Çanakkale’ye ilk taşındığımız yıl, kendimize denize girmek için uygun bir yer arayışına çıktık. Bizim köyün hizasında, boğaz kıyısında bir sürü villalar filan var ancak kıyılar kurumuş eski bataklıklardan meydana geliyor, şimdi ise çok dar bir sahil ve deniz içinde bol miktarda yosun bulunuyor, sonuç olarak denize girmek için pek de tercih edebileceğimiz yerler değil.
Kısa zamanda Çanakkale Boğazının iç kesimlerinin denize girmek için pek uygun olmadığını anladık. Boğazın sadece Marmara ve Ege Denizlerine yakın bölgeleri güzel, koylar ve kıyılar kumsal ve deniz daha temiz görünüyor.
Çanakkale’nin dört bir yanı denizle çevrili olduğu için, bir çok seçenek var. En güzel koylar, kıyılar adalarda ve Biga Yarımadasında, Kumkale ile Babakale arasında, Gelibolu yarımadasında ise Saroz körfezinde bulunuyor.
Çanakkale hem yerli hem de yabancı turist alan bir ildir.
Hem yerli hem de yabancı (çoğunlukla ANZAC torunları) turistler, Gelibolu yarımadasındaki savaş alanlarını gezmek için gelirler. İkinci olarak dünyanın her yerinden turistler, nadiren de Türkler, Truva, Asos gibi çok bilinen ören yerlerini gezer. Son olarak da deniz/ yaz turizmi için gelenler ise en çok Edremit körfezi, Bozcaada ve son yıllarda Gökçeada’yı tercih eder. Bunların neredeyse tamamı Türklerden oluşur, yabancılar henüz yoğun olarak bu kıyıları mesken tutmadılar.
Yani benim denize girmek için ideal bulduğum alanlar henüz ciddi bir turist akınına uğramamıştır. Bir çok koy ve plaj ise ulaşım zorluğu ve tesis eksikliği nedeniyle sadece yöre sakinleri ve kampçıların gözdesidir.
Geçen ay İstanbul dönüşü, hazır Gelibolu yarımadasındayken, Saroz körfezindeki adı Çanakkale’nin en güzel plajlarından biri olarak geçen koylardan birine uğramak istedim. Oldukça zor bir yoldan (aklımda sürekli acaba uçuruma düşersem arabamda paraşüt sistemi var mı gibi saçma düşünceler geçirerek) koya vardığımızda ortalıkta kampçılardan başka pek kimse yoktu. Ancak biz hazır buraya kadar gelmişken, ve de deniz o kadar davetkar iken, dayanamayıp, üstümüzdeki kıyafetlerle denize atlamıştık.
Çok güzel koyları var, ama feribota binip karşıya geçmek özellikle yaz aylarında bir hayli maceralı olduğu için, bizim için Saroz seçeneği ikinci planda kalıyor.
Biz bu yaz Biga yarımadasında, adını vermeyeceğim bir koy keşfettik, çok beğendik. Maalesef bu yaz oraya da bir tesis yapılmaya başlandı. Tesis yapıldıktan sonra bütün koylar insan akımına uğruyor, az insanlı halden çok insanlı hale geçince ne temizliğinden ne de güzelliğinden bir şey kalıyor.
Bu adılazımdeğil koy, Çanakkale’nin güzel kıyıların bütün özelliklerini taşıyor, güzel bir meşe ormanı denize kadar ilerliyor, hatta denizin yığdığı kumulların üzerinde bile meşe ağaçları çıkmış. Kıyı ise Maldivleri aratmayan bembeyaz bir kumsaldan meydana geliyor. Yüzlerce metre uzunluğundaki kumsal metrelerce en ufak bir taş parçası bile olmadan denizin içerisinde de ilerliyor. Metrelerce deniz derinleşmiyor. Bu sığ bölgenin genişliği her dalgada değişiyor, bazen 10 metre bazen 100 metre deniz suyu boyunuza gelmeden denizde yürümek mümkün. Bu sığ bölge diz değil de bel hizasında olduğu için bizim gibi denize girince hemen kulaç atmak isteyen Karadeniz kızlarını da tatmin ediyor.
Bu cennetten çıkma ismilazımdeğil koy, bizim eve araba ile bir saatlik mesafede olduğu halde bu yıl iki kez gittik (Sanırım her yıl birkaç kez gideriz). İlk gidişimizde Ayşen Güner (dördüncü mimi) de vardı.
Ayşen, bizim Sermin’in fakülteden arkadaşıdır, uzun yıllar boyunca öğretmenlik yaptıktan sonra emekli oldu.
Şimdilerde İstanbul’da kızı ile yaşıyor, sık sık bize gelir, hatta bir yurt dışına filan gittiğimizde Nermin ona emanettir, yani ev halkından biridir.
Bizim Sermin’in hane içinde lakabı mimidir (küçükken galiba çocuklardan biri ismini söyleyememiş). Bu evin inşaatını, Sermin’in, memleketten tanıdığı Serdar Şamlıoğlu yaptı. Serdar’ın en küçük çocuğu Kaan biraz geç konuştu, şimdi 3 yaşında hala bir çok harfi söyleyemiyor. Ancak alıştıktan sonra ne dediğini anlıyorsunuz. Çocuk da konuşmasında bir anlaşılma zorluğu olduğunun farkında. Böylece mümkün olan en tasarruflu şekilde konuşuyor, kendini yormuyor. Mesela benim ismimi söyleyebiliyor, ama sanırım Nermin ve Sermin isimlerini mimi olarak toparlayınca beni de mimilere kattı, bizim bütün ev halkına mimiler diyor. Geçenlerde, mimiler kaç tane diye sorunca da 4 dedi ve bir şekilde dördüncünün Ayşen olduğunu da anlattı, yani Ayşen dördüncü mimi olarak tescillidir.
Geçen biz İsviçre’ye gideceğimiz zaman gelmişti. Birkaç gün birlikte zamanımız vardı. Ben ilkokuldan beri pikniğe gitmemiştim, adılazımdeğil koyunu da bir arkadaşımdan duymuştum, hadi yarın oraya piknik yapmaya gidelim deyince hemen kabul gördüm. Bayağı hazırlandık, yalancı dolmalar, börekler, köfteler yaptık. Hasır yer örtüsü, katlanır koltuklar alıp kendimizi koya attık. O zaman koyda hemen hemen hiç kimse yoktu, arabamızı bir ağacın altına çekip, yer masamızı kurduk, afiyetle yemek yiyip, denize girdik. O zaman yanıma el işi bile getirmiştim. O kadar memnun kaldık ki bir sonraki sefer için planlar kurduk. Hatta Sermin, içinde soyunmak için bir çadır bile aldı.
Geçen ay ise Serdar (bizim evin müteahhidi) bize ailesiyle birlikte hem tatil hem de ufak tefek tamirat işleri için gelmişti. Bir sefer de onlarla gittik. Bu kez bir hayli kalabalık olmasına karşılık çok beğendiler. Bize mutlaka bir kömür semaveri gerektiğini düşündüler, seneye gelirken yoldan alıp getireceklermiş. Yani her gören bayılıyor bu adıgereksiz cennete. Şimdi yüksek sesle adını söylersem yarın üzerine termik santral mi kurulur, ağaçları kesilip altın mı aranır yoksa beş yıldız otel mi bilemem.
Maalesef daha harap edilecek çok cennet var.