Geçen ay Gülçin Olcay ile Gökçeada’da tatildeyken, Müzehher Güvenç’ten bir telefon geldi. Bozcaada’ya bir arkadaşının bağında bağ bozumu için gelecekmiş, dönmeden bir kaç gün bende kalmak istiyormuş. Tabii çok sevindim.
Çok gezene Sivas’ta ‘ayağı yanık it gibi’ derler, Ege’de de ‘göğü kaldıran kuş gibi’ terimi varmış. Bunu genel olarak bana söylerler ama benim hemen bütün arkadaşlarım bu tanıma uyuyor galiba.
Hal böyle olunca benim trafik bazen karışıyor. Gökçeada’dan dönüp, Gülçin gittiği gün Yavuz Özoran Hoca, oğlu Emre’nin düğünü için Çanakkale’ye gelmişti. Tam düğün bitti, Yavuz hoca gitti, aynı gün Müzehher geldi (Bu karmaşada bir de sınıf arkadaşımız geldi, ama artık onunla Zafer ilgilendi).
Müzehher ile arkadaşlığım oldukça eskidir, ta asistanlık yıllarıma dayanır. Müzehher aslında Ankara Tıp mezunudur, sadece birkaç aylık oldukça kötü bir Hacettepe macerası vardır. Buna karşılık hayatı garip bir şekilde bir çok sınıf arkadaşımla öyle yada böyle kesişmiştir ve hatta benim sınıf arkadaşlarımdan bazıları ile benden daha yakından görüşür.
Ben Hacettepe’de Pediatri İhtisası yaparken, en yakın arkadaşlarımdan biri olan Ayşen (Coşkun) da Psikiyatride asistandı. Sanırım Müzehher’le onun vasıtası ile tanışmıştım. Müzehher de Psikiyatride asistandı, sanırım 4/5 aylık asistan iken bir gece, tam da Müzonun nöbetinde serviste yangın çıkmıştı. Bu yangını aslında kendini yaralamasın diye duvarları korumalı özel bir odada yatan hastalardan biri çıkarmıştı. Daha sonra birkaç hasta bu duvar izolasyonlarının yanmasıyla ortaya çıkan zehirli dumanı soluyarak ölmüştü.
Ben o gece nöbetçi değildim, ama duyduğuma göre Hacettepe’nin devasa binasının orta yerinde bulunan servise, itfaiye araçları da yaklaşıp müdahale etmekte oldukça yetersiz kalmışlardı.
O gece Müzehher’in çektiği korku ve geçirdiği ölüm tehlikesi bir tarafa, bir de yıllarca mahkemelerde süründü. Tabii olayın bir başka sonucu da hemen psikiyatriden vaz geçmesi ve daha sonra kadın doğum uzmanı olması oldu.
Müzehher, bizim üniversiteden ayrılınca yıllarca görüşmemiştik. Sonra hiç beklenmedik bir şekilde yeniden bir araya geldik. Ben mecburi hizmetim için Elazığ’a gitmiştim. Daha önce hikayesini defalarca anlattığım bir şekilde kuradan Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi çıkmıştı. Ben pediatride tam bir yıl boyunca yalnız çalıştıktan sonra önce Dr Kenan Kocabay, ondan bir ay sonra Dr Hüseyin Güvenç ve hemen ardından Prof Dr Sırrı Bektaş geldiler.
Biz Hüseyin ile hemen anlaşıp iyi arkadaş olmuştuk.
Hüseyin’in eşi o sırada ihtisas yaptığı için ondan bir yıl sonra geldi. Meğer Hüseyin, Müzehher ile evliymiş. Böylece bu çiftin, biri eş durumundan değil, her ikisi de ayrı ayrı benim arkadaşım oldular.
Müzehher, devlet hastanesinde çalışıyordu, böylece muayenesi de vardı ve yerel halk ile iletişimi bizden çok daha farklı bir seviyede idi. Muayenesinde orta yaşlı bir yardımcısı vardı. Üç dil bile sekreterim var diye arkadaşlar arasında hava atardı. Kadıncağız gerçekten de Kürtçe ve Zazaca bildiği için Müzoya bir hayli tercümanlık yapmıştı.
O yıllarda, Elazığ’da sosyalleşmek için yapabileceğimiz çok az şey vardı. Biz de sık sık kendi aramızda toplanır, yemek yerdik. Bir gün de Hüseyinlerde toplanacaktık. Müzehher, bana sen erkenden gel, biz hazırlanırken, bir yandan da sohbet ederiz demişti.
Ben de yemek saatinden bayağı önce, işten çıkar çıkmaz gitmiştim. Bir yandan yemek hazırlıyorlardı, her ikisi de mutfakta bir şeyler yapıyorlar fakat benim yardım etmeme izin vermiyorlardı. Bir sandalye gösterip beni mutfağa oturttular. Meğer biraz önce ufak bir şeyden ötürü tartışmışlar ve her ikisi de olayı kendi bakış açısı ile bana anlatıp, kendi tarafını tutmamı istiyorlar, bir yandan da fırıl, fırıl dönüp yemek hazırlıyorlar. Ben diyorum ya ikisi de benim arkadaşım. Her ikisini de dinleyip makul bir cevap vermek istiyorum, ama biri bir şey söylüyor, öbürü bir şey söylüyor, bir yandan da bir o yana bir bu yana koşuşup duruyorlar. Bunları dinleyeyim, yüzlerine bakayım derken başım döndü. Zaten saçma sapan bir şeyden ötürü kavga etmişler, bir ara bulucuya ihtiyaçları yok, bir nefes alıp bir dakika sussalar kavga bitecek. Birden bire ‘’bir dakika, şimdi siz benden hakemlik yapmamı mı bekliyorsunuz’’ diye sordum. İkisi birden evet dediler. Ben de tane tane ‘’siz kesinlikle anlaşamıyorsunuz, en iyisi bir an önce boşanın’’ dedim. İkisi birden o kadar da değil artık diye itiraz ettiler. Ben de ‘’o halde dırdırı kesin, yetti be, güya bir tabak yemek yedireceksiniz, kafamı şişirdiniz’’ dedim.
Bu galiba benim bir karı koca arasındaki ilk ve tek hakemlik deneyimimdir. Neyse ki kesin olarak kavga bitti. Hem de kahkahalarla.
Diyorum ya biz ayrı hastanelerde çalışıyoruz, yani hafta içi gündüzleri pek görüşemiyoruz. Bir gün Müzehher, kimseye bir şey söylemem koşuluyla sır dolu bir telefon etti. Bir yere gitmesi gerekiyor ancak, tek başına gitmek istemiyor, ben ona eşlik edersem gidecek.
Sonunda baklayı ağzından çıkardı; kuaförde cinsiyet değiştirme ameliyatı olmuş bir kadın ile tanışmış. Bu kadın Elazığ’ın en meşhur falcısı olduğunu söylemiş ve gel senin de falına bakayım deyip adresini ve telefon numarasını vermiş.
O zamanlar, kafam hıyardır diyene tuzla biberle koşuyorum hiç böyle bir fırsatı kaçır mıyım. Tabii gittik. Gitmeden önce de Müzehher güya kadını kandırmak için, bakalım doğru biliyor mu diye yüzüğünü filan çıkarttı. Oysa falcı muhtemelen kuaförden Müzoyla ilgili bütün bilgileri almıştır.
Saçları koyu sarıya boyanmış, kocaman bir kadın, üstünde memelerini iyice belli eden dar bir penye, ucuz ve büyük bir kolye, bacağında çiçek desenli bir şalvar, kocaman ayaklarını altına almış, divanda oturuyor. Kalın bir erkek sesi ile bize kahvelerimizi nasıl istediğimizi soruyor. Sonra da Müzoya 45 dakika, bana ise toplamda 10 dakika bile sürmeyen fal bakıyor. Tabii ne de olsa ben piyangodan çıkmıştım. Hakkımda hiçbir şey bilme imkanı yoktu. Tabii söylediği hiçbir şey çıkmadı, ama çıkmasını da beklemiyordum. Zaten söylediklerinden çıkan olduysa bile, ne dediğini hatırlamadığım için falının çıktığını da anlamazdım.
Ama kendisi, yani seksenli yıllarda, Elazığ gibi tutucu bir yerde, transseksüel kimliği açıkça yaşayan ve tahtında pardon sedirinde düşkün bir kraliçe gibi oturan bu savaşçı kadın, bayağı hafızamda yer etmiş.
Müzehher de bu falcı maceramızı hatırlıyor.
Ertesi gün artık yorgunluğumuz geçti ve Müzehher’i, bizim evden 42 kilometre uzaklıkta olan ‘Su ve Vicdan Nöbeti’ne götürdüm.
Bu yıl haziran geldi, aniden hava yaz oldu. Duygusal açıdan ise hiç de yaz halimiz olmadı. Dağlarımızdaki doğa kıyımı bize ne kadar kırılgan olduğumuzu hatırlattı sürekli.
Neyse ki, Kaz Dağlarında yapılması planlanan siyanürlü altın arama işine ciddi bir direnç gösterildi. Haftalar aylar süren çadırlı ‘’Su ve Vicdan Nöbeti’’ tutulmaya başlandı. Her türlü iletişim aracı ile bu dağlarda yapılan kıyımın boyutları gözler önüne serildi. Fazıl Say tam da ağaç kesiminin yapıldığı bölgede, dağda piyano konseri verdi. Bu konser sayesinde bölgede yapılanlar dünyada da yankı uyandırdı.
Şimdi sözüm ona altın arama işleri biraz geri durmuş gibi görünse de, birkaç ay sonra neler olur, hiç kimse işte bundan emin değil. Böylece nöbet tutanlar kışın da orada olabilmek için hazırlık yapmaya başladılar.
Müzehher ile gittiğimizde, nöbet tutan gençlerle biraz sohbet ettik. Müzo kocaman selfi çubuğunu çıkartıp bir sürü resim çekti. O gün tanıştığımız nöbetçiler bize kesimin olduğu alana kolayca gidebileceğimizi söylemişlerdi. Ancak biz o konuşmayı yaparken, alana giden toprak yola barikat kurulmuştu. Hemen geri dönüp, barikatı haber verdik, onlar da gidip yolu açtılar.
Ertesi gün de gel sana bir sertifika alalım diye onu Babakale’ye götürdüm. Köyün muhtarından, Asya kıtasının en batı noktasına geldiğimize dair sertifika aldık.
Bu ay sonunda planladığım Karadeniz gezisine katılmaya karar verip, uçak biletini alması ise 10 dakika filan sürdü.
Diyorum ya, benim uzun süreli arkadaşlarımın hepsi yanık ayaklarla gök kaldırma derdinde.
One thought on “MÜZEHHER GÜVENÇ, ESKİ ANILAR, SOL YANIMIZ ÇOCUK KALMIŞ, SAĞ YANIMIZI NE SEN SOR NE BEN SÖYLEYEYİM.”