Üniversitelerde biraz da göstermelik olarak rektörlük seçimleri yapılırdı. Rektörler, öğretim üyelerinin oyları ile seçilirdi. Göstermelik diyorum, çünkü sen kimi seçersen seç, rektörün kim olacağına YÖK ve cumhurbaşkanı karar verirdi. Eskiden genellikle en fazla oy alan aday rektör olurdu, ama sonraları bu eğilim değişti, seçim iyice boşa çıktı ve sonunda sanırım kaldırıldı.
Seçimlerin kaldırıldığı doğruysa iyi olmuş, çünkü son haliyle seçimler, aylarca devam eden bir karmaşa yaratıyor, bir çok öğretim üyesinin mesaisi sadece önümüzdeki seçim haline geliyordu. Bu aylarda, daha önceleri yüzüne bakmayan seçildikten sonra da bakmayacak olan adaylar odalarımızı tek tek dolaşır, bizlerden oy istiyordu.
Sanırım en az 6 adayın oy alması gerekiyordu ve en fazla oyu alan 6 aday YÖK’e liste olarak gönderilirdi. Genellikle 2 bilemedin 3 gerçek aday olurdu, en güçlü hisseden aday seçim boşa gitmesin diye en yakın arkadaşlarından üçünün kendi kendine oy vermesini sağlardı.
Bir aday iki kez üst üste rektör olabildiği için genel olarak bütün rektörlük süresince açmadığı kadroları, ikinci seçimin tam öncesinde açar, onlarca, yüzlerce yardımcı doçent ataması yapar ve bu yeni yardımcı doçentlerin oyları ile yeniden rektör olurdu. Zaten ilk seçimi de daha önceki rektörün himayesinde yine aynı yöntemle kazanmış olurdu.
Bu seçim kampanyaları hiçbir zaman bir adayın ben üniversiteye şu hizmetleri vereceğim diye net ve belirli hedef belirlemiş olduklarını görmedim. Genel olarak kampanyalarını üniversiteyi ileri bir düzeye çıkartmak gibi belirsiz bir hedef söylemi ve muhalif bir adaysa mevcut yönetimi kötülemek üzerine yürütürlerdi. Gizli toplantılarda bir takım guruplar arasında planlar kurulur, sözler verilir, anlaşmalar yapılırdı. İşin komik tarafı da sözüm ona gizli olan bu anlaşmalar, o konuşma sırasında orada olan birileri tarafından mutlaka açık edilirdi. Hangi aday rektör olursa, kimin rektör yardımcısı, kimin hangi fakültenin dekanı olacağı bilinirdi. Bazen de aynı pozisyon için birden çok kişiye söz verilmiş olurdu.
Bu, sözüm ona gizli anlaşmaları sadece üniversite değil bütün şehir halkı da öğrenirdi. Bütün esnaf, Trabzonspor yöneticileri, bürokratlar, meslek odaları, yerel basın haftalar, aylar boyunca bu seçimlere kilitlenirdi. Ben çalışma saatlerinde sürekli işimle ilgili olduğum için bu dedikoduları çoğu kez apartman komşularımdan, mahalle bakkalımdan filan duyar, daha sonra iş arkadaşlarımdan doğru olduklarını teyit ederdim. Yani bu seçimler bayağı bir olay olurdu, ilgili, ilgisiz pek çok kişiyi aylarca meşgul ederdi.
Bazı seçim kampanyaları daha da çirkin olurdu. Mesela bir rektörlük seçim öncesinde bana bir zarf içerisinde sicilimin fotokopisini gönderdiler. Sanırım bunu gönderen mevcut rektörün ikinci kez seçilmesini istemeyen muhalif adaydı (seçimi eski rektör tekrar kazandı). Burada fakültemizin dekanı benim hakkımda ‘’üniter devlet düşmanı’’ diye yazmış ve kötü puan vermiş. Daha sonra da rektör sicilime orta puan vererek güya bir düzetme yapmış.
Bunu görünce aklım başımdan gitti, ne demek devlet düşmanı? Ne demek? Bu nasıl bir karalamadır. Eğer elinde bir delil varsa, ortaya çıkart beni üniversiteden at, eğer delilin yoksa bu ne cürettir?
Ben hayatım boyunca hiç bir zaman devlerin geleceği üzerine söz sahibi olmak isteyen bir guruba üye olmadım, herhangi bir yasa dışı şeyle asla meşgul olmadım. Bir devlet memuru olarak alın terimle ve üstün bir gayretle çalışıyorum. Bence bir vatan (devlet) işini iyi yapan insanların emeği ile gönençle yaşar. Bu açıdan bakılınca en büyük vatan sever benim gibi düşünüp, yaşayanlardır.
Ne üniter devlet düşmanı ifadesini ne de orta derecedeki sicili kabul etmek istemiyorum. Orta sivil demek kötü sicil verilse işten atılmam gerek demek. Yuh artık. Bu kadar öz veriyle çalışırken nasıl orta puanlı sicilim olur. Çünkü iyi ve pek iyi dereceler de var, deliye döndüm, öyle ya daha temizlikçiler gelmeden hastaneyi ben açıyorum, günde 8/10 saat, tuvalete bile gitmeden çalışıyorum. Daha ne yapabilirim? Bu hastaneden ben orta puan alıyorsam kim iyi ya da pek iyi puan alacak çok merak ettim. Tek yapmadığım yöneticilere yalakalık yapmak. Onu da yapmam, yapamam.
Böylece sinir içerisinde bana bu sicili veren amirleri mahkemeye vermek istedim. Birkaç gün sakinleşeyim sonra karar vereyim diye düşündüm. Çünkü o dönemlerde Trabzon adliyesi resmen bizim üniversiteye çalışıyordu. Hastanede kimi sorsanız o gün mahkemede oluyordu. Ben de aynı duruma düşmekten biraz utanıyordum. Öyle ya çalıştığın kurumu mahkemeye vereceksin, bana biraz rezillik gibi geliyordu.
Ben bu duygular içerisindeyken, aradan birkaç gün bile geçmeden, benimki de dahil, bir kaç sicil fotokopisi bütün öğretim üyelerine gönderildi. Bu durumda mahkemeye vermesem, artık herkes de hakkımda yazılan bu suçlamayı kabul ettiğimi düşünecekti. Ayrıca bu kadar ağır suçlama sadece benim için yazılmıştı.
Bir avukat tuttum ve avukat ‘sicilin düzeltilmesi’ için mahkeme açtı. Mahkeme açtığım duyulunca, dekanın akrabası olan bir öğretim üyesi benimle bu konuda konuşmak istedi. Beni bir kuytuya çekip, sesine ve beden diline ‘bak sana bir iyilik yapıyorum, başının daha büyük belaya girmesini önlemek istiyorum’ edası vererek, dekan beyin kulağının uzun olduğunu, eğer bu konuda elinde bir delil olmasa öyle bir şey yazmayacağını, bu mahkemeden zararlı çıkacağımı söyleyerek beni korkutmaya çalıştı.
Ben de bunu bekliyordum. Bütün söylediklerimi ileteceğini bildiğim için çenemi açtım. Eğer elinde bir delil varsa derhal ortaya çıkartsın ve beni üniversiteden ihraç ettirsin, eğer bunu yapmasa kendisi görevini ihmal ediyor ve asıl devlet düşmanlığını yapıyor. Ama biliyorum ki elinde delil melil olamaz sadece iftira atıyor, bir de ben dindarım diye geçiniyor, en büyük günahlardan bir gıybettir, hakkımda gıybet yaptı, kitabımızda yönettiğin kişilere karşı adil ol diye kaç tane ayet var, bu emirlere de karşı geldi, bakalım benim kul hakkımla öbür dünyaya nasıl gidecek. Şimdi gidip bu sözlerimi iletin, ben mahkemeden vaz geçmiyorum, ya hakkımdaki devlet düşmanlığımla ilgili belgeleri ortaya çıkarsın, ya da kara kara ahiretini düşünsün dedim.
İşin tuhaf olanı ben bu mahkemeyi kaybettim. Hakim, avukata bu sicil zaten rektör tarafından düzeltilmiş ( oysa ben orta derece sicilin düzeltilmiş olduğunu kabul etmiyorum), eğer sicilden bu cümle çıkartılsın diye mahkeme açsaydınız kazanacaktınız demiş.
Yani bir beceriksiz avukat yüzünden mahkemeyi kaybettim ve üniversiteye 25 kuruş pul parası ödedim.
Çok kötü bir duyguydu.
Aradan yıllar geçtikten sonra, eski dekanımız, beni herkes mahkemeye verdi ve mahkemeyi kazandı. Bir tek sen haklı idin, bir tek sen mahkemeyi kaybettin dedi. Hiç acımadım. Yüzümde bir sırtlan sırıtmasıyla, gözünün içine bakarak tane tane ‘’ben sizi Allaha havale ettim’’ dedim.
Benim bu dik başlı hallerim, bu adamı bir şekilde korkuturdu. Ne zaman kendisine böyle saygısız bir cevap verdiysem, belki de anladığı dil bu olduğu için, arkasından herkese beni överdi. Bu sefer de bu kız aslında çok vatansever bir kız demişti.
Bu hocamızın emeklilik töreninde de bulundum. Uzun yıllar dekanlık yaparken etrafında kalabalıktan geçilmezdi. Törenine giden çok az öğretim üyesinden biriydim, herkesi o kadar yıldırmış ki gelenlerin çoğu da gerçekten artık gittiğinden emin olmak için geldiler sanırım.
Vatanseverliğinizi sorgulayan ve ‘’üniter devlet düşmanı’’ yaftasını vuran sayın Dekan’ın emeklilik töreninde bulunmasaydınız kanaatimce daha şık olurdu.
Selamlar.
İhsan