Bakü’den Tiflis’e uçakla gittik. Bu arada coğrafya değişti. Gürcistan’da Kura Irmağını suladığı iç kesimle de Karadeniz kıyıları gibi yemyeşil.
Tiflis Kura Irmağını iki yanında kurulmuş, tarihi yapıları çok güzel korunmuş, butik bir şehir. Ortadan geçen ırmak ve tepedeki kale ile hemen herkese bir şekilde Amasya’yı hatırlattı. Tiflis toplamda 4 milyon olan Gürcistan nüfusunun 1 milyonunu barındırıyor. Buraya da simgeler şehri demek çok mümkün. Çünkü yerel rehberimiz havaalanının hemen dışındaki modern güneşi tutan adam heykelinden, tepedeki kadın heykeline, şehri kuran kralın heykelinden, nehri geçen barış köprüsüne kadar her şeye kentin simgesidir dedi.
Tiflis sıcak su anlamına geliyor, gerçekten de kükürtlü kaplıcaları ile meşhur. Hatta şehrin kuruluş hikayesi de atmacası ile ava çıkan bir kral atmacayı ararken bu sıcak suları bulup, buraya bir şehir kurulmasını istiyor. Bu hikayede atmaca olunca hemen aklıma bizim Karadeniz kültüründe de atmacaya ne kadar önem verildiği geldi. Atmaca ile kaplıcayı (en sevdiğim şeylerden biri) birleştiren bir hikayeden nasıl hoşlanmam ki?
Tabii halkı Hristiyan olunca burada bol bol tarihi kilise ve bol bol heykel vardı. Bir çok tiyatrosu varmış bunlardan biri de kukla tiyatrosuymuş. Bu tiyatronun kurucusu şehrin tarihi kısmında yamuk yumuk bir saat kulesi yaptırmış. Bu saat kulesini üzerinde kocaman bir saatin yanı sıra dünyada bir saat kulesinde bulunan en küçük saat de var. Günde iki kez kukla gösterisi oluyor, bu gösteriyi izleyerek şehir turuna başladık. Şehrin tarihi bölgesinde çok eski kiliselerin yanında, sinagog ve cami de var. Buradaki Cuma camisi sünni ve şiilerin birlikte kullandıkları bir cami imiş.
Stalin, Tiflis’e çok yakın Gori şehrinde doğmuş. Onun doğduğu ev, büyük bir depremden sağlam çıkan birkaç binadan biriymiş. Tabii hayat hikayesini de dinledik. Beni en çok etkileyen iki oğluna da hiçbir şekilde torpil yapmamış olması. Birinci oğlu Almanlara esir düşünce, Almanlar Ruslara esir düşen bir general ile değiş tokuş yapmak istemişler. Stalin askere karşılık general vermem deyince, oğlu da Stalin aleyhine anlaşma yapmayınca eşir kampında öldürülmüş. Diğer oğlu ise tam 12 kez generalliğe terfi hak etiği halde her seferinde rütbeyi vermemiş. Ne düşünmek lazım bilemedim.
Uplistsikhe denilen bir tarihi şehirde dolaştık. Buraya Gürcitanın Hasankeyfi demek çok mümkün. Ancak burada tarihe saygı var. Kraliçe Tamaradan Medeaya, eczaneden, şarap yapımına, tandırdan, Nobel kardeşlerin mağara evine kadar adım adım gezdirdiler.
Kura nehrinin kollarının birleştiği Miseta şehrinde Gürcü yazının metinlerinin bulunduğu bir kilise gezdik. Gürcüler de Ermeniler de yazıları ile gurur duyuyorlar ve her iki yerel rehber de bize alfabelerinin tarihini anlattı ve harflerin yazılı olduğu bir hediye vermeyi ihmal etmedi.
Gürcü alfabesinde büyük küçük harf ayrımı yok. Yüzyıllar içerisinde 3 kez revize edilen alfabenin ilki sadece başlıklarda, ikincisi sadece dini metinlerde, en modern ve kolay olan ise günlük yazışmalarda kullanılıyor. Yerel rehberin söylediğine göre bu alfabe ile Gürcüce, Mengrelce, Lazca, Osetçe, Abhazca ve Avarca gibi diller yazılabiliyormuş.
Sermin’in gezi boyunca midesi delindi, önüne ne geldiyse yedi. Ben de ondan pek geri kalmadım doğrusu. Ancak Gürcistan’daki favori yemeğimiz bence bizim peynirlinin biraz değişiği olan Haçapuri idi.
Halk dansları ise kesinlikle bizim Artvin Kafkas oyunlarına benziyor. Ancak daha fazla kareografi var. Erkek oyunları hemen hemen aynı iken kadın oyunları farklı. Bizim Kafkas oyunlarında kadınlar kuğu gibi süzülür durur, bunlarda da böyle süzüldüğü oyunlar var, ama bir çok oyunda kadın figürleri de neredeyse erkekler kadar hareketli, sadece havaya sıçrayıp, diz üstü yere konmaca yok.
Gezgin gurubumuz oldukça hoş insanlardan meydana geliyordu. İnanılmaz ama yarıya yakın sayıda erkek vardı, kadınların bir çoğu da gezi boyunca elbise giydi. Daha önceki gezilerde erkek sayısı çok az olurdu. Bir de böyle bir gezide elbise giyen kimseyi görmemiştim.
Rehberimiz ise biyonik adam gibiydi. Adam gayet uzun boylu, bayağı gelişmiş kasları ve spor giyim zevkine sahip bir delikanlı idi, ne yorulmak biliyordu, ne de sinirlenmek. Bütün yollar boyunca mekanik bir ses tonu ile sürekli bir şeyler anlattı. Guruptan adamın bunca bilgiyi aklında tutamayacağı, bir yerden okuduğu, kulaklıktan dinleyip anlattığı gibi bir çok teori geliştirenler oldu. Bence en doğru teori benimkiydi. Adam biyoniktir dedim, inanmayan sırtına baksın, sırtındaki vidaları söküp, içindeki makineye ve pillerine ulaşabiliriz.