Çanakkale ilinin Anadolu’da kalan toprakları Biga yarımadası üzerinde bulunuyor. Eskiden Biga yarımadasına Troas denilirmiş. Troas bölgesinde hemen hemen her köyde bir antik kent bulunuyor desem yanlış olmaz. Anladığım kadarıyla bölgedeki insan yerleşimi daha neolitik çağlarda başlamıştı ve eşsiz coğrafyası sayesinde, dünya nüfusu henüz milyonlarla ifade edilirken, bu bölgede günümüzde olduğundan daha fazla insan barınıyordu.
Geçen gün Asya kıtasının ve Türkiye’nin en batı ucu olarak ünlenmiş Baba kale köyüne gitmek için yola düştüm. Aslında Türkiye’nin en batı noktası kesinlikle Babakale köyü değil, örneğin Trakya’da Meriç nehrinin Ege denizine döküldüğü noktadaki Enez köyü çok az daha batıda, ama zaten bunu tartışmaya hiç gerek yok, Türkiye’nin en batı noktası Gökçeada’da bulunuyor.
Asya kıtasının en batı noktası olmasına gelince işte bu doğru. Zaten kıtaların haritasına bakılırsa, Türkiye topraklarının büyük çoğunluğu Avrupa ve Afrika kıtaları hizasında bulunuyor. Gerçekten de Nazım Hikmet’in söylediği gibi ‘Dört nala gelip Orta Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan’ bir coğrafyada yaşıyoruz. Ne mutlu ki bu ülkede doğmuşum. Bence dünyanın tam ortası ve bütün dünyanın en güzel arsası.
Babakale köyü Çanakkale’ye 110 kilometre uzaklıkta imiş, bir 10/12 kilometre de bizim köy için eklersek, oldukça uzun bir yol yapacaktım. Üstelik yolun oldukça eziyetli bir yol olduğunu okumuştum. Hal böyle olunca sabahın seherinde kahvaltı bile yapmadan yollara düştüm. Ancak bu günü kendime güzel bir tatil günü yapacağımı da kafama koymuştum. Önce Çanakkale’den Ezine’ye giderken yolda, boğaza doğru güzel bir kahvaltı yapıp, yol güzergahını iyice inceledim.
Bu haritaya uyduğum için Ezine girişinde gerçekten de oldukça zahmetli bir yol üzerinden gittim, ancak dönerken Ezine’nin çıkışından çok daha kolay gidebileceğimi anladım. Bundan sonra elbette bu sonradan öğrendiğim yolu kullanacağım.
Yolun bazı yerleri Bozcaada’ya giden yol olduğu için oldukça düzgün, ama bunun dışında da (Ezine’de yanlış çıktığım yol hariç) oldukça güzel köy yolları idi.
Bozcaada (Geyikli) yolundan güneye dönen kavşakta bir çok kahverengi levha var. Aslında o gün hiç antik şehir dolaşma niyetim yoktu, ama Troas Aleksandira 3 kilometre levhasını görünce dayanamayıp, yoldan saptım.
Şimdiki Dalyan köy ile Kestanbul kaplıcaları arasında kalan muazzam bir antik kent burası. Şehrin arkeolojik kazıları çok yakında yapılmaya başlanmış. Dünyanın pek çok yerinde büyük İskender’in ismini taşıyan şehirlerden biri, diğerlerinden ayırt edilmesi için Troas Aleksandira yani Troas bölgesindeki İskenderiye adı verilmiş. Kestanbul ismi ise ‘Eski İstanbul’ lakabının bozulmuş bir söyleyişi imiş.
Dalyan köyü kenarında şehrin antik limanı bulunuyor. İç limanın önü yıllar içerisinde kumul tepeleri ile kapandığı için gölet halini almış. Dış limanın kalıntıları ise çok net görünüyor. Şehir vakti zamanında çok görkemli imiş. Limanın eski halini gözünde canlandırınca neden uzun yıllar boyunca buranın Troya sanıldığı anlaşılıyor, zaten Troya’nın en fazla 20 kilometre güneyinde bulunuyor. Bu kıyıda böyle 20 kilometrelik aralarla dizi dizi antik şehir var. Bu bölgenin eski zamanlardaki görkemini düşününce akıl duruyor.
Ben önce limanı daha sonra da şehrin bazı kalıntılarını gezdim. İç limana, yani gölete gitmek için kumullarda yürümek gerekiyor, şimdi kumların üzerinde bol bol çiçek var, yazın yürümek isteyeceğimi ise sürüngen tehlikesi nedeniyle pek isteyeceğim bir şey değil. Dış limanın çevresinde dalış yaparak kalıntıları deniz altında da görmek mümkün imiş.
Sanıyorum ki arkeologlara daha çok iş düşüyor. Ancak şu anda bile görünenler orada nasıl bir medeniyet olduğunu gösteriyor. Bulunan lahitler çok zarif, şehrin hamamı Anadolu’da bulunan en büyük Roma hamamı, forumlar, tapınaklar, anıt çeşmeler, yollar, surlar, daha neler var. Araba ile tarlaların arasında ilerlerken çevredeki ufak tefek kalıntılardan aslında şehrin düşünülenden de daha büyük olduğu anlaşılıyor
Daha çok yolum olduğunu düşünerek çok da ayrıntılı gezmeden tekrar yola düştüm.
Babakale köyü yolu üzerindeki Gülpınar köyünde 1980’lerden beri arkeolojik çalışmalar yapılan Apollon tapınağını da gezmek istedim. Burada da muhteşem bir şehir var. Hatta Troas bölgesindeki ilk prehistorik yerleşimin izleri burada bulunmuş. Burası Anadolu’da bulunan en önemli Apollon tapınaklarından biridir. Smintheion adını ise içinde farelerin baş rolde olduğu bir efsanesinin olmasından almış.
Bu kazı alanına giriş serbest değil. Geçen ay Truva’da aldığım müze kart ile girdim. Benim burada en çok dikkatimi çeken şey yüzey toprağının ne kadar sulak olması oldu. Sanırım bu sebeple her zaman bol bol fareler ve diğer kemirgenlere yuva olmuştur. Bu gün yarım da olsa ayağa kaldırılmış olan tapınağın basamaklarında onlarca fare heykeli yapılmış olması çok ilginç bir görsel sunuyor.
Beni çok ilgili görünce müze görevlisi bana bir broşür verdi. Bu broşürde sanırım İÇDAŞ gurubunun kazı çalışmalarına sponsör olduğu antik kentlerin bir haritası vardı. Bu eksik harita bile bölgenin bir zamanlar ne kadar kalabalık bir yerleşme alanı olduğunun ispatı gibi.
Burayı da kısaca gezdikten sonra asıl hedefim olan Babakaleye doğru yola devam ettim.
Geyikliden itibaren bütün bu güzergah boyunca, her taraf yazlık sitelerle dolu. Bütün bölgede sadece antik şehirler, su kemerleri, taş ocakları, limanlar yok, aynı zamanda Osmanlı zamanından kalma camiler, kaleler, köprüler ve daha bir çok kalıntı var. Yoldan fazla çıkartmayacak olanları gezerek yol aldım.
Gülpınardan, Babakaleye kadar kıyı bayağı dikleşiyor. Yol boyunca uçurumlardan, derin yarıklardan ve yazlık sitelerle dolu yamaçlardan geçerek Babakale’ye varıyorsunuz. Babakalede çok güzel bir Osmanlı Kalesi var. Önce bu kaleyi gezdim. Kaleden küçük köyün yaslandığı yamaca, Midilli adasına, limana ve açık denize baktım.
Açık denize bakarken Asya kıtasının en batı ucunda olduğunu gerçekten hissediyorsun. Köyün muhtarı, parlak bir düşünceyle, isteyene Asya kıtasının en batısında bulunma sertifikası veriyor.
Köy, güzel bir Osmanlı köyü ama bunun ötesinde bir duygusu var. Kendini adada gibi hissediyorsun. Zaten daracık tek bir yolla gelindiği için adadan pek de farkı yok. Bu köyde de zaman adalarda olduğu gibi yavaş akıyor. Ancak öyle kötü bir yavaşlama değil. Mesela sınav kapısında, ameliyathane kapısında, ya da gelmeyen arkadaşı, ustayı, otobüsü beklerken de zaman yavaşlar ve bir türlü geçmek bilmez. Ama bu yavaşlamada zaman yoğuşup, katranlaşır, ağdaşır ve insanın yüreğini kanırtarak geçmez, geçemez olur.
Oysa burada zaman bir derenin kuytularda dinginleşip, yavaşlaması gibi yavaşlıyor. İnsana kendini tam da yaşadığı anda olduğunu hissettiren, huzurlu ve ılık bir yavaşlama ile akıyor.
Zaten gün boyunca antik kalıntılardan, modern sitelere kadar zaman gezginliği yaptığım için böyle bir süreç çok rahatlatıcı idi.