Buraya taşınalı neredeyse 2 yıl dolmak üzere, başlangıçta bizi şaşkınlığa uğratan pastoral yaşam, artık gittikçe daha alışıldık hale geliyor. Köyümüze ulaşmak için diğer köyün içinden geçmemiz gerekiyor. Bu köyde bir çok kez bir keçi ya da koyun sürüsü ile karşılaşır ve arabayı durdurup yol vermek zorunda kalırız.
Yeni taşındığımız günlerden birinde gene araba ile köyden geçiyoruz. Bu köyün iç yolu sanki her evin önünden geçmek zorundaymış gibi dik açılı virajlarla dolu, kıvrım büklüm dar bir yoldur. Bir de üstüne her an karşınıza bir hayvan çıkar. O gün kedi, köpek, tavuk, kaz, kuş, keçi ne kadar hayvan varsa yol vermek zorunda kaldık. Henüz yola alışamamıştım yavaşça sürüyordum. Bir yandan da ‘nedir bu yahu Nuh’un gemisine mi düştük’ diye söyleniyordum.
Tam köşeyi döndüm ki, gözlerime inanamadım ‘yuh artık deve’ dedim. Kızlara ‘hayal görmüyorum değil mi, siz de benim gördüğümü görüyor musunuz’ diye sormak zorunda kaldım. Çünkü karşımda gerçekten de bakıcısıyla birlikte, giyimli koşumlu, kocaman bir deve duruyordu.
O gün şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Hemen sorup soruşturduk. Meğer burada deve güreşleri yapılırmış, eskiden bizim köyde de deve varmış, şimdi kalmamış.
Bu sözler de önce hayal gibi gelmişti, ama sonra, bir gün, bize bir iş yapmak için gelen bir ustanın, telefonla deve güreşi haberini alır almaz, işi gücü bırakıp, koşuştura, koşuştura gittiğini görünce işin ciddiyetini anladık.
Geçenlerde aklıma geldi, internette araştırdım. Aydın, Muğla, İzmir, Manisa, Balıkesir, Çanakkale, Uşak, Afyon ve Denizli’de yapılacak olan deve güreşlerinin takvimini buldum.
Hemen köyümüzün her/eve/lazım/Muarrem’ine telefon ettim. O da Biga’da yapılacak olan güreşe bizimle gelmeyi kabul etti. Gittik.
Karadeniz’de, Artvin, Kafkasör yaylası boğa güreşlerine gitmek kısmet olmamıştı, ama Rize, Ayder yaylası şenliklerinde boğa güreşi seyretmiştim. Bir kez de İspanya’da boğa güreşi seyrettim. O güreşten hepimiz ağlayarak çıkmıştık. Neyse ki bizim güreşlerde hayvanlar insana karşı güreşmiyorlar, sonu ölüm olmadığı gibi sahadaki görevliler, hayvanların herhangi bir yara almasını engelliyor.
Deve güreşi de öyle olacak sanıyordum. Ama hiç öyle değil. Gerçekten binlerce kişi seyrediyor ve yüzlerce deve güreş için getirilmiş. Bunca kalabalık olunca bazıları simli yelekler giymiş tezgah satıcıları, sucukçular, köfteciler, mangalcılar, pamuk helvacılar, macuncular, davul zurnacılar. Gerçek bir festival yapılıyor.
Bir de cazgır denilen teşrifatçı var. Güreşecek develeri takdim ediyor, gelen protokolü anons ediyor. Ama cazgır denmesinin bir sebebi var, örnek belediye başkanı geldi, cazgır derhal mikrofonu kapıp, ‘’görev aşığııııı, halk adamııııı, büyük insannnn, Biga aşığıııııı ‘’ diye cazlayıp sonra adını anons ediyor.
Develeri de ‘pehlivannnnnn’ diye çağırıyor.
Develer bu iş için süslenip, püslenmişler, iyice kızdırılmışlar, ağızları köpük içinde, hırsla güreşecekleri zamanı bekliyorlar.
Bu güreşlerin oldukça eskiye dayanan bir tarihi varmış. Her bir güreş en çok 10 dakika sürüyor. Hayvanlar yaralanmadan arenadan çıkıyorlar. Diz çöken ya da güreşi terk eden deve yenik kabul ediliyor.
Güreş develeri özel şecereli hayvanlar, bakımları çok özel. Güreş teknikleri de özelmiş. Mesela; çangalcılar, bağ güreşçileri, çatal kapancılar, sağ tekçiler, sol tekçiler var.
Bir sağ tekçi deve diğer bir sağ tekçi deve ile eşleştiriliyor. Yoksa hayvanlar güreşemiyor. Sağ tekçiler, sağ yandan yaklaşıp, rakibinin sağ bacağından güreşe giriyorlar, çangalcılar, rakibinin bacağını çengele alıyorlar, bağ güreşçileri rakibin boynunu sıkıştırıyor, çatal kapancılar ise birbirinin bacak arasından boyunlarını bir birine geçirerek güreşiyorlarmış. Tabii ben birkaç güreş seyrederek bu tarifleri sökemedim. Tek anladığım her hayvan birbiriyle eşleştirilmiyor. Her biri kendi kategorisinde yarışıyor.
Develerin giysileri ise bayağı görkemliydi. Bazılarının altına halı birle sermişlerdi. Sadece bir kaçı; dünya yanarsa yansın benim kaç bağ otum var ki dercesine, girecekleri güreşi önemsemeyerek yatmış dinleniyordu. Diğer develerin hepsi heyecan içinde sıralarını bekliyordu.
Bu süslü hayvanları görünce bizim Karadeniz’de yaylaya çıkarılırken süslenen inekler aklıma geldi, ama ineklerin çok çok boynuzları ve gerdanı süslenir, develer çok daha fazla süsleniyor, koca hörgüçleri giydiriliyor.
Güreşten pek bir şey anladığımı söyleyemem ama ortam eğlenceliydi. Herkes keyifle seyrediyor, arada birden bire zurnalar, davullar çalıyor, yeme içme gırla gidiyor. Eminim biraz daha kalsak, güreşlerin sonlarına doğru, işler daha da kızışacaktı.
Bu gün sanırım orada 10 000 kişi vardı.
Biraz seyrettikten sonra çay içmek için bir yere gittik. Her/eve/lazım Muammer’in diğer özelliği de ‘herkesi tanır/her şeyi bilir/ herkese iş yaptırır’ olduğu için nereye gitsek, birileri ile sohbet eder, buna çok alışkınız. Pastaneye girince hemen oturan birileri ile konuştu, sonra yanımıza geldi. Gelir gelmez de merak ettiğimi bildiği için, bana konuştuğu kişinin ‘hoca’ olduğunu söyledi.
Önce hocanın hikayesini anlatmam lazım.
Geçen yıl, köyün içinde yürürken, içinde 3,4 adam olan, İstanbul plakalı bir araç yanımda durup bana ‘bu köyde bakıcı varmış, yerini gösterir misiniz’ diye sordular. Ben çocuk bakıcısı ya da yaşlı hasta bakıcısı arıyorlar sanmıştım. Meğer köyde bir falcı varmış, onu ‘bakıcı’ diye arıyorlar. Bunu duyunca her/şeyi/bilir Muammer’e sordum tabii.
Muammer, adama ‘hoca’ dediği için benim zihnimde sakallı, yaşlı bir adam canlandı. Sermin’le, millet İstanbul’dan gelip hocaya fal baktırıyor, biz 100 metre gidip de bir fal baktırmadık diye dalga bile geçtik.
Ben, sakallı, sarıklı bir adam beklerken, bizim bakıcı, otuzlu yaşlarda, saçları enseden kazınmış, üstü at kuyruklu, kaşları düzeltilmiş, kot/tişört giyimli, süslü bir adam çıktı. Gel de sevme bu memleketi.
Her an beyin hücrelerine kısa devre yaptıracak bir şey çıkıyor.
Bu kadar geleneksel bir güne de böyle postmodern bir ‘bakıcı’ yaraşırdı zaten.