Daha önceki yazılarımda doçentlik kadromun verilmesi ile ilgili başımdan geçen garip olayları anlatmıştım.
O yıl hemen her ay kendimle ilgili bir dedikodu da duyuyordum. Bu dedikodulara göre çok aktif ve cidden seviyesiz bir özel hayatım olmalıydı. Gerçekten de ağza kolayca alınacak şeyler değildi. Bu dedikoduların ilkini duyduğumda günlerce kendime gelememiştim. Dozu giderek artan daha sonrakileri duyduğumda artık gülüp geçmeye başlamıştım.
Ama kesin olan bir şey vardı ki kaynağını kestirebildiğim ve dedikoduyu yayanı net olarak bildiğim bu dedikodular, sistematik bir kötülüğün sonucuydu. Beni mesleki yetersizlik gibi bir şeyle suçlayamadıklarından, belden aşağı vurup, küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Çünkü bu dedikodulardan herhangi birine inanan herhangi bir kişinin bana zerre kadar saygısı kalmazdı. Bundan eminim.
O zamanlar dekan olan adamın bir kirli işler arşivi vardı. Hemen herkese ait bir dosya tutar, mesela paragöz bir hocanın hastadan para aldığına dair bir delil, zampara bir adamın gönül işlerine ilişkin bir delil ya da benzeri şeyleri elinde bulundurur, sonra da bunlarla kişileri tehdit ederdi.
Bu arada şunu da belirtmekte fayda var. Çoğu zaman da elinde en kalın hata dosyası olan kişiye bir konuda yetki verir, mesela cerrahi bilimler başkanı yapar, sonra da o adamı tetikçi gibi kullanırdı. O kişinin ipi artık elinde olduğu için kendini ufak tefek işler için yormazdı.
Dekan bey, benim için de dosya oluşturmaya gayret etti.
İşe geç geliyor diyemiyorlardı, herkesten evvel ben hastanede oluyordum. Hastalara zarar veriyor diyemiyorlardı, hastalarım benden çok memnundu, hatta öğretim üyelerinin çocuklarının da doktoru olmuştum.
Belki ders anlatması yetersizdir diye düşündüler, hatta bir gün, bir dönem dersime aniden dekanın tetikçisi olduğunu bildiğim bir hoca girdi ve arka sıraya oturdu. Güya benim dersimi izlemeye gelmiş. Halbuki, KTÜ’de hiç böyle bir gelenek yoktur, üstelik bu hoca bizim bölümün hocası bile değildi. Ben hiç bozuntuya vermeden, hocam hoş geldiniz diyerek derse kaldığım yerden devam ettim. Sonra ders bitince ‘öğrenmenin yaşı yok’ diye dalgamı da geçerek hocaya teşekkür ettim. Bu hoca benim için dersi kötü anlattı diyememiş, aksine güzel anlattı demek zorunda kalmıştı.
Birkaç kez bazı hastalar bana elden para vermek için çok ısrar ettiler, hatta biri masamın üzerine para attı. Kapıdan çıkmadan adamı yakalayıp, parayı geri verdim. Dışarı kadar adamla birlikte çıkıp koridorda elden para almıyorum diye bağırdım. Kapımda bekleyen birkaç takım elbiseli adam hemen uzaklaştı. Yani adamı yakalayıp parayı cebine tıkıştırmasam polis baskını yiyecektim.
Özel muayene olmak isteyenlerin sekreterliğe resmen makbuz karşılığı para ödemeleri gerekiyordu, bu paranın bir kısmı hastaneye gidiyordu ve vergisi ödeniyordu. Oysa doktor elden para alırsa bütün para kendinin oluyordu, bu aynı zamanda suç teşkil ettiği için, hasta kapıdan çıkar çıkmaz polis baskını yiyen birkaç hoca olmuştu.
Hal böyle olunca eğer sana çok kızmışlarsa karakolluk oluyordun, yok seni manüple edebileceklerini düşünürlerse dekanın odasına çağrılıp önce kirli dosyan yüzüne vuruluyor, sonra da bir şekilde seninle anlaşılıyordu. Bana baskın da yapamadılar.
Benim için bir türlü dosya oluşturamıyordu. Böylece tetikçilerinden bir karı kocayı hakkımda dedikodu üretmekle görevlendirdi.
Neyse şimdi tekrar hatırlatayım, doçentlik kadromun gazeteye ilanından sonra bir yıl geçti, bütün arkadaşlarıma kadroları verildi. Bir tek bana sebepsizce verilmiyordu. Ertesi yıl doçent olanların kadro ilanları verilmişti, artık onların doçentlik kadrolarının verileceği üniversite kurulu yapılacaktı. O hafta benim de avukat aracılığı ile verdiğim dilekçeye cevap vermeleri gerekiyordu. Eğer cevap vermezlerse üniversiteyi mahkemeye verip, kadromu ancak ondan sonra alacaktım. Kaybedecekleri kesin olan böyle bir mahkemeyi göze alamayacakları için o hafta yapılacak kurulda benim kadromu da vermeleri gerekiyordu.
Cuma günü kurul yapılacaktı, sanırım Çarşamba günü dekan beni odasına çağırdı. Sonradan anladığım kadarı ile çaresiz kalmıştı, mecburen doçentlik kadrom verilecekti. Bana kadro verilince dekanın karizması çizilecek ya hiç olmazsa odama geldi ağladı, ben de dayanamadım verdim kadrosunu diyebilmek istiyor, beni illa ki ağlatacak, ona karar vermiş.
Hiç unutmuyorum, bir öğlen dersinden sonra odasına gittim. Beni kollarını kavuşturmuş, gardını almış bir şekilde ayakta karşıladı. Sen kadro istiyorsun ama Hacettepe’de baş asistanlarla diye söze başladı. Bu dedikoduyu duymuştum, adama sözünü tamamlatmadım, evet kadromu istiyorum, sizden oğlunuzu istemiyorum dedim.
Sonra da ne mutlu bana ki sen çalışmıyorsun, hastaların senden memnun değil, öğrenciler senden memnun değil, ders anlatamıyorsun diyemediğiniz için hakkımda böyle dedikodu yapıyorsunuz. Eğer bu söylediklerini yaptıysam size laf düşmez bu hezeyanları kendinize saklayın. Bir de dindar geçiniyorsunuz, gıybet yapmanın ne kadar kötü bir günah olduğunu benden duymak ağırınıza gitmeyecek mi dedim.
Erkek olsan seni yumruklardım mı demedi, ben seni istesem ağlatırım mı demedi. Sinirinden titriyor artık, ben de karşısında öküz gibi durdum, hiç sesimi yükseltmeden her sözüne cevap verdim. Verdiğim cevapların hiç biri yenir yutulur cinsten değildi. Ancak hiç biri de kafamdan uydurduğum şeyler değildi, hepsi de gerçekti. Mesela seni yumruklarım diyor, biliyorum bu odada yediğin dayağı, ama o dayağı hak etmiştin deyip neden hak ettiğini anlatıyorum. İşin tuhaf tarafı bu olayda bana hak veriyor. Seni ağlatırım diyor, sen kendi haline ağla, bana duyduğun sinirden ahiretini yaktın, kul hakkı ile gideceksin diyorum. Gözleri yerinden çıkıyor, benden korkuyor. Daha bir sürü tuhaf konuşma geçiyor aramızda. Sonunda galiba, bir saat kadar çata çat kavga edip, odadan çıkıyorum. Çıkarken de kadroyu onun değil rektörün ‘’mecburen’’ vereceğini söylüyorum. Çıkarken de kapıyı çarpıyorum, geri dönüp gülerek rüzgar çarptı diyorum. Böyle seviyesiz bir kavgayı ne daha önce yaptım ne de daha sonra, ama bence çok gerekliydi. Valla bir yıldır şişen yüreğimin yangını söndü.
O Cuma günü kadrom verildi. Daha önceki yıl kadrosu ilan edilmeyip de yeni edilen arkadaşlar ve o yıl doçent olan arkadaşlarla birlikte kadroya geçtim yani tam bir yıl maaşımı hak ettiğimden daha eksik aldım.
O günden sonra artık bir daha hakkımda bu tür bir dedikodu konuşan olmadı.
Dekan da odadan çıkıp, bu kız aslında çok akıllı ve yiğit bir kız ama onu ana bilim dalı başkanı kandırıyor demiş. Artık ne demekse birlikte İngiliz siyaseti yapıyormuşuz.
Aradan yıllar geçti, ben muayenehane açtığım zaman eski dekana bir çok hasta gönderdim. Bütün bu hastalara benim hekimliğimi öve, öve bitiremedi.
Yani sonuçta ne sicilime devlet düşmanı yazan dekanla ne de bana bilim hırsızı diyen kendi ana bilim dalımdaki öğretim üyesiyle küskün kaldım.
Onlardan nefret de etmiyorum, çünkü onları o kadar önemli bulmuyorum.
Bu yazıları yazma sebebim, beni erken emekli olmakla adeta suçlayan arkadaşlarıma kızılcık şerbeti kusmadığımı anlatmak.
Ayşe,
Son üç yazını öfkeyle okuduktan sonra, okuduktan bir kez de evde Sevinç’e okudum. Evet. Aynen; ben okudum, eşim büyük bir şaşkınlık içerisinde dinledi.
Onlara duruşunla, sağlam karakterinde gerekli dersi verdin. Ancak bu zihniyetin şirretliğiyle uğraşamazdın. En doğrusu da Allah’a havale etmendi.
Allah’tan bulsunlar!
Sana selam ve sevgiler iletiyoruz. Kendine iyi bak, varlığınla iftihar ettiğim arkadaşım
hocam keşke tüm kadınlar, tüm eğitimciler sizin kadar net ve temiz olabilse.bazı yazılarınızı okurken boğazıma düğümler dolanıyor sonrasında hayret ve hayranlık hissediyorum.