Birkaç ay önce ana tarafımdan kuzenlerimle bir ‘’family time’’ yapmaya karar vermiştik. Sermin, ben, teyzemin kızı Sibel Özgür, onun kızı Nil, birkaç günlüğüne yıllardan beri İsviçre’nin Lozan şehrinde yaşayan dayımın oğlu Emre Telatar’ı ziyarete gittik.
Bizim Nermin uçağa binmez, onu evde yalnız bırakmamak için, Sermin’in kadim arkadaşı Ayşen Güner, İstanbul’dan geldi. O köyde kalırken biz önce İstanbul’a gittik, Sibel’le Nil ile havaalanında buluştuk. (Böylece ben de yeni havaalanını görmüş oldum. Güzel ve modern bir alan, ancak yürüme mesafeleri gerçekten uzun.) Sonra da Lozan’a en yakın havaalanı olan Cenevre havaalanına uçtuk.
Cenevre havaalanı hem İsviçre’nin hem de Fransa’nın havaalanı. Hatta Fransa’dan gelen yolcu, Fransız topraklarından çıkmadan havaalanına ulaşabilsin diye iki ülke arasında birkaç kilometrekare toprak değiş tokuşu olmuş. Aslında buna neden gerek gördüler anlamadım, çünkü Fransa’ya geçerken sınırda hiç durmadık, dönüşte ise sadece gümrük vergisi olan malları beyan etmek için birkaç dakika durduk. Ülkeler arası iyi komşuluk ilişkileri ne kadar önemli değil mi? Aradaki tek fark Fransa’da yuro, İsviçre’de İsviçre frangı para birimi kullanmamız oldu.
Emre bize güzel bir gezi programı hazırlamıştı. İsviçre’de Lozan, Lutry, Montrö ve Gruyer şehirlerini gezdik. İki günlüğüne Fransa’ya, dünyanın en önemli şarap üretim merkezlerinden biri olan Burgendy vadisine gittik.
Geziden iz bırakan birkaç not yazmak istedim. İsviçre yüz ölçümü oldukça küçük bir ülke, dağları (Alpler) ile meşhur ve denize kıyısı yok, ama hem Ron, hem de Ren nehirlerinin başlangıç havzaları bu ülkede ve bir çok büyük göl var.
Mesela Leman gölü; kıyısında oya gibi Cenevre, Lozan, Montrö gibi şehirler, çevresinde hala karlarla kaplı dağlarla gerçekten güzel manzaralar sunuyor, ancak beni en çok etkileyen 400 metrelik derinliği oldu, göldeki su rezervinin ne kadar büyük olduğunu hayal edemedim. Gölde hala eski usul gemilerle yolculuk yapılıyor. Her artık yılda, yani şubat ayının 29 gün olduğu yıllarda gölün suyu barajlar sayesinde bir metre kadar düşürülüp, kıyıdaki yosunlardan temizleniyormuş. Önümüzdeki yıl şubat ayı 29 çekiyor, yani gölü en çok yosun tutmuş hali ile görmüş olduk, gene de tertemizdi. Lozan ile Montö arasına İsviçre Rivyerası deniliyormuş, gerçekten de denize giren insanlar gördük.
Lozan ve Montrö şehirlerinde Lozan ve Montrö antlaşmalarının yapıldığı mekanları, Lozan’da olimpiyat müzesini ve daha bir çok yeri gezdik. Gerçekten görülmeye değer mahalleler, bahçeli evler, bağlar, tarlalar, muhteşem lokantalar, olağanüstü müzeler, tertemiz sokaklar, kısaca medeniyet var.
Ancak genel olarak tabii klasik Avrupa havası soluyorsunuz. Daha önce ülkemiz için anlamı çok büyük olan antlaşmaların yapıldığı mekanları görmüş olduğum için, bu gezide beni en çok etkileyen yer; orta çağdan beri hiç değiştirilmeden saklanmış olan ve gravyer peynirlerinin adını aldığı Gruyer şehri ve kalesi oldu. Burası tam anlamı ile Heidi masalının geçtiği yerler, köşeden Heidi ve Peter çıksa hiç şaşırmazdım. Hayal gibi bir yerdi. Burada da peynir föndü yiyerek, bol kalori almayı ihmal etmedik, Allaha şükür. Bir de gravyer peynirlerinin neden marketlerde dilimler halinde satıldığını anlamış oldum. Çünkü peynir tekerleri gerçekten araba lastiği boyutlarında, belli ki market vitrinlerine sığmıyor.
Fransa’da Burgendy vadisinde üzüm bağlarını, şarap üreticilerini gezdik. Bütün vadi, ormanlar, bağlar, kasabalar o kadar güzel, o kadar bakımlı ki. Burada şarap üreticisi olan bir çok aile yaşıyor. Her biri tarihi binaları korumuşlar, bazılarının mahzenleri 15. yüzyıldan kalma, ve tamamen o zamanlardaki keşişlerin yaptıkları şekliyle korunmuş.
Hatta bağları çevreleyen duvarlar bile aynen korunmuş. İnsan kıyas yapmadan edemiyor. Bir tane bile diğerinin aynısı olan ev yok, her biri kendi karakterini yansıtıyor, bizdeki siteler gibi deprem konutlarına benzer şekilde tek tip değil.
Bu gezide anladım ki şarap işi uzmanlık işi, sadece şarap üretmek değil, şarabı tatmak ve içmek de ustalık istiyor.
Bir de Michelin yıldızı olan lokantalarda yemek öyle her baba yiğidin harcı değil. Benim damak zevkim değişik tatlara alışıktır, çok güzel yedim ama Sibel mesela bir kebap yese daha memnun kalırdı.
Fransa gezisinde bana en ilginç gelen şeylerden biri de şarap bağlarının önlerine dikilmiş güllerdi. Bunlar öyle güzel görünsün diye değilmiş. Güller koktukları için bitki bitleri önce onlara gelirmiş, bunu fark eden çiftçiler de hemen üzümler için önlem alırmış. Yani güller üzümlere ‘bitki biti bekçisi’ olarak dikilmiş.
Hem Fransa’da hem de İsviçre’de hem tarım hem de hayvancılık gayet bereketli bir şekilde devam ediyor, insanlar bu tür mesleklerden gayet güzel kazanıyorlar. Bizim gibi köyleri tamamen boş bırakmamışlar. Hep kıyas yapıyorum. Benim ülkemde, yaşadığım köydeki insanların geçim şartları ile buradakileri kıyaslıyorum. Bizim köy, üstelik de Türkiye geneline göre çok şanslı bir konumda olmasına rağmen, yaşam koşullarını buradaki köylerle hiçbir şekilde kıyaslayamıyorum.
Gene de, tuhaftır, insanlar son yüzyılda şehirlere göçtüler, ancak son birkaç yıldır, köyü özler oldular. Bunun çok ilginç bir örneğini yaşadım. İsviçre’de şehirde yaşarken, çimlerinizin doğal yollarla biçilmesini isterseniz, bahçenizin boyutlarına göre koyun kiralıyorsunuz. Koyunlar bahçenizin otlarını yiyorlar. Yani hem koyunları doyuruyorsunuz hem de üzerine para ödüyorsunuz. Katılarak güldük, çünkü koyunu satın alsanız daha ucuza geliyormuş.
Emre’nin arkadaşları ve ailesiyle de zaman geçirdik elbette. Ancak en akılda kalıcı ‘aile zamanını’, en son gün Emre’nin evinin havuzunda yaşadık. Emre’nin evi Lozan şehrine çok yakın bir yerleşim yerinde, sadece güzel evlerden oluşan bir mahallede bulunuyor. Ev; Akdeniz tipi, hacienda denilen, aslında daha sıcak iklimlere uygun bir ev, güzel bir bahçesi ve bu tip evlerin çoğunda olduğu gibi bir havuzu var.
Bu seyahat sırasında müstakil bir havuzun ne kadar çok işi olduğunu da bizzat yaşayarak anlamış olduk. Havuz tam tekmil, her şeyi düşünülerek yapılmış, su sürekli devridaim yapıyor. Bahçe meyilli olduğu için 1,5/2 metrelik bir yükseklikten, aşağıdaki daha küçük bir havuza dökülerek havalanıyor, sonra tekrar ana havuza dönüyor. Suyun klor seviyesini, pH derecesini ölçerek, içine gerekli maddeleri katıyorsunuz. Havuzun içerisinde bir de derhal sebastian adını yapıştırdığım, temizleme robotu var.
Gerektiği zaman suyun üzerini örten, gerektiği zaman kendi üzerinde kıvrılıp, havuzun altına saklanan, elektrikli bir panjur sistemi var.
Emre son günde bu panjur sistemini bize gösterince üzerinde bir hayli yosun birikmiş olduğunu gördük ve temizlemeye kalkıştık. Hadi bakalım panjuru havuzun üzerinde yüzdürdük, üstünü suyla yıkadık. Tabii bu arada saatlerdir temizleyip durduğumuz havuzun içine bir sürü yosun girdi. Her şeyi yeniden temizlemek gerekti.
Bu arada Emre’nin aklına panjurun alt tarafının ne durumda olduğuna bakmak gibi parlak bir fikir geldi. Bu durumda ne yaparsın? Tabii ki suyun üzerinde yüzen panjuru kaldırır, altına bakarsın. Emre de öyle yaptı.
Fakat tabii bu arada havuzun içindeki su sürekli havuzun bir kenarından aşağıya şelale gibi akıyor, yani su hareketli, suyun üzerindeki panjurun bir kısmını kaldırınca, suyun kaldırma kuvveti ile yüzeyde kalan panjurun ağırlığı arttı tabii, bir de su aşağıya doğru akıyor. Uzun lafın kısası koca panjur, cırt diye elinden kurtulup, bütün ağırlığı ile aşağıdaki havuzun üzerine düştü. Anam, anam, meğer gavur ölüsü kadar ağır bir nesneymiş. Panjur, bütün haşmetiyle, aşağıdaki üzeri telle kapalı havuzun ve bahçenin çimlerinin üzerine yayılınca, onu sararak asıl havuzun altındaki yuvasına yerleştiren elektrikli motorun gücü bir milim bile yerinden kıpırdatmaya yetmedi. Biz kendimiz çekip yukarı çıkaralım dedik, bu uğurda birkaç parmak da feda ettik ama ne mümkün, ne mümkün yerinden kıpırdatmak. Sonunda panjuru parçalara ayırarak, yukarı çıkarıp, bin bir güçlükle yerine yerleştirdik.
Üstümüz, başımız sırılsıklam oldu, Emre’nin parmağı pansuman gerektirdi, resmen pert olduk, ama çok da eğlendik.
O gece Türkiye’ye döndük. Gece İstanbul’da kalıp, ertesi gün Çanakkale’ye döndük.
Yaz aylarında trafik çok yoğun ve feribot sırasında beklemek de oldukça bezdirici olduğu için pek Gelibolu tarafına geçmek istemiyorum. Hazır bu taraftayken çok methiyesini duyduğum, Kömür Limanında bir mola vermek istedim.
Neden bu kadar güzel bir plajın bu kadar az uğranılan bir yer olduğunu yolda hemen anladım. Cennet gibi bir coğrafya ama yolun son birkaç kilometresi bir taraf uçurum, yol ise keçi yolu gibi. Son günlerde sosyal medyada çok paylaşılan bir fıkra var. Adam paraşüt alacak, malın garantisini soruyor, satıcı paraşüt açılmazsa geri getirirsiniz diyor. Bu fıkrayı dinleyen kişinin de içi çok rahat ediyor. Yolun son kısmında hep bu fıkra aklımdaydı, paraşütümüz acaba açılacak mı diye pek merak ettim. Neyse ki bu yola değdi. Cennet gibi bir koya vardık. Yanımızda mayo yoktu nasıl olsa bu yola kimse cesaret edemez, ıssızdır, biz de kıyafetlerimizle denize gireriz diye düşünmüştük, ama en az 20 tane filan çadır, denize giren onlarca kişi vardı. Gene de karizmayı çizdirme pahasına, üstümüz, başımızla denize daldık. Aman aman deniz muhteşem, tertemiz, tam istediğim ısıda, su aygırı gibi denize daldım ki, ne dalış, böyle keyif krallarda yok.