Ekim ayında KTÜ Pediatri, bu güne kadar bu bölümden uzmanlık almış eski asistanları ve bölümden ayrılmış eski öğretim üyelerini davet ettiği bir mini kongre hazırlamışlardı. Bu kongreye katılmaya ve Trabzon’da kalışımı birkaç gün daha uzatıp, arkadaşlarımı görmeye karar vermiştim. Fakat kongre sırasında ağır bir gribe yakalandığım için hemen hiçbir planımı gerçekleştiremedim.
Neyse ki gitmeden Çanakkale’den bazı arkadaşlarım Karadeniz bölgesini gezmek istedikleri için onlarla 6 günlük bir gezi programı yapıp sonra kongreye katıldım. Bu ön geziyi yapmamış olsam sadece yorgan döşek yatarak geçirdiğim bir hafta olacaktı.
Benden daha iyi tur operatörü bulamazsınız iddiası ile başladığım turu başarı ile bitirdim. Trabzon, Gümüşhane, Rize ve Artvin illerini kapsayan güzel bir gezi yaptık. Şansımıza bizim gezdiğimiz zaman bölgede bütün yıl boyunca üst üste güneş olan tek hafta imiş. Arkadaşlarıma yağmurluklar filan aldırmıştım ama hiç kullanmadık. Hava bize o denli iltimas yaptı ki, mesela Borçka’da biz gitmeden 2 gün önce sel oldu, ben arkadaşları korkarak götürdüğümde ise yerlerde bir damla çamur yoktu, sonbahar bütün güzelliği ile kendini göstermeye başlamıştı.
Bu gezide benim en çok etkilendiğim 3 yer oldu.
Bunlardan ilki Trabzon’daki eski mahallemin yerinde (Pazarkapı) yeller esmesiydi. Gözlerime inanamadım, bütün mahalle ortadan kaldırılmış. Özellikle de 40 merdivenler denilen çarşıdan eser bile kalmamış. Bu beni kaygılandırdı. Çünkü eski şehirler, bu daracık sokakları, eşsiz binaları ile özel ve benzersizdirler. Bence 40 merdiven denilen çarşı eski hali ile bin yıllarca bütün bölge halkının alış veriş ihtiyaçlarını karşıladığı (eski tip AVM), aradığı her şeyi bulabildiği, bütün merdiven/sokağın tek bir mağaza gibi algılandığı, restore edilmesi gereken turizme bile açılabilecek kadar özgün bir yer idi, bakalım şimdi yerine ne koyulacak.
İkinci etkilendiğim yer ise Çal Mağarası idi. Mağaranın mevcut iki galerisini de biraz daha uzatmışlar, böylece daha önce görmediğim yerlerini görme şansım oldu.
Şunu söylemeliyim ki mağaranın dışında yapılan ve uzaydan bile görünebilecek boyutlardaki o perde beton duvarların neden yapıldığını anlayamadım. Bir çökme tehlikesi filan varsa, Allah aşkına bu kadar sevimsiz duvarlarla mı bu tehlike önlenmelidir? Bu düzenlemeyi yapanlarda, onaylayanlarda hiç mi estetik kaygısı yoktur? Gözleri de görmemekte midir? Eğer bir otopark oluşturma kaygısı yaşandıysa, hiç kimsenin mağaranın önüne kadar arabayla gitme zorunluluğu yoktur. Otopark biraz uzağa inşa edilebilir. Her neyse ben bu duvarları görünce çok gerildim. O görüntüyü gözüme hoş gösterecek herhangi bir bahane düşünemiyorum.
Çal Mağarası, muhteşem bir mağaradır. Her şeyden önce bu mağara aslında bir yeraltı nehrinin, şu anda açık olan kısmında y şeklinde iki kolu olan, kayaların içerisinde oluşturduğu koridorlardan meydana gelmiştir.
Bu koridorlar ilginç bir şekilde kırmızı renklidir ve tavanı yer yer insan eli ile oluşturulmuş kadar düzgün görünür. Yer yer, özellikle sol koridorda, değişik şekillere bürünmüş sarkıt ve dikitler vardır, ancak emin olun bu mağaradan hatırlayacağınız şey bu görüntüler olmuyor.
Yürüme için meydana getirilmiş platform bir yeraltı dereciğinin üzerine kuruludur. Bu derecik nedeniyle yaz kış mağara içerisinde hava serindir. İşte bu mağaradan akılda kalan bu derecik ve dereciğin meydana getirdiği şelaleler, göller oluyor. Geçen sefer gittiğime göre bu sefer çok daha fazla bölgesi geziye açılmıştı. Sol koridor şimdi tepesinden duş gibi sular akan bir ufak mağaracıkta sonlanıyor.
Sağ koridordaki büyükçe şelalenin devamını da açmışlar, şimdilik orada da fazladan ufak bir şelalecik daha ortaya çıkmış.
Mağarayı oluşturan derede daha önce görmediğim kadar çok su vardı. göletler daha önce görmediğim kadar büyüktü. Mağaradan arkadaşlarım da çok etkilendiler, üstelik onları önce Karaca Mağarasına götürmüştüm. Bir gün önce oraya hayran kalmışlardı, ancak Çal Mağarasında çok daha fazla heyecanlandılar.
Üçüncü etkili nokta ise daha önce benimde bir türlü göremediğim Mençuna Şelalesi idi. Asıl planım Borçka Karagölü gördükten sonra Maçahel’deki Maral Şelalesine gitmekti. Fakat o gün geziye gelen arkadaşlardan birini acilen Artvin’den göndermemiz gerekti. Böylece ben Maral Köye gitmek için vaktin geç olduğunu düşündüm. Karagölden sonra geri dönmeye karar verdim, fakat Hopa’da yemek yedikten sonra hala güneşin batmasına 2 saat kalmıştı. Hemen Mençuna şıkkını devreye soktum.
Mençuna Şelalesine, Arhavi’den gidiliyor. Önce Arhavi’den Ortacalar/ Kamilet yönüne doğru içeriye girmeye başlıyorsunuz. Bu yolda en önemli duraklardan biri çifte köprüler. Bu mevkide bir su kavuşumu var, her nasılsa köprüyü her iki çay kavuştuktan sonra değil de, kavuşmadan hemen önce, tam kavuşma notasına kurmaya karar vermişler. Tabii eminim, bunda muhtemelen köprü ayaklarını kuracakları sağlam kayanın olması, yolun bu şekle izin vermesi ya da benzeri bir sebep vardır. Sonuç olarak birbirine 10 metre bile uzakta olmayan iki kemerli köprü ve bu köprülerin hemen yanında 2 adet de yeni köprü var. Yani çifte köprüler iki çift köprü anlamına geliyor.
Eski köprüler Karadeniz Bölgesinde çok sık rastlanan kemerli taş köprüler, bu köprülerin teki bile muhteşem görünür, ikisi birlikte olunca essiz bir güzellik sunuyor.
Bu 2 çift çifte köprüden sonra Mençuna şelalesine gidiş, oldukça zorlu bir yoldan gerçekleşiyor.
Mençuna Şelalesi aslında tümüyle bir doğa harikası olan Kamilet bölgesinde bulunuyor. Bu bölge de HES’lerin tehdidi altında. Yok olmadan önce mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.
Kamilet bölgesinde Mençuna Şelalesi denilen bir doğa harikası var. şimdilik çok zor gidiliyor. Otomobil yolu bir noktada bitiyor. Suyun karşısına bir asma köprü ile geçiliyor, bundan sonra 1 saatlik tırmanış var. Bu tırmanış için merdivenler yapılmış olduğu için özel herhangi bir teçhizat gerekli değil.
Şelaleye varana kadar pek de çevredeki güzelliğin farkına varılmıyor, o işi dönüş yoluna bırakmak lazım.
Şelale iki kısımdan meydana geliyor, önce aşağıdaki 10 metrelik şelaleyi görüyorsunuz. Daha sonra bir asma köprüyü daha geçip esas şelaleyi karşıdan görüyorsunuz. Simsiyah granit bir duvarın üzerinden bembeyaz çağlayan sular, berrak bir havuza dökülüyor. Bu şelalenin yüksekliği 90 metreyi buluyor ve Türkiye’nin en yüksek şelalelerinden biri olduğu kesin. Yazın bu sularda yüzmek de mümkün oluyormuş, ancak hava kararmaya yüz tuttuğu için geri dönmek zorunda kaldık. Aklımız şelalede kaldı.
Daha önce bu şelaleye gitmeye karar verip de ilk asma köprüden sonra yolu kaybettiğimiz için görememiştim. Bu sefer tam yolun bittiği noktada arkamızdan gelen 3 kişilik bir gurupla yolu bulduk. Bu adamlar meğer jeolog imişler ve onlardan bir neredeyse akrabam çıktı.
Sonuç olarak dönüş yolunda biz biraz daha eğlenmek istedik ancak bu adamcağız bize buraların ayıların doğal yaşam alanı olduğunu ve artık her an karşımıza çıkabileceğini anlatınca onlarla döndük. Gerçekten bu bölgede bütün kara kovanlar ayılardan kurtarmak için yüksek dallara filan koyulmuştu. En sondaki asma köprüden geçerken ayılar karşıya geçmesin diye yapılmış kapıyı da kapatarak geri döndük.
Bütün bu ayı meselesi hala bu bölgedeki yaban hayatının çok sağlam olduğunu göstermesi açısından çok değerlidir. Çok mutlu oldum.
Artvin’in Maçahel bölgesi, Türkiye’nin tek biyosfer alanıdır. Ancak bence Artvin’de daha bir çok yer en azında Milli park ilan edilmelidir. Kamilet bölgesi de bütünüyle Milli Park olmalıdır.
Artvin halkı da, Doğa sever insanlardan meydana gelmiştir. Doğalarının değerini bilirler. Daha geçen gün ballarını korumak için yüksek korunağa koyan bir balcı ile konuştum. Ayının nasıl olup da balları çalabildiğini merak edip kamera kurmuşlar. Sonunda yavrusunu yukarı fırlatıp, hırsızlığı yavruya yaptırdığını gözlemlemişler. Bunu görünce, madem bu kadar plan kurabiliyor, demek ki bal ayının hakkı diye düşünmüşler. Bunu bana gözleri gülerek, kahkahalar atarak anlattı.
Bu güzel geziden sonra, en son arkadaşı da havaalanına bıraktım ve hastalandım. Eski çalışma arkadaşlarımı görme fırsatı bulduğum kongreye katıldım, ancak genellikle odada yatmak zorunda kaldım. Sonunda eve döndüm ama bir hafta da evde yattım.