Daily Archives: 23 Ağustos 2019

VE AĞRI DAĞININ DİĞER YÜZÜ; ERMENİSTAN, BİRAZ DA BEYAZ ADAM ÜLKESİ KAFKASYA

Ermenistan’a, Gürcistan üzerinden kara yolu ile girdik. Bütün o yemyeşil dağların arasından, Sevan gölü kenarından geçerek Erivan’a ulaştık. Ermenistan bütün diaspora Ermenilerinin yardımlarına karşılık diğer ülkelere göre oldukça fakir. Şehirler yenilenmemiş, yollar oldukça eski, Sovyetler döneminden kalma askeri ve sivil araçlara rastlamak mümkün.

Yol boyunca bir çok kadim kilise ve manastıra da uğradık. Erivan ise çok daha iyi günler gördüğü belli olan tarihi bir şehir. Bu günkü durumuyla Ağrı Dağını bir de bu yüzden görmek dışında pek bir sevilesi tarafını bulamadım. Gariptir ancak bütün gezi boyunca kaldığımız en iyi otel buradakiydi.

Tabii bu ülkeden hiç memnun kalmamamdaki en büyük etken Dağlık Karabağ meselesiydi. Azerbaycan’da bu bölge çizgili gösteriliyor, ancak Ermenistan’daki haritada tamamen Ermenistan haritasına dahil edilmiş. Bu bölge bütün ülkenin üçte birini meydana getiriyor ama nüfusu şimdi sadece 150/ 200 bin civarındaymış, çünkü ermeniler dışındaki halk yerlerinden edilmiş, yani koskoca alan önce insansızlaştırılmış, sonra kalan birkaç kişi ile referandum yapılmış.

Aslında bütün ülke toplamda 4 milyon, bir milyonu Erivan’da yaşıyor. Zaten bütün dünyada yaşayan Ermenilerin sayısı 8 milyon civarındaymış.

Ermenistan’da özellikle birkaç konu çok dikkatimi çekti bunlardan biri, hani bizim ermeni mutfağı deyince hemen topik aklımıza gelir ya, Ermenistan’da böyle bir yemek yok. Felafel biliyorlar, humus biliyorlar, ancak kesinlikle topik bilmiyorlar.  Türkiye’ye dönüş uçağında tesadüfen yanımıza oturan bir İstanbul ermenisi kadından topik tarifi aldım hemen bugün yaptım, bakalım, daha önce topik yemiş bir arkadaşıma tattıracağım.

İkincisi, konuştuğumuz insanlar Türkiye’den geldiğimizi ve ermeni olmadığımızı öğrenince ‘o halde neden geldiniz’ diye şaşırmalarına rağmen, insanların yaşayış şekilleri, yemekleri, her şey bize çok benziyor. Mesela halk oyunları ‘koçari’ bizim horona oldukça benziyor. Mesela onlar da caddelerde mangal yapıyorlar. Mesela otobüste asılması zorunlu bir tabela vardı,  bu tabelada otobüs içinde yapılmaması gereken şeyler resimlenmiş ve üzerlerine bir çapraz çizgi çekilmişti. Sigara içmeyin, içki içmeyin, yemek yemeyin, çekirdek çitlemeyin, burnunuzu karıştırmayın, hatta yellenmeyin diye yasaklar listesi var, iyi mi? Ancak nedense yellenme resminin üzerinde çapraz çizgi yoktu. Ben de gırgır yapmak için ‘demek yellenmek serbest, arkadaşlar otobüsten inmeden hemen önce ne yapacağımızı biliyoruz değil mi’ diyerek gurubu ateşlemeye çalıştım neyse ki bana uymadılar.

Üçüncüsü ise aman ha, sakın Ermenistan’a yeşil pasaportunuzla gitmeye kalkmayın. Bizim 22 kişilik gurupta 9 tane yeşil pasaport vardı. İki kişi normalde yeşil pasaportlu iken, akıllılık edip normal pasaport almışlar, ben bilmiyordum, ama bu yıl itibarı ile devlet iki her pasaporta, aynı anda sahip olma hakkı tanımış. Normal pasaportlular, kapıda bir miktar para karşılığında makineden vize aldı. Biz ise bir ay önceden evrak göndermiştik, elimizde birer davetiye mektubu vardı.

Önce kapıda pasaport memuru tarafından uzun uzadıya bekletilerek soruşturulduk. Nihayet bekledikleri cevap gelince bizi içeriye aldılar. Sonra da tekrar pasaportlar elimizden alındı, ancak iki gün sonra üzerlerine vize yapıştırılmış şekilde geri geldiler.  Gerçi bizden para almadılar, ama alsalar da yabancı memleketlerde kimliksiz gezme stresi yaşamasak daha iyi değil mi?

Bu pasaport işi resmen sinirimizi bozdu. Daha kapıdan girerken bir saat bekledikten sonra nihayet geçiş izni gelince memur ilk kişiyi çağırdı. Bizim gurupta yaş ortalaması biraz yüksek idi. Kadının biri sağır duymaz uydurur misali, arkadaşının adı seslenince (isimler benziyor) benim diyerek, yanlış pasaportu alıp içeri geçti. O telaş hemen gidip otobüse de kurulmuş. Birkaç kişi daha geçtikten sonra, sıra kadının arkadaşına gelince, memur nihayet başını kaldırıp kadına baktı ve bu pasaport senin değil diyene kadar meseleyi anlayamadık. Zaten normal prosedürde dayanılmaz bir bekleyiş varken, bir de bu çıktı başımıza, diğer kadın tekrar dışarı çıkarıldı. Her iki kadın ve pasaporttan emin olunca tekrar içeri alındılar. Bu arada yanlış pasaportla içeri giren kadın kabahat rehberde, benim ismimi zaten yanlış yazdırmıştı, daha sonra kabahat memurda adımı yanlış okudu, kabahat arkadaşımda isim okununca neden beni çağırıyorlar diye engel olmadı diye sayıklayıp duruyor. Ben de dayanamayıp, yani sizde hiç kabahat yok öyle mi dedim, kadının ağzı açık kaldı, nasıl onun bir kabahati olabilirmiş. Yanlış pasaportu kapıp ben mi içeri daldım, ben mi kabahatliyim diye düşünmedim değil. Hem de bu iki kadın çok geziyorlarmış, kendilerine ‘gezen tavuk’ diyorlardı.

O kapıda o kadar güldük ki, içeriye bizden çok önce giren normal pasaportlu arkadaşlarımız, biz güldüğümüz ve memuru sinirlendirdiğimiz için işler bu kadar uzun sürdü sanmışlar. Oysa memurların nöbet değişimi bile bize denk geldi.

Her neyse o gece Erivan’da gece gezmesine çıktık. Çok güzel bir meydan var, ortadaki havuzda her gece su gösterisi yapıyorlar ve müzik çalıyor. Gerçekten kalabalık oluyor. Bu arada bir arkadaşımız neredeyse bir arabanın altında kalıyordu. O arkadaş da yeşil pasaportlu olduğundan ‘aman sakın dikkat edin biz fukaraların kimliğimiz bile yok, araba çiğnese sizi neyle hastaneye götüreceğiz’ dedim. Toplu gülme krizine tutulduk.

Son bir toplu gülme krizini de yazmadan geçemeyeceğim. Türkiye’ye dönmek için son gün yine Tiflis’e dönmüştük. Otobüsle otele giderken akşam yemek yiyeceğimiz restoranı gösterdiler, aman Tanrım resmen nehrin yamacında, uçurumun tepesinde alttan bileğim kalınlığında çubuklarla tutturulmuş bir balkona gideceğiz. Sermin hemen bu çubuklar bu lokantayı tutar mı diye telaş belirtisi göstermeye başladı. Aslında bütün gurup tedirgin oldu. O kadar ki yerel rehberimiz yerimizi balkondan içeriye aldırdı. Bu arada kenarlarında heykeller olan bir köprüden geçiyorduk, yerel rehber aklımızı lokantadan uzaklaştırmak için bir kadın heykelini gösterip bu kadın buradan intihar etmiş dedi. Bu bilgi doğru değilmiş ama beni kim tutar ‘bunlar her şeyin heykelini dikiyorlar, yarında uçurumdan aşağı bizim resimlerimizi dizecekler’ dedim. Gezi arkadaşlarımızın ‘çocuklarımız gelirse bir karanfil atacak yerleri olur’ diye içleri rahat etti. Böylece bir toplu histeri daha yaşadık, gülmekten çenelerimiz ağırdı.

Aslında bütün bölge çok da rahat değil. Dağlık Karabağ bölgesi nedeniyle Azerbaycan ve Ermenistan arasında hiçbir ilişki yok. Gürcistan da ise halk, ülke  içerisinde oluşturulmuş, özerk cumhuriyetler (bunlardan biri de bize komşu, Batum’un baş kenti olduğu Acaristan) konusunda  ciddi hassasiyetler taşıyor.

Kafkasya gerçekten de Gürcüler, Azeriler, Ermeniler dışında Mengreller, Lazlar, Abhazlar, Çerkezler, Varyahlar, Lezgiler, Dağıstanlılar, çeçenler, İnguşlar, Osetler, Avarlar, Adigeliler, Nogaylar ve adını sayamadığım bir çok halk yaşıyor. Bölgede bir çok dil konuşuluyor. Bu kadar çok etnik köken ve dil olunca bölgenin siyasi açıdan karmaşıklığı ortada.

İngilizcede beyaz ırk demek için kullanılan sözcük ‘ Caucasian‘ Kafkasyalı anlamına geliyor. Yani beyaz adamı Kafkasya kökenli kabul ediyor.

ERİVAN VE AĞRI DAĞI
KASKAD MÜZESİ (Bir diaspora ermenisinin yarım kalmış müzesi)
DİLİCAN VE BEN ALİCAN (yolda güzel bir şehir)

ALLAHUEKBER DAĞLARININ SULARININ YEŞERTTİĞİ KOMŞU; STALİNİN DOĞDUĞU TOPRAKLAR GÜRCİSTAN

Bakü’den Tiflis’e uçakla gittik. Bu arada coğrafya değişti. Gürcistan’da Kura Irmağını suladığı iç kesimle de Karadeniz kıyıları gibi yemyeşil.

Tiflis Kura Irmağını iki yanında kurulmuş, tarihi yapıları çok güzel korunmuş, butik bir şehir. Ortadan geçen ırmak ve tepedeki kale ile hemen herkese bir şekilde Amasya’yı hatırlattı. Tiflis  toplamda 4 milyon olan Gürcistan nüfusunun 1 milyonunu barındırıyor. Buraya da simgeler şehri demek çok mümkün. Çünkü yerel rehberimiz havaalanının hemen dışındaki modern güneşi tutan adam heykelinden, tepedeki kadın heykeline, şehri kuran kralın heykelinden, nehri geçen barış köprüsüne kadar her şeye kentin simgesidir dedi.

Tiflis sıcak su anlamına geliyor, gerçekten de kükürtlü kaplıcaları ile meşhur. Hatta şehrin kuruluş hikayesi de atmacası ile ava çıkan bir kral atmacayı ararken bu sıcak suları bulup, buraya bir şehir kurulmasını istiyor. Bu hikayede atmaca olunca hemen aklıma bizim Karadeniz kültüründe de atmacaya ne kadar önem verildiği geldi. Atmaca ile kaplıcayı (en sevdiğim şeylerden biri) birleştiren bir hikayeden nasıl hoşlanmam ki?

Tabii halkı Hristiyan olunca burada bol bol tarihi kilise ve bol bol heykel vardı. Bir çok tiyatrosu varmış bunlardan biri de kukla tiyatrosuymuş. Bu tiyatronun kurucusu şehrin tarihi kısmında yamuk yumuk bir saat kulesi yaptırmış. Bu saat kulesini üzerinde kocaman bir saatin yanı sıra dünyada bir saat kulesinde bulunan en küçük saat de var. Günde iki kez kukla gösterisi oluyor, bu gösteriyi izleyerek şehir turuna başladık. Şehrin tarihi bölgesinde çok eski kiliselerin yanında, sinagog ve cami de var. Buradaki Cuma camisi sünni ve şiilerin birlikte kullandıkları bir cami imiş.

Stalin, Tiflis’e çok yakın Gori şehrinde doğmuş. Onun doğduğu ev, büyük bir depremden sağlam çıkan birkaç binadan biriymiş. Tabii hayat hikayesini de dinledik. Beni en çok etkileyen iki oğluna da hiçbir şekilde torpil yapmamış olması. Birinci oğlu Almanlara esir düşünce, Almanlar Ruslara esir düşen bir general ile değiş tokuş yapmak istemişler. Stalin askere karşılık general vermem deyince, oğlu da Stalin aleyhine anlaşma yapmayınca eşir kampında öldürülmüş. Diğer oğlu ise tam 12 kez generalliğe terfi hak etiği halde her seferinde rütbeyi vermemiş. Ne düşünmek lazım bilemedim.

Uplistsikhe denilen bir tarihi şehirde dolaştık. Buraya Gürcitanın Hasankeyfi demek çok mümkün. Ancak burada tarihe saygı var. Kraliçe Tamaradan Medeaya, eczaneden, şarap yapımına, tandırdan,  Nobel kardeşlerin mağara evine kadar adım adım gezdirdiler.

Kura nehrinin kollarının birleştiği Miseta şehrinde Gürcü yazının metinlerinin bulunduğu bir kilise gezdik. Gürcüler de Ermeniler de yazıları ile gurur duyuyorlar ve her iki yerel rehber de bize alfabelerinin tarihini anlattı ve harflerin yazılı olduğu bir hediye vermeyi ihmal etmedi.

Gürcü alfabesinde büyük küçük harf ayrımı yok. Yüzyıllar  içerisinde 3 kez revize edilen alfabenin ilki sadece başlıklarda, ikincisi sadece dini metinlerde, en modern ve kolay olan ise günlük yazışmalarda  kullanılıyor. Yerel rehberin söylediğine göre bu alfabe ile Gürcüce, Mengrelce, Lazca, Osetçe, Abhazca ve Avarca gibi diller yazılabiliyormuş.

Sermin’in gezi boyunca midesi delindi, önüne ne geldiyse yedi. Ben de ondan pek geri kalmadım doğrusu. Ancak Gürcistan’daki favori yemeğimiz bence bizim peynirlinin biraz değişiği olan Haçapuri idi.

Halk dansları ise kesinlikle bizim Artvin Kafkas oyunlarına benziyor. Ancak daha fazla kareografi var. Erkek oyunları hemen hemen aynı iken kadın oyunları farklı. Bizim  Kafkas oyunlarında kadınlar kuğu gibi süzülür durur, bunlarda da böyle süzüldüğü oyunlar var, ama bir çok oyunda kadın figürleri de neredeyse erkekler kadar hareketli, sadece havaya sıçrayıp, diz üstü yere konmaca yok.

Gezgin gurubumuz oldukça hoş insanlardan meydana geliyordu. İnanılmaz ama yarıya yakın sayıda erkek vardı, kadınların bir çoğu da gezi boyunca elbise giydi. Daha önceki gezilerde erkek sayısı çok az olurdu. Bir de böyle bir gezide elbise giyen kimseyi görmemiştim.

Rehberimiz ise biyonik adam gibiydi. Adam gayet uzun boylu, bayağı gelişmiş kasları  ve spor giyim zevkine sahip bir delikanlı idi, ne yorulmak biliyordu, ne de sinirlenmek. Bütün yollar boyunca mekanik bir ses tonu ile sürekli bir şeyler anlattı. Guruptan adamın bunca bilgiyi aklında tutamayacağı, bir yerden okuduğu, kulaklıktan dinleyip anlattığı gibi bir çok teori geliştirenler oldu. Bence en doğru teori benimkiydi. Adam biyoniktir dedim, inanmayan sırtına baksın, sırtındaki vidaları söküp, içindeki makineye ve pillerine ulaşabiliriz.

GARİP SAAT KULESİ
STALİNİN MAKAM ODASI
UÇURUMDAKİ LOKANTADA YIKILMADIK AYAKTAYIZ RESMİ, yazısı sonra gelecek

ALEV ÜLKESİNİN RÜZGAR ŞEHRİ, İKİ DEVLET, BİR MİLLET. AZERİ KARDAŞLAR.

Akıllıca bir şey yaptım, gezmeyi istediğim uzak ülkeleri neredeyse bitirdim, bu yaşlarıma ise yakın yerleri bırakmıştım. Bu kez de rotam Bakü, Tiflis ve Erivan idi.

Güzel bir tur buldum, hizmetlerinden pek memnun kaldık. Benzer kültür turizmi yapan şirketlerden en ciddi farkı da İstanbul içinden size özel havaalanı transferi yapmaları.  Sabahın köründe henüz benimseyemediğimiz havaalanına  ‘umarım kuş sürüleri geçmiyordur, rüzgar doğru yönden esiyordur’ dualarıyla vardık.

Benim koltuğum pencere kenarında olduğu için yol boyunca aşağıya bakmaya gayret ettim. Azerbaycan topraklarının açıkça çöl olduğunu gördüm. Dağların tepelerindeki buzullardan süzülen sular nehirler oluşturarak çevresine biraz yeşillik, yerleşim alanları sağladıktan sonra çoğu bu çöl içerisinde bir yerlerde kayboluyor, sadece bir kaçı Hazar Denizine kadar ulaşıyor. Aslında dünyanın en büyük gölü olan bu iç denize ulaşan 11 önemli nehirden 2 tanesi Türkiye topraklarından doğup, Hazar gölüne ulaşıyorlar. Bu nehirlerden en iyi bilinen Aras nehridir. Ancak biz bu gezi boyunca genel olarak Allahuekber dağlarında doğup, Hazara ulaşan Kula nehrinin çevresinde dolaştık.

Hazar Denizinin benim görüş alanım içinde kalan kısmı, koyu renkli bir su ve bu suyu çevreleyen çöl şeklindeydi. Uçak alçaldıkça, denizin içerisindeki petrol sondaj iskelelerini de seçmeye başladım.  Denizin ortasındaki kartal gagası şeklindeki Abşeron yarımadasının üzerinde Bakü şehri kurulmuş. Türk cumhuriyetlerine gidince havaalanından başlayarak tabelaları takip etmek çok keyifli oluyor. Haydar Aliyev havaalanında en dikkatimi çeken tabela ‘money Exchange/ valyuta mübadelesi’ oldu.

Bakü bu toprağı petrole bulanmış bu çöl içerinde yeşillendirilmiş, çok güzel bir şehir. Bütün ülke nüfusunun 1/3, 1/4’ü burada yaşıyormuş, şehrin nüfusu 1,5 milyondan fazla imiş. Kesinlikle Bakü’nün içerisi İstanbul’un içinden çok daha yeşil. Şehir kabaca üç türlü bina yapısına sahip. İçeri şehir denilen bölümde, Sovyet Rusya öncesi tarihlerinden kalma tarihi binalar mevcut. Şehrin diğer kısımları ise bir biri içine geçmiş şekilde Sovyetlerden kalma hantal görünümlü sağlam binalar ve Sovyetlerden sonra yapılmış, güzel görüntülü modern binalardan meydana geliyor. Mesela Haydar Aliyev müzesi, yüzyılın en özgün mimarlarından biri olan İranlı Zaha Halid hanımın çizdiği ve 2 yıl üs üste dünyanın en güzel binası ödülünü alan muhteşem bina. Geniş caddeli, tertemiz bir kent. Kültür hayatının da zengin olduğu anlaşılıyor. Mesela kentte ciddi bir caz müzik kültürü var.

Azerbaycan’ın yakın tarihinde Sovyetler Birliği olmasına karşılık daha eski dönemlerden İran ile ve oradaki Azerilerle önemli bağları olmuş. Türk olmakla övünüyor ve Türkiye’yi çok seviyorlar. Konuşmaları gayet net anlaşılıyor. Sefeviler’le olan tarih birlikleri nedeniyle halkın % 85’i Şii, hatta 7. İmam Rızanın ablası Hüküme hanımın mezarı da Abşeron yarımadasında.

Müslümanlıktan önce bu topraklarda Zerdüştilik de önemliymiş. Zaten başka türlüsü nasıl düşünülebilir ki? Topraklardan o kadar çok petrol ve doğal gaz çıkıyor ki, hiç sönmeyen ateşler elde etmek için insanların bir çaba göstermesi gerekmiyor. Burada da eski ve terk edilmiş bir Zerdüşt mabedi gezdik. Ancak İran’da çok daha soft bir din anlatmışlardı, burada ise dervişlerin nefis terbiyesi için boyunlarına ağır zincirler sardıklarını, közlerin üzerinde yattıklarını öğrendik. Hint fakirinden beter yani.

Azerbaycan isminin nereden geldiğine dair bir takım söylentiler olsa da benim en çok hoşuma giden ‘alev ülkesi’ (azer=od, ateş, Bağcan=koruyucu) anlamına geliyor olması oldu. Bakü de zaten bize de yolculuğumuzun ikinci günü gösterdiği güçlü rüzgarlar dolayısıyla ‘rüzgar şehri’ demekmiş.

Qafqaz (Kafkas) ülkelerinden Azerbaycan mite göre Prometousun çarmıha gerildiği ülkeymiş.

Bakü’nün en büyük şansı ve laneti bu petrol (Azeriler neft diyor) ve doğal gaz rezervleri galiba. Çünkü herkesin gözü buraya dikilmiş, topraklar korkunç görünüyor, bir sürü göçmen var. Tarih boyunca İpek yolunun önemli bir parçası iken, şimdi de Bakü/ Tiflis/ Ceyhan boru hattı dolayısıyla modern dünyanın en önemli ticaret yollarından birinin başlangıcı diye düşünmek zor değil.

Nobel ödülünün kurucusu Nobel kardeşler de bu bölgede yaşayıp, cidden çok zengin olmuşlar. Ben bilmiyordum, ama adamlar petrol ağası imişler.

Paraları Manat hala dünyadaki en değerli ‘valyuta’lardan biri. Son yıllarda petrol fiyatları düştüğü için biraz değer kaybetmiş olmasına rağmen hala dünyadan 5. en değerli para.

Yerel rehberimiz konuşurken, inmek yerine düşmek, yıkılmak yerine düşmek, yüksek yerine hündür kelimeleri kullandı. Tuvaletlerde bebek bezi değişim odaları ‘ana uşaq otağı’ , havaalanlarında yolcu yerine sernişin, müzelerde girmek yasak yazısı yerine ‘keçmek olmaz’, uçak anonslarında hamınlar ve beyler yerine hanumlar ve canumlar gibi hoşlukları yazmasam olmaz.

Gobustan denilen bölgedeki petroglifler, benim için bütün Orta Asya ve Türk dünyasını birbirine bağlayan zincirin ilmeklerinden biri gibi oldu. Hazar denizi zaman zaman kıyılardaki ovaları kaplayacak şekilde genişler ve sonra küçülürmüş. Milyonlarca yıl burada dinozor dahil her türlü hayvan ve zengin bitki örtüsü varmış. Zaten petrogliflerde bir çok hayvan betimlenmiş.

En son 3 milyon yıl önce sular çekilince bu aşırı tuzlu, verimsiz toprak yeryüzüne çıkmış. Tabii bütün bu gelgitler ve suyun meydana getirdiği basınç, bölgenin petrol rezervlerinin de kaynağı aynı zamanda.

Bütün gezi boyunca yemekler bizim yemeklere aşırı derecede benziyordu. Sadece Azerbaycan’da hala kuru yemişlerle pişirilen etler günümüz Türkiye mutfağında artık geri planda kaldılar. Bütün gezide, bütün sofralarda içecek olarak şişe içerisinde hoşaf sunulması ve asla kola filan olmaması çok güzel bir ayrıntıydı.

Güzel bakü
GOBUSTAN
Haydar Aliyev Müzesi
Show Buttons
Hide Buttons