Bu yıl kış oldukça sert geçti. Hiç beklenmedik bir şekilde şubat ayının son haftasında da şiddetli rüzgarların eşlik ettiği kar yağışları oldu. Mart ayının ilk hafta sonunda Mardin’de toplantımız olduğu için acaba gidebilecek miyim diye bayağı endişe ettim.
Bundan 20 yıl önce bir pediatrik endokrin toplantısı sırasında İstanbul ve İzmir’de çeşitli hastanelerde çalışan pediatrik endokrinologların ayda bir, bir araya gelerek sorunlu vakalarını tartıştıklarını duyduk. O sırada bizim çözümsüz vakalarımızı tartışacak bir konsey yapmamız pek mümkün değildi. Çünkü Ankara’nın doğusunda ben KTÜ’de, Ayşehan Akıncı, İnönü Üniversitesinde çalışıyorduk. Atatürk Üniversitesinde de Zerrin Orbak, pediatrik endokrin ihtisasını yapıp gelmişti. Sanırım eş zamanlı olarak da Van, Yüzüncü Yıl üniversitesine Yaşar Cesur geldi. Dicle üniversitesinde endokrin vakalarla ilgilenen bir arkadaş vardı. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, bir de Fırat Üniversitesinde geçici süre ile bir arkadaş işe başlamıştı.
O toplantıda Ayşehan ile baş başa verip çözüm bulamadığımız vakaları tartışmak için bir platform oluşturmak için bir toplantı icat ettik. Gayri resmi bir gurup oluşturup, adımıza üniversitelerimizin ilk harflerinden oluşan KİDYAF (KTÜ, İnönü, Dicle, Yüzüncü Yıl, Atatürk, Fırat) akrostişi altında yılda hiç olmazsa bir kez bir şehirde toplanıp vakalarımızı tartışmaya başladık.
Bu toplantı yıllar içerisinde vaka toplantısı şeklinden çıkıp, mini bir sempozyum halini aldı. Ayrıca, zamanla Ondokuz Mayıs üniversitesi de dahil oldu. Her bir üniversitenin hoca sayısı arttı, yandal asistanlarımız oldu. Üstelik bölgeye bir çok Pediatrik Endokrin uzmanı arkadaşımız yan dal mecburi hizmeti için geldiler.
Sonuç olarak ilk toplantılarımızı 8/10 kişi ile yaparken, bu en son toplantı 40/50 kişilik bir toplantı oldu.
Şimdi KİDYAF isminden vaz geçtik, Doğu gurubu adını aldık, arkadaşlar benden kısa bir tarihçe istedikleri için bu yazı yazıyorum. Yazarken adımızı pediatrik endokrin gün doğuşu gurubu olarak yazmak daha romantik geldi.
Ben emekli olduktan sonra katıldığım tek bilimsel toplantı da bu gün doğuşu gurubunun yaptığı toplantılar oluyor. Her toplantıda da toplantının genel konusuna uygun bir ‘sanata dayalı tıp’ konuşması yapıyorum. Bu yıl konu iskeletin genetik hastalıkları olduğu için ben de ‘Antik Mısır’da, bazı akanodroplazili vakalardan söz ettim.
Bu yıl toplantıyı Diyarbakır gurubu üstlenmişti, ancak toplantı yeri olarak Mardin’i seçmişlerdi. Mardin’de de yan dal mecburi hizmeti yapan bir arkadaşımız olduğu ve o da bu işe gönüllü olduğu için böyle düşünmüşler. Galiba gelecek yıl toplantı Çorum’da olacak.
Bu kez İstanbul, Ankara ve İzmir’den de konuşmacılar vardı. Özellikle metabolizmaya ayrıldığı için artık endokrin toplantılarına katılmayan, Mahmut Çoker arkadaşımızı yıllar sonra gördüğüm için çok sevindim.
Toplantımız bilimsel olarak gene çok eğitici oldu.
Toplantı mekanımız ise masal diyarı Mardin, bize gene görsel bir şölen sundu. Mardin için ‘gündüz seyranlık gece gerdanlık’ denir. Ben ise en çok deli güneşinden etkilenirim. Mardin’e, hemen her mevsimde ve en az 10 kez gitmişimdir. Her mevsimde olduğu gibi kışın bile güneş deli gibi gözüne gözüne giriyor, kör oluyorsun.
Mardin’in, bir de deli merdivenleri var. Zaten bölgenin coğrafyası derin vadilerin yardığı kireç kayalıklarından meydana geliyor. Mardin de bu kireç tepelerinden birinin yamacına kurulmuş bir kent. Oldukça eski bir kent olduğu için arabaların geçtiği daracık ve sınırlı sayıda caddeler var. Bu caddelere paralel sokakların çoğu araç giremeyecek kadar dar. Bu sokakları birbirine bağlayan dik sokaklar ise merdiven şeklinde. Hem de ne merdivenler, 45 derece dik, her bir basamağı 2 normal basamak yüksekliğinde merdivenler. Bir göz atmak bile yılgınlığa kapılıp yolunuzu değiştirmeye yetiyor. Bir gece lokanta haline getirilmiş, taş konaklardan birinde yemek yedik. Kapıdan içeri girip de ikinci kattaki yemek salonuna ulaşana kadar dağ tırmandık desem yeridir. Hemen ne kadar nazlı olduğumuzu düşünmeyin, tavan yüksekliği çok fazla olduğu için en az 4 katlık merdiven çıktık. Hani şöyle dar bir pantolon giymiş olsan kesin çıkılmaz. Yani sadece merdivenli sokaklar değil, bina içlerindeki merdivenler de deli.
Mardin’e en az 10 kez gittim ama her seferinde de başka bir gezinin parçası olarak Mardin’den geçtim, en uzun kaldığım sanırım 48 saattir. Hal böyle olunca da her seferinde başka keşifler yapmak mümkün oldu.
Mesela ilk kez yeni şehirdeki bir otelde kaldım. Otele girince üçüncü kata girmiş oluyorsunuz, çünkü arkası bütün coğrafyanın özeti olacak derin bir vadi.
Mesela bu gidişte daha önce hiç görmediğim alt çarşı denilen kapalı çarşıyı keşfettim. Daha önceki gidişlerimde almayı aklıma koyduğum cam altı tekniğiyle boyanmış bir ‘şahmeran’ aldım. Şahmeranı, hekimlik bilgisini yer yüzüne ulaştıran ilk bilge olarak, Lokman hekimin hocası olarak ayrıca dünyanın ilk feministi olarak düşünür, pek saygı duyarım. Bu güne kadar şahmeran figürlü takılarım olmuştu, şimdi de duvarımda bir şahmeranım oldu.
Tabii daha önce gitmiş olduğum yerlere de gurupla gittim. Örnek olarak yine Deyrulzaferan manastırına gittik. Bu manastırı ilk gördüğüm zamanlarda girişteki, tuvaletler, dükkanlar ve çayhane yoktu. Neyse ki bu eklentileri çevreden çıkartılan doğal taşları kullanarak, kadim manastırın mimarisine çok uygun bir şekilde yapmayı başardılar. Sadece burayı ve Mardin müzesini görmek için bile Mardin’e gitmek gerek. Manastır içerisinde, kendinden önceki inançlara saygı olarak ateşe tapanların şapeli de halen korunuyor.
Daha önceki gezilerimde hem Deyrülzaferan hem de Morgabriyel manastırlarını birkaç kez ayrıntılı olarak gezmiş olduğum için, bu sefer artık manastır içerisindeki geziye katılmadım. Dışarıdaki çayhanede oturup, Süryani kahvesi içerek, Mardinli Süryani bir aile ile yarenlik ettim.
Dara antik kentine de gittik. Daha önceki gidişimizde kenti ve zindan denilen siloları görmüştüm. Bu kez nekropol kısmını daha ayrıntılı gezdik. Şehrin tarihi Ahameniş (Pers) imparatorluğu ile başlayıp, Büyük İskender, Bizans ile devam ediyor. Oldukça etkileyici bir nekropol(mezarlık) alanı var. Ölüleri önce toprağa gömüp, bir müddet etlerin çürüyüp, kemiklerin temizlenmesi bekliyorlar. Daha sonra da bu kemikleri topraktan çıkartıp, artık ruhlarının cennete uçabileceği, etkileyici bir bacası olan bir katakompa (toplu mezar olarak kullanılan koridorlar) yığıyorlar.
Ölüleri ilk kez gömmek için kullandıkları mezarların bazıları duvar şeklindeki kayalara oyulmuş, bazıları da yerde idi. Gerçekten görülmeye değer bir alan. Galiba UNESCO tarafından korunması gereken yerler listesine de alınmış, ya da alınacakmış.
Sokaklarda gezerken herkes birbiri ile Arapça konuşuyor. Ancak ilginç bir şekilde, konuştukları dil, Irak’tan, Suriye’den gelenlerle pek tutmuyormuş. Son yıllarda Mardin çok popüler bir turizm merkezi haline geldiği için sokaklarda çocuklar size Mardin tarihçesi anlatmak, ya da popüler bir noktada resminizi çekip, biraz para kazanmak istiyorlar. Biz de, havaya girip, Gülay’la birlikte, Ulu Cami minaresini iter gibi yaptığımız bir resim çektirdik.
Tabii ki bir çok hanımın olduğu her gurupta olduğu gibi çarşıları talan edip, şehrin ekonomisine katkıda bulunduk. Bu arada Trabzon’dan gelen kazaziye tekniğiyle yapılmış bir çok takının da satıldığını görmüş oldum.
Son olarak da; dönüş yolunda havaalanında 2 kez botlarımızı bile çıkarttırıp, ciddi ciddi aradılar. Bu da yetmezmiş gibi, uçağa binince pilot, uçağımıza kendi yolcumuz olmayan biri bindi, bu nedenle el bagajlarınızı yeniden arayacağız diye anons etti. Önce şaşkın yolcu indirildi. Daha sonra bütün el bagajları hostesler tarafından tek tek sorgulandı. Ancak yabancı bir bagaj olmadığından emin olduktan sonra uçuşumuz başlayabildi.