Ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, ancak sanırım milenyumun ilk yılları olmalı. Bir ilaç toplantısı için Fas’a gitmiştik. Bilimsel toplantı bittikten sonra bir günlüğüne Marakeş şehrine gitmeye karar verdik.
Başkent Rabat’tan bir otobüse atlayıp Marakeş’e doğru yola çıktık. Yanılmıyorsam bu yolculuk 4 saat filan sürecekti.
Otobüsteyken eski asistanlarımdan Rasim Kamacı muhtemelen bir hastası ile ilgili fikrimi almak için aradı.
Ben de yurt dışında olduğumu bilsin de konuşmak istemezse kapatsın, ya da en azından hoş beş faslını hızlı geçsin düşüncesiyle Marakeş’e gidiyorum dedim.
Artık ne duydu da gerisini uydurdu bilemiyorum. Muhtemelen eve doğru gidiyorum, şu anda da Maraş caddesindeyim dediğimi sandı. Tamam; hocam ben sizi 15 dakika sonra eve gittiğinizde ararım dedi.
Ben de ‘’Rasim, ben Fas’tayım’’ cevabı verdim. Rasim bu sefer de ‘’ben hastayım’’ dediğimi sandı. Büyük bir telaşla ‘’geçmiş olsun, ben de sizi rahatsız ettim, neyiniz var, yoksa hastanede mi yatıyorsunuz’’ diye sormaya başladı.
‘’Yok, Rasim ben Fas’tayım, Fas’ta ‘’diyorum. Rasim şimdi de ‘’hocam çok geçmiş olsun bilemezdim, rahatsız ettim, kusura bakmayın’’ diye dövünüyor.
‘’Rasim bir sus da beni dinle hasta değilim, Fas’tayım. Hani Afrika’da, Akdeniz kıyısında Fas, Tunus, Cezair ülkeleri var ya, hani Cebelitarık boğazı var ya, işte o Fasta’yım. Geziyorum yani.’’Dedim. Bu sefer de ‘’ hani Maraş caddesindeyim dedin ya’’ diyor, onu da tekrar Marakeş diye düzelttim.
Sözüm ona çocuğa az telefon masrafı çıkaracaktım. Uzun uzadıya gereksizce ‘hasta fasta’ muhabbeti yaptık.
Bir başka sağır duymaz uydurur hikayesini de İsviçre’de yaşamıştım. Yine bir bilimsel toplantı için Fransa’nın Lyon şehrine gitmiştim. İsviçre’ye bu kadar yakın iken Lozan’da yaşayan kuzenim Emre Telatar’ı da ziyaret etmek istedim. Emre ile konuştuk, bana trenle gelebileceğimi söylemiş, nasıl geleceğimi de ayrıntılarıyla anlatmıştı.
Galiba arada bir istasyonda tren değiştirmem gerekiyordu. Bu istasyonda bineceğim tren için Emre uzun uzadıya bir şeyler söyledi, ama ben demek ki can kulağı ile dinlemedim. Halbuki bana ısrarla aman adını benzetip de, Lozan diye sakın Luzern’e gitme diye tembihliyormuş.
Ben tabii ki söz konusu istasyona gittiğimde L harfini görüp, gerisini okumadan trene atladım ve kendimi Luzern’de buldum. Çocuk anlatmadı desem anlattı, hem de detaylı bir şekilde anlattı. Ama ben duymak istemeyip uydurdum.
Bir sefer de vizit yaparken, bir odaya girdim. Odada, bir gün önce çok kötü durumda olan bir zehirlenme vakası vardı. Çocuk o kadar ağır durumdaydı ki asistanlarım çocuğu kaybedeceğimizden endişeliydi. Ben de onları, merak etmeyin, bundan daha ağır vakaların bile kurtulduğunu gördüm diye teselli etmiştim.
Ertesi sabah gerçekten de çocuğu bilinci açık bir şekilde yatakta oturur görünce, asistanlarıma dönüp ‘’nasılmış, gayet iyi, değil mi’’ diye hem sevinmiş, hem de biraz hava atmıştım.
Birden bira arkamdan korkunç bir çığlık koptu, daha başımızı çevirmeye kalmadan çocuğun annesi boş bir çuval gibi yere düştü. Neye uğradığımızı şaşırdık. Bir telaş kadına yardım edip, nihayet konuşabilir hale getirdik.
Anne o sırada dışarıdaymış, benim odaya geldiğimi görünce koşarak gelip, odaya girmiş, benim sözlerimi duymuş ve sadece ‘iyi değil’’ kısmını algılamış.