İzmir’e daha önceki her gidişim mutlaka bir bilimsel toplantı sebebiyle olmuştur ve bunlardan pek çoğunda toplantının yapıldığı otelin yakın çevresinde gezebildiysem kendimi başarılı saymıştım. Tatil için gittiğim zamanları da Şirince, Alaçatı, Çeşme gibi tatil kasabalarında zaman geçirdiğim için İzmir’in şehir merkezini pek bilmem.
Geçen hafta biraz alış veriş yapmak, biraz da şehir içinde zaman geçirmek için İzmir’e gitmeye karar verdik. Kendi aracımla gidersem, biraz yolu uzatıp, sahil yoluna girerim, Çanakkale tarafındaki Dikili, Çandarlı, Foça gibi yerleşim yerlerini de görmüş olurum diye yola düştüm.
Giderken, ana yoldan sapıp Dikili üzerinden Çandarlı’ya vardık. Buradaki güzel koyda güzel bir balık yiyip, oldukça güzel korunmuş Ceneviz kalesini de gezdik. O zamanlar ya insanlar 3 metre boyundaydı, ya da ergonomi nedir bilmiyorlardı. Kalenin ikinci katına çıkıp çevreye göz atmaya kalkışınca basamakların yüksekliğinden kendimi cüce gibi hissettim. Üst katta bütün yarımadayı gözledikten sonra yuvarlanmadan, incinip, bir yerimi kırmadan, inmeyi de becerince toprağı öptüm. Kale çok güzel ve ihtimal iyi bir tamirat da geçirmiş çünkü çok sağlam görünüyordu.
İzmir’de, Bornova’da, Forum yakınlarında bir otelde kaldık. Ne de olsa asıl amacım alış veriş yapmaktı.
Çalışırken hastalar hediye getirdikleri zaman, bunları ‘’iyi doktor fonum’’ diye isimlendirirdim. Mesela bir kolye getirmiş olsalar, taktığım zaman biri beğenir de nereden aldın diye sorar ya, bu soruya ‘bilmiyorum, bu kolye iyi doktor fonumdan geldi’’ derdim. Bazen de öğrenciler, asistanlar hediye getirirlerdi. Ona da ‘iyi hoca fonu’ derdim. Öyle ya, demek insanlar benim hatırımı sayıp hediye getirmiş, kötü olsam getirirler mi?
Bu günlerde, artık 3 yıldır emekli olduğum halde, eski öğrencilerimden ‘’iyi hoca fonum’’ aşırı işliyor. Geçen gün Gaziantepli bir asistanım beni düğününe davet etti. Ben de, gitmeye karar verdim, ama kızın kınası da olacak. Daha önce ne zaman kına gecesine gitsem kaftan giymeye özenirim. İzmir’e asıl gitme nedenim bir kaftan almaktı, hal böyle olunca da elbette modern alış veriş merkezlerinde istediğimi bulmam mümkün olamadı.
Daha da iyi oldu, çünkü kaftan aramak uğruna ‘’Kemeraltı’’ çarşısını uzun uzadıya gezdik, buradan Saat kulesi meydanına ve Kordona çıktık. Nihayet İzmir’in tarihi kısımlarında yaya olarak tam bir gün geçirmiş oldum. Amaca gelince tam üzerime olan, sade bir kaftan bulmayı başardım, yani işlem tamam. Bundan sonra kına gecelerine kaftanlı gideceğim.
Hava dışarıda gezmek için çok uygun olunca bir gün de Efes’e gitmeye karar verdik. Efes, en fazla turist çeken antik şehirlerden biri olduğu için, görmeyen çok az insan olduğunu düşünüyorum. Ancak ben de gözden kaçan bir özelliğine dikkat çekmek için yazmayı uygun buluyorum.
Birkaç yıl önce, Aleviliğin kökenine dair yazılmış bir kitapta yazarın, Alevi kelimesinin Luviler’den geldiğini iddia ettiğini okumuştum. O günden sonra Luviler hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştıysam da bu konuda yazılmış tatmin edici bir kitap bulmak hiç de kolay değildi.
Her şeyin bir zamanı varmış, ben Luvilerin yaşadığı topraklara göçtükten sonra Luvilere ait oldukça etkileyici, arkeolojik gerçekleri ortaya koymaya çalışan birkaç kitap bulmayı başardım. Meğer Luviler, Hititler ve Mikenlerle eş zamanlı yaşamışlar, ancak her nedense Hititlerle karıştırılmış, ya da gölgesi altında kaldıkları için göz ardı edilmiş, bir türlü modern zaman insanından, hak ettikleri ilgiyi bulamamışlar.
Oysa ki, Luvililerden kalan bir çok antik şehir arkeolojik olarak kazılmış, ancak bu şehirler de, üzerlerine kurulan Helen ya da Roma şehrinin görkemi altında kalmışlar. Dünyanın en önemli eserlerinden biri olan Odesiya ve İliyada destanları da aslında Luvililiere karşı yapılan bir savaştan söz etmektedir.
Evet, en bilinen antik şehirler olan Truva ve Efes ve daha bir çokları aslında Luvililerin şehirleridir, onların kalıntıları üzerinde yükselen Roma veya Helen şehrinin tarihinde kısacık söz edilseler de bu iki şehir de Luvi uygarlığı için çok önemli gösterge taşlarıdır.
Truva, Homeros’un destanları kadar ünlü edebiyat eserlerine konu olduğu için dünya tarihi açısından bir gösterge taşı niteliğindedir. Aslında edebi olarak bir aşk hikayesi gibi işlenmiş olsa da, bu savaşın destanlara konu olmasının sebebi, o günkü dünya göz önüne alındığında, Truva savaşının global bir dünya savaşı olmasıdır. Truva şehrinin bir başka özelliği de dünya üzerindeki hemen hemen ilk arkeolojik kazı olmasıdır. Gerçi bu günkü anlayışa göre buna arkeolojik kazı demek de pek mümkün değildir, resmen hazine hırsızlığıdır, ama sonuç olarak kendi içerisinde bir çeşit akıl belirtisi ve yöntem taşıyan, sistemli bir şehir kazısıdır.
Efesin ilk nüvesi ise, Ayasaluk tepesi üzerinde kurulan Apasa isimli bir Luvi şehridir ve Apasa, Luvi şehirlerinin başkentidir. Luviler kendilerine ait hiyeroglif yazıları olan muhteşem bir uygarlık kurdular. Mesela Girit’te bulunan ve üzerindeki yazının gizemi uzun süre çözülemeyen Phaistos diskinin yazısının Luvi hiyyeroglifi olduğu anlaşılmıştır. Hattuşa’da bulunan Nişantaş, bilinen en uzun Luvi yazısıdır. Genellikle yazısı olan medeniyetler pek gözden kaçmazlar, ama nasıl olduysa Luviler kaçmış.
Antik kentlerin önemli özelliklerinden biri bir birinin üzerine kurulmuş, çok çeşitli katmanlardan meydana gelmeleridir. Hatta bu durum zamanla dışarıdan kolayca fark edilebilen bir dağ şeklini alır. Bunun sebebi şudur, bölgeye ilk yerleşenler, suya yakın, korunaklı, iklimi müsait bir bölgeye yerleşirler. Daha sonra gelenler de mümkünse daha önce yerleşilmiş bir yere yerleşmeyi tercih ederler. Çünkü zaten avantajlı bir konumu vardır, üstelik artık iskan edildiği için yerleşime daha da müsaittir. Gerekirse yeni yapılacak binalarda kullanılmak üzere kesilip hazırlanıp kullanılmış yapı malzemeleri de vardır. Savaşta yarısı yıkılmış bir binanın taşları derhal yeni yapılacak olanda kullanılır. Böylece taşı işlemek de gerekmediği için zamandan tasarruf edilir. Tarlalar zaten önceden açılmış, belki su yolları kazılmıştır. Yollar, limanlar bir şekilde hazırdır. Artık genişletmek yeni gelene kalır.
İlginç bir şekilde bu antik kentler şu anda toprakla kapalı bile olsalar, o bölge insanlarının kollektif hafızalarında mevcuttur. Anadolu’da ‘höyük’ veya ‘tell’ denilen her tepenin altında bir antik kent vardır.
Efes’in şu andaki durumunda ise elbette Luvilerin başkentinin üzerinde kurulmuş, İyonyanın 12 şehrinden biri ve muhtemelen en önemlisi görülmektedir.
Bu hali de görülmeye çok layıktır, şehirdeki kütüphane, muhtemelen Türkiye tanıtımı için en çok kullanılan simge yapılardan biridir.
Şu anda bütün şehri gezmek için en az 3 saat gerekiyor. Daha önceki gidişlerimde ya antik şehrin bu kadar çok yeri ayağa kaldırılmış değildi, ya hava çok sıcaktı ya da aşırı turist kalabalığı vardı, sonuç olarak ilk kez ne fazla kalabalık ne de aşırı sıcaklık, her şey tam kıvamında olunca doya doya gezmeyi başardım.
Tıp sembolü, bir birine sarılı iki yılandır ve bu sembole Kadüse adı verilir. Turistlik yapayım derken caddelerden birinin başında gördüğüm kadüse ile birlikte poz vermeyi de ihmal etmedim doğal olarak.
Tabii Meryem Ana’nın son günlerini geçirdiği düşünülen kiliseye de gittim. Buranın Meryem Ananın yaşadığı yer olduğu iddiası, bence biraz tartışılabilir. Ancak bu tartışmayı yapacak kişi ben değilim, bu güne kadar buraya birkaç Papa, birkaç ABD başkanı ve daha kim bilir kimler gelip de aksini iddia eden olmadığına göre, beni de ilgilendirmez zaten.
Burayı gezmek için de çok uygun bir zamandı, nispeten tenha ve muhtemelen hava koşullarının en uygun olduğu gündü.