Türkiye’nin 3 tarafı denizlerle çevrili olmasına karşılık, neredeyse parmakla sayılacak kadar az adası vardır. Mevcut adaların da bir çoğu Marmara denizindeki adalar. Çanakkale iline bağlı olan Bozcaada ve Gökçeada büyüklükleri bakımından diğer Ege ve Akdeniz adalarımızı gölgede bırakıyorlar.
Geçen haftaya eski dostlar ve bu adalar damga vurdu.
Geçtiğimiz hafta farklı arkadaşlarla her iki adaya da gittim. Lise çağlarımdan beri tanıdığım arkadaşımız Ayşen Güner birkaç günden beri bizdeydi. Kızı Hülya, annesini almaya geldiğinde Bozcaada’ya gitmek istedi, hep birlikte günü birlik gittik.
Bozcaada, ana karadan 6 kilometre uzaklıkta, 40 kilometre kare büyüklüğünde bir adadır ve Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesidir. Eski adı Tenedos olan bu adada aslında 2500 kişi yaşıyor, yani kış aylarında oldukça tenha, yazın ise tam bir turizm cenneti oluyor.
Adaya ulaşım genellikle Geyikli’den kalkan feribotla sağlanıyor. Ancak bu feribota arabanızla binmeye teşebbüs ederseniz, oldukça zor zamanlar geçirebilirsiniz. Çünkü trafiğin yoğun olduğu günlerden birinde adadan ana karaya geçmek için arabamın içinde tam 3 saat feribot kuyruğu beklemiştim. Yani bizim gibi günü birlik gidenler için yaya geçmekte fayda var. Bir de Çanakkale’den karşılıklı deniz otobüsü seferleri varmış, bu daha da iyi bir seçenek olabilir, tek sakıncası ise gidiş ve dönüş için belirli bir saate bağımlı olmak.
Ada, kalesi, soğuk ve berrak denizi, rüzgarı, temiz havası, bağları ve şarapları ile meşhur.
Adaların, özellikle de çevresinde yakın yerleşim yerleri bulunan adaların tarihi korsanlar, çeşitli devletlerin işgalleri ve deniz savaşları ile yazılır. Bozcaada’nın çevresinde ise dünya tarihinin en ünlü savaşları olan Truva ve Çanakkale savaşları yer almıştır. Tabii ki Bozcaada da bu savaşlarda üs olarak kullanılmış ve daha bir çok savaşta elden ele geçmiştir.
Fatih Sultan Mehmet tarafından, 1455 yılında Gökçeada ile birlikte Osmanlı topraklarına katılmış ve bu tarihten sonra Piri Reis haritalarında ismi Bozcaada olarak yer almıştır.
Çanakkale savaşında Birleşik Krallık ve Fransa tarafından işgal edilen ada, Lozan Antlaşması ile Türkiye topraklarına katılmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinde Gökçeada gibi, Bozcaada da mübadeleden muaf tutulmuştur, ancak daha sonraki yıllarda adadaki Rum nüfus giderek azalmıştır.
Bu günlerde Bozcaada’da yapılacak en güzel şeyler, güzelim plajlarda denize girmek, küçük lokantalarda meze ve balık yemek, rüzgar güllerinin bulunduğu burunda gün batımını seyretmek, Eylül ayında bağbozumu şenliklerine katılmak ve adadaki şarap üreticilerinin birinde şarap tadımı yapmak olarak özetlenebilir.
Aslında bağcılık ve şarapçılık Bozcaada’nın var oluş biçimidir dersek yalan olmaz. Derler ki adaya adını veren Tenes, adada yabani asma bulmuş ve onu bugünkü haline getirmiştir. Bozcaada’nın eski paralarının üzerinde mutlaka üzüm vardır. (Gerçekten, ben de Çanakkale’de, üzüm dahil bir çok meyvenin yabani hallerinin bulunduğuna şahidim.) Bozcaada’da bir çok ürünün tarımı için yeterli su kaynağı yoktur. Asmanın az su istemesi, ve adanın toprağını ve ikliminin de bağcılık için oldukça uygun olması, Bozcaada’daki başlıca tarımsal faaliyeti bağcılık olarak kısıtlar.
Bu durum adanın, ekonomik getiri ürünü olarak şarapçılık kültürünü geliştirmesinde başlıca etkendir.
Adaya özgü, şarap yapmaya uygun, 4 farklı çeşit üzüm bulunmaktadır. Kırmızı şarap için Kuntra( karasakız) ve Karalahna üzümleri, beyaz şarap için de Çavuş ve Vasilaki üzümleri adaya özgüdür. Bunların yanı sıra şarap yapmaya uygun diğer üzümler de yetiştirilmektedir.
Adaya gidince şu anda faaliyet gösteren bir şarap üretim merkezine gidip, özellikle adaya özgü şarapları tatmadan dönmemek lazım. Tabii bu benim fikrim.
Eski adı İmroz (rüzgarlı) olan, Gökçeada ise 286 kilometrekare büyüklüğü ile Türkiye’nin en büyük adası, aynı zamanda en batıda bulunan kara parçasıdır. Suyu kendine yeten, içerisinde adada olduğunuzu unutturacak kadar büyük, oldukça dağlık bir adadır.
Coğrafyası oldukça renkli olan bu adada, çok güzel plajlar, akarsular, hatta bir şelale bulunmaktadır. Sualtı dalışları ve rüzgar sörfü yapmak için çok uygun alanları ve çamuru ile ünlü bir tuzla gölü, çok şirin köyleri bulunmaktadır.
Türkiye’nin ilk Cittaslow’larından birisidir ve gerçekten de bu adada zaman yavaş akar. Adaya ulaşım, Gelibolu’daki Kabatepe limanından kalkıp, Kuzu limanına ulaşan feribotlar ile yapılmaktadır.
Son yıllarda birkaç Türk filmine sahne olana kadar da turistik açıdan pek tercih edilen bir yer olmadı. Şimdilerde ise gerek sörfçüler arasında gerek de çok sıcak olmayan bir bölgede deniz tatili yapmak, kafa dinlemek isteyenler arasında oldukça turist çekmeye başladı.
Geçen hafta üniversiteden, sevgili arkadaşım Gülçin Olcay ile deniz tatili yapmak üzere Gökçeada’ya gittik. Bol bol sohbet ettik, denizde girdik, deniz ürünleri yiyip, Semadirek adasının manzarası eşliğinde güneşin batışını seyrettik, yöresel ürünlerden aldık. Çok güzel kafa dinleyip, bundan sonra da, fırsat buldukça tekrar gelmeye karar verdik.
Adada otantik halleri ile korunmuş birkaç Rum köyü var, biz bu köylerden birinde kaldık ve diğerlerini de kahve içmek, ya da bir şeyler yemek için ziyaret ettik. Köy meydanlarında Rumca konuşan bir çok insanla karşılaştık. Oysa gitmeden önce adadaki Rum nüfusun çok azaldığını okumuştum.
Bu paradoksun sebebini ise ancak adanın tarihini yerel insanlardan öğrenince anladık. Gökçeada, stratejik adalarda olduğu gibi bir çok savaşta önemli rol oynamış ve bir çok savaşa sahne olmuş. Bu savaşlardan biri de Çanakkale Savaşıdır. Bu savaşta, itilaf devletlerinin Gelibolu cephe komutanı olan Ian Hamilton, karşısındaki gücü küçümsediğinden mi yoksa vizyonsuzluktan mı nedir bilinmez, bu boyutlardaki bir savaşı uzaktan kumanda edebileceğini sanarak, komuta gemisinin üssü olarak Gökçeada’yı seçmişti. Karada verilen savaşı, bir türlü kafası basmadığı için Anafartalar bölgesinde üçüncü bir çıkartma yapmış, burada müthiş yenilgilere uğradıkları zaman ise ‘ordunun burada neden başarısız olduğunu anlamak mümkün değil’ şeklinde bir rapor yazmıştı. Sadece bu raporundan bile yürütmekte olduğu savaştan nasıl da bihaber olduğu anlaşılıyor. İtilaf devletleri nihayet Gelibolu cephesinden geri çekilme kararı verdiğinde, cepheyi boşaltma işini, çok daha gerçekçi bir başka komutan gerçekleştirmişti.
Kurtuluş savaşından sonra nüfus mübadelesi işleminden Gökçeada’da yaşayan Rumlar muaf tutulmuştu. Fakat aynen Bozcaada’da olduğu gibi daha sonraki devirlerde burada yaşayan halkı yıldırma siyaseti güdülmüş, belki de sadece bu sebeple, bu cennet köşesine açık cezaevi yapılmış. Bu ceza evine oldukça tehlikeli suçlular gönderilmiş ve söylenene göre bu suçlular, köylerde yaşayan ahaliyi canından bezdirmişler. Rumlar satabildikleri mallarını çok ucuza ellerinden çıkartmış ve hatta mallar o kadar ucuza satılır olmuş ki, satmaya bile gerek duymayıp, Yunanistan’a göçmüşler. Tabii mübadele edilmedikleri için orada bunlara toprak verilmemiş, bayağı sıkıntı çekmişler. Şu anda ise bazı insanlar tapulu mallarına geri dönüyorlarmış, genellikle adada yılda 6 ay yaşayıp, kışın geri dönüyorlarmış. Yunanistan hükümeti, bu insanlara sırf adayı tamamen terk etmesinler diye maaş ödüyormuş. Bizim adada o kadar çok Rum’la karşılaşma sebebimiz de buymuş.
Geçen hafta arkadaşlardan biri gitti, bir diğeri geldi. Son olarak da mecburi hizmet arkadaşım Müzehher Güvenç geldi. Onu da hadi seni Asya kıtasının en batısına götüreyim diyerek Babakale’ye götürdüm. Devasa Midilli adasının siluetini seyrettik diyeceğim ama, ada o kadar yakın ki binalar bile görülüyor. Artık Midilli’ye de gelecek yıl giderim.