Geçen kışa inat, bu yıl kış kendini bayağı belli etti.
Soğuklar ta Ekim ayında başladı, yağmurlar, rüzgarlar sonbahar yapraklarını erkenden döktü. Kasım yine soğuk geçti. Aralık ayında birkaç kez azar azar kar yağdı. Ocak ayına gelince kar bir bastırdı, bir hafta boyunca bizi evde mahsur bıraktı. Köyde son on yılda bu kadar kar yağmadığını söylüyorlar. Şubat ayının başında havalar ısındı, artık bahar geldi ay sonunda cemreler de düşecek derken, yeniden havalar soğudu, ay ortasında birkaç kez daha kar yağdı.
Uzun lafın kısası bu yıl kış kışlığını gösterdi; rüzgarlar fırtınaya, yağmurlar sellere döndü. Yazın tamamen kuruyan dereden şelaleler çağlıyor. Hiç bilmediğimiz sel yataklarından dereler akıyor. Hiçbir vukuat yok dediğimiz günlerde ise sisten göz gözü görmüyor. Zaman zaman Gelibolu yarımadasını, zaman zaman boğazı, zaman zaman da bahçe kapımızı bile göremiyoruz.
Aslında memleketten cemrelerin öncesinde havaların bozmasına hatta kar yağmasına oldukça alışığım. Ben ilk okula giderken her şubat tatilinde Trabzon’da kar yağardı.
Kunduracılar Caddesi üzerinde, o zamanlar çıkmaz sokak olan Cevdet Akçay sokaktaki bir evde yaşıyorduk. Bu sokak şimdi, Kunduracılar Caddesi ile Maraş Caddesini birbirine bağlayan, oldukça işlek bir sokaktır.
Bizim ev Kunduracılar Caddesinde şimdiki ihlas mağazasının üzerinde apartmanın birinci katıydı. Çıkmaz sokağın girişindeki diğer bina da Ogün Gümüş mağazasının olduğu iki katlı bina idi. Sokağın içine kapısı olan bizimki dahil iki bina vardı ve sokak bizim evin kapısından sonra bir duvarla kapalıydı. Bu duvarın arkasında, yani şimdi Zorlu Otelin karşısındaki büyük Çarşı kompleksinin yerinde ise belediyenin otobüs durağı vardı.
Ben çocukken kent ısısı şimdiki gibi yüksek olmazdı, çünkü evlerimizde kabuk yakılırdı. Yani evlerde kömür, odun bile değil, fındık kabuğu yakılırdı. Hatırlıyorum da önce çıra ya da kağıt ile soba tutuşturulur, sonra da üzerine kabuk dökülürdü. Bir an büyük bir harla yanar, kısa sürede de sönerdi. Sanırım pek de iyi bir ısınma aracı değildi, çünkü bizim evdeki soba, gaz sobası ile değiştirildiğinde evin iç sıcaklığı bayağı fark etmişti.
Bizim sokak oldukça yoğun mağazaların olduğu bir sokaktı. Kış olunca bütün esnaf bir kaldırımdaki bir teneke içerisinde odun yakar, etrafına kısa bacaklı tabureler yerleştirir, ateşi bacak arasına alacak şekilde oturur, bir yandan sohbet eder, bir yandan da ellerini ateşe tutarak ısınırlardı.
Trabzon’da kışlar pek de sert geçmezdi, bazı yıllar hiç kar yağmaz, bazen de yılda bir kez yağardı. Kar yağdığı zaman genellikle şubat tatilinde olurdum. Bir gün sonra caddedeki karlar eriyip çamurlaşsa da sokağımız doğru dürüst güneş görmediği ve pek de ayak basılmadığı için kar yağınca uzunca bir müddet kalırdı. Biz de sokakta kardan adam filan yapardık. Hava aşırı soğuk olmadığı halde kent ısısı fazla olmadığından Ogün Gümüşün olduğu evin çatısından kocaman havuç gibi buzların sarktığını gayet net hatırlıyorum.
Her kar yağdığında akşamları mutlaka elektrikler kesilirdi. Evlerimizde gaz lambaları vardı. Bir yandan sobadan diğer yandan lambadan çıkan gaz kokusundan, migren krizleri geçirirdim. Bu nedenle kar deyince hala baş ağrısı gelir aklıma.
İlkokul üçüncü sınıftan sonra Dumlupınar ilkokuluna gittim ve oradan mezun oldum. Bizim zamanımızda bütün okullarda çift müfredat uygulanırdı. Bir gurup öğrenci sabahta öğlene kadar, diğer gurup da öğleden sonra ders görürdü. Böylece öğrenciler sabahçı ve öğlenci olurdu. Dumlupınar ilkokulundaki ilk yılımda yani ilkokul üçte, öğlenciydim.
Okula gitmek için evden çıkıp 20 metre sonra Dedeoğlu Sokağa girer ve kiliseden bozma caminin önünden geçerek 5 dakikada okula varırdım. Hem okulumuz, hem de karşısındaki bakkal (Mahmut Amcanın bakkalı) eski bir taş binalardı.
Okulun girişinde, güzel bir avlu ve sol tarafta içinde derslikler olan bir ek bina daha vardı. Asıl okul binasının arka tarafında ise her teneffüste deli gibi dışarı fışkırıp, çizik taş, köşe kapmaca gibi oyunlar oynadığımız büyükçe bir bahçe vardı.
Benim öğlenci olduğum yıl, Ramazan da yılın en kısa günlerine denk gelmişti. Zaten Trabzon’da kış günlerinde akşam dört buçuk oldu mu karanlık bastırır. O yıl da iftar sofrası ben okuldan eve döndüğümde kurulmuş olurdu. Eve vardıktan çok kısa bir süre sonra da oruç açılırdı. O yıl ben de oruç tutmaya hevesliydim. Daha 8 yaşına yeni girdiğim için ( okula erken gittim) bana çocuk orucu tuttururlardı. Yani sabah kahvaltı yapıyorsun, öğlene kadar hiçbir şey yemiyorsun, öğlen yemeği ile akşam yemeği arasında da hiçbir şey yiyip içmiyorsun. Böylece çocuk orucu tutuyorsun.
Ramazan ayında pidelerin üzerine yumurtanın sadece sarısı sürülür. Böylece bol miktarda yumurta beyazı ziyan olmasın diye beze yapılır. Çocukluğumda, Ramazan ayının en belirgin özelliklerinden biri de seyyar arabalarda satılan bezelerdi. Ben de hiç yumurta sevmem, buna rağmen çocukken bu bezelere bayılırdım. Sanırım annem şekerli beze yiyip de iştahımız kapanmasın diye beze yememizi pek de istemezdi.
Bir gün ben gene çocuk orucu tutmuşum, akşam okuldan eve dönüyorum, eve 20 metre kala tam Dedeoğlu Sokağın, Kunduracılar caddesi ile kesişme noktasında bir bezeci gördüm. Derhal bir beze alıp annem görmesin diye, eve gitmeden hızlıca yedim. Tam yememi bitirdim ki o gün oruç(!) tuttuğumu ve istemeden de olsa orucumu bozduğumu düşünerek dertlere düştüm. Öyle ya nasıl 61 gün kefaret ödeyecektim. Oysa tuttuğum oruç bile değildi. Çocuk aklı işte.
O zamanların Kunduracılar Caddesinin bir özelliği de Caddenin sonunda şimdi bir otelin olduğu bölgede, eski hali restore edilerek çarşı yapılmış olan bir ‘’EV’’ vardı. O zamanlar at arabaları da yaygın olarak kullanılırdı, gündüz mağazalara mal taşınırdı, akşamları ise bu evin müşterileri at arabasıyla bizim evin önünden geçerek bu meşhur eve giderlerdi.
Gündüzleri tam karşımızda bulunan ‘Güçlücan’ isimli bir plak dükkanı, gün boyunca bağırta çağırta, yeni çıkan şarkıları döne döne çaldırır, kulağımızı, beynimizi deşerdi.
Gece olunca da bu özel evin müşterileri evin önünden faytonlarla geçerken sarhoş kafalarıyla şarkı türkü söyler şamata yaparlardı.
Sanırım birkaç yıl sonra bu ‘EV’ oradan taşındı ama düşününce bayağı şenlikli bir yerde oturuyormuşuz. Şimdi olsa böyle bir yerde oturmaya korkar insan, o zamanlar hiçbir endişe taşımazdık. Çünkü mahallemiz kavramı vardı. Mesela ben liseye giderken, ruhsal dengesi bozuk bir arkadaş beni takip etmeye başlamıştı. Bu gariban bizim sokaktaki çaycı Haydar abiden güzel bir dayak yemiş ve arkamdan gelmekten ancak o şekilde vaz geçmişti. Haydar abiye beni kurtar dediğimi falan da hatırlamıyorum. İşte böyle bir mahalle ruhu vardı.
İnsan hafızası ne kadar tuhaf, bir kar yağdı, benim akıl nereden nereye uçtu.