimdi en az 30’lu yaşlarında olmalı.
O sıralarda diabet kampları henüz şimdiki kadar yaygın değildi, ama gene de bazı aileler bunu duymuştu ve çocuklarını tanımadıkları bir gurubun kampına göndermek yerine benim bir kamp yapmamı istemişlerdi. Ben de sırf onları kırmamak adına Zigana dağındaki tatil köyünde ilk kampı yapmıştım.
Sanırım sadece bir hafta sonu sürmüştü. Tamamen kendi imkanlarımızla yaptığımız bir kamp idi. Diyetisyen, ben, birkaç asistan ve intörn de çocuklara eşlik etmek için oradaydık.
Kampımızın ana amaçlarından biri de aileleri bir hafta sonu olsun kan şekeri bakmak, insülin yapmak gibi işlerden azat etmekti. Bu arada isterlerse kampımıza da uğrayabilirlerdi.
Çocuklar ise ilk defa ailelerinden uzakta bir hafta sonu geçireceklerdi. Her ne kadar çoğu hastaneden birbirini tanıyor olsa da gurubu bir birine kaynaştırmak için bir tanışma oyunu oynayarak işe başlamıştık.
Bu oyuna göre önce her birimiz adımızı söyledik ve ismimizin baş harfi ile başlayan bir lakap aldık. Mesela ben Anten/ Ayşenur oldum. Böylece herkes kendine bir lakap aldı. Son olarak da gurup ruhunu tamamlamak üzere gurubumuza isim taktık. Çocukların isteği ile Atmacalar kampı olarak isim aldık.
Oynak Osman, İspirto İlknur, Süpürge Songül, Salako Selvi, Sevimli Sinem, Tonton Tolga, Sincap Sercan, Sporcu Serkan, Atik Adem, Zagor Zafer, Öküz Özgür, Uçuç Uğur, Fındık Funda, Nevale Nevin, Arap Arın, Sakar Seval, Matrak Murat, Şahin Şenol, Ayyaş Ali, Faraş Faysal, Ayıboğan Ali, Sansar Semih, İstakoz İlkay, Anten Ayşenur.
Daha sonra da ortak çabamızla bir flama ve isimlik hazırladık. İşte ikinci resim de bunu gösteriyor. Şimdi isimlere bakınca ne kadar hoş lakaplar almışız.
O kampta en küçük çocukları en yakıma yatırmıştım. Diğer çocuklar da intörn abileri, diyetisyenler gibi sağlıkçılara yakın yattılar. Çünkü kampımızı yaptığımız tatil köyü bungalovlardan meydana geliyordu.
Bu kampa bir de gazeteci gelmişti, kendince bir senaryo yazmış, aklı sıra camdan ormana doğru bakan hasta bir çocuğun resmini çekip acıklı bir haber yapacakmış. Ama biz onu alıp güle oynaya kan şekerlerimize baktık, insülinlerimizi yaptık. Kalori sayımı yaparak yemeklerimizi yedik. Adam büyük bir mutlulukla aramızdan ayrılmış ve oldukça hoş bir haber yapmıştı.
Ertesi gün de çocuklar arasında inanılmaz bir heyecan dalgası estiğini görüp merak etmiştim. Meğer İsmail Türüt de bizim kamp yaptığımız yere gelmiş. Çocuklar heyecandan ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ben de gidip İsmail Türüt’e kendimi tanıttım ve neden orada olduğumu söyledim. Sonra da çocuklar için türkü söylemesini istedim. Adam pek memnun oldu, çocuklarla tek tek ilgilendi. Bize bedava bir konser verdi. Bu da yetmedi hepimize atma türküler attı. Bütün iyi atma türkücüler gibi, önce sana can alıcı birkaç soru soruyor, sonra da bu bilgileri içinde kullandığı bir türkü atıyordu.
Benim türküm ise şöyle bir şeydi.
Oy hoca, hoca, hoca, hoca
Niye bulamadun bi koca
Yani savaş dediğim de sıradan bir diabet kampı idi, ama o sıradan savaştaki sıradan rollerimizi oynamaktan ve bir takım ruhu yakalamış olmaktan pek memnunduk. Hepimiz kazanmıştık.