Monthly Archives: Ocak 2020

DEPREMLER PEŞPEŞE GELİYOR, BÜTÜN ÜLKE HATTA BÜTÜN DÜNYA SALLANIP DURUYORUZ

Dünyanın tam ortasında ve en güzel yerinde, muhteşem  bir ülkemiz var. Sadece coğrafi olarak değil, tarihi de son derece olağan üstü olan bu topraklar insan uygarlığının başladığı topraklardır. Biz tarih Sümerlerle başlar diye biliyorduk, ancak Göbeklitepe ve çevresindeki buluntular,  uygarlığın başlangıcını Yukarı Mezopotamya’ya çekmeye başladı. Güney Doğu Anadolu bölgesinde gerçekten çok önemli ve çok eski arkeolojik keşifler ortaya çıkıyor.

Ülkemizin üzerinde bulunduğu topraklar, bugünkü bilgilerimize göre, tarihsel açıdan, tartışmasız  uygarlıkların beşiğidir. Şu var ki, coğrafi olarak da beşik gibi sallanmaktadır, çünkü çok aktif fay hatlarına sahiptir. Artık herkesin kafasına sokması gereken, Orta Anadolu’daki birkaç il hariç her yerde ciddi deprem tehlikesi olduğu gerçeğidir.

Şu günlerde, Elazığ, Malatya, Manisa, ve Marmaris açıkları sallanıp duruyor. Elazığ ve Malatya’da olan depremler oldukça korkutucu, çünkü hem can kaybı oldu, hem de uzun süreden beri suskun duran Doğu Anadolu Fay hattının hareketlenmeye başladığını gösteren bir deprem oldu. Bu deprem hattı, Kuzey Anadolu Fay hattı ile Bingöl Karlıova civarında makas yapmaktadır.

Ben de herkes gibi araştırmaya çalışarak ülkemizdeki depremlerin meydana geliş şekillerini araştırmaya çalıştım.

Bu iki fay hattı ülkemizde meydana gelen bir çok depremden sorumlu tutuluyor.

Doğu Anadolu’da, Afrika Kıtasının alttan itmesiyle sıkışma kökenli depremler meydana geliyor. Ege Bölgesindeki depremler ise, iki önemli fay hattının itmesiyle, kuzey güney yönünde gerilme sebebiyle meydana geliyor.

Çanakkale oldukça önemli fay hatları olan ve deprem riski çok yüksek bölgelerden biridir. Kuzey Anadolu Fay hattı, Marmara Denizi boyunca ilerleyip, Gelibolu Yarımadasının kıstağından Ege denizine geçiyor ve Saroz Körfezi boyunca yarımadanın kıyısından devam ediyor. Diğer bir fay sistemi ise Erdek’ten başlayıp,  Biga, Çan, Ayvacık’ı geçerek, Edremit körfezine ulaşan ve kıyı boyunca ilerliyor. Tabii bu temel sistemler dışında da daha küçük fay hatları mevcut.

Biz de Çanakkale’ye daha düşük deprem beklentisi olan Karadeniz bölgesinden geldiğimiz için burada evi yaptırırken depreme dayanıklılık konusuna çok özen gösterdik. Sağlam zemin, depreme dayanıklı bina, perde duvar, bina temeli  ne demektir, ben o zaman öğrendim. Galiba, bu evi yaparken 8/10 katlı bina yapabilecek kadar çok yapı malzemesi kullanıldı. Tabii daha çok para harcandı. Şimdi resim asmak için, duvarlara çivi bile çakmak pek mümkün olmuyor. Ancak artık depreme karşı kendimizi Allah’a emanet etmeye hakkımız var. Her zaman uyarıldığı gibi, depremden çok binalar öldürüyor, ne yazık ki.  Çürük bir bina yaptırıp, sonra kendini Allah’a emanet etmek çok garip bir düşünce, ne yani deprem dalgası senin bulunduğun nokrayı atlayıp öyle mi devam edecek? Böyle bir düşünce olabilir mi?

Buraya taşındığımız ilk aylarda (2017 nisan/mayıs) Ayvacık’ta 2 aydan fazla süren bir deprem fırtınası vardı, daha sonra Ayvacık, Biga, Çan, sadece Çanakkale toprakları (Biga Yarımadası) üzerinde bir çok deprem oldu. Bunlardan,  bazılarını hissettik, bazılarını hissetmedik. Tabii Balıkesir, Manisa gibi yakın illerde olan büyük depremleri de hissettik.

Benim kişisel gözlemim sürüngenlerin gerçekten de depremleri 1-2 gün önceden fark edip, kendilerini topraktan dışarıya attıklarıdır. Depremden önce değiştiği söylenen diğer hayvan davranışlarını ise fark edemedim.

Fakat Uranüs gezegeninin, Boğa burcunda olduğunu ve 2017/ 2023 arasında 7 yıl boyunca boğada kalacağını biliyorum. Boğa toprakla ilgili bir burçtur, Uranüs de ani değişimleri simgeleyen bir gezegendir. Uzun sözün kısası bu 7 yıl, hatta öncesi ve sonrası ile biraz daha uzun bir süre, astrolojik olarak deprem açısından yüksek riskli olduğuna inanılır.

Astroloji elbette bir pozitif bilim değildir, ancak Jeoloji pozitif bir bilimdir. Bütün jeologlar, gezegenlerin nerede olduğundan bağımsız olarak Türkiye’nin nasıl bir deprem toprağı üzerinde olduğunu anlatıp duruyorlar. Nerede kaç şiddetinde deprem beklentisi olduğunu gayet net bir şekilde belirtiyorlar.

Zaten depremler de bir o taraftan bir bu taraftan vurarak, ‘kör kör parmağım gözüne dercesine’ sürekli bir şekilde varlığını hatırlatıyorlar. O halde kimse bu gerçeğe gözünü kapatarak yaşamamalı. Her şeyden evvel sağlam zeminli, sağlam binalarda yaşamaya çalışmalı, bu olmazsa olmaz şartı sağlasa bile gene de bir acil durum planı olmalı.

Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et.

HAYRETTİN KARACA, TOPRAK, YENİ İŞLER, HOBİLER, YENİ OKULLAR, HERKESE HAYIRLI EMEKLİLİK DİLERİM

Geçen hafta Hayrettin Karaca’yı, sevgili toprak dedemizi kaybettik.  Hayrettin Karaca, neredeyse 100 yaşındaydı ama öyle örnek, öyle lider bir ruhtu ki, öldüğünü duyunca hepimiz derin üzüntüye kapıldık. İlaç gibi bir adamdı, toprağın yaralarını sarmak için kolları sıvamış, insanlara doğa bilincini yerleştirebilmek için canla başla uğraşmıştı. Ben, artık arkasından ağlanacak çok da adam kalmadı diye düşündüm, ne yalan söyleyeyim.

Gene de adamın arkasından ağlamayıp, topluma katkısının üzerinde durmalıyız.  Şimdi Kaz Dağlarında, Cerattepe’de, Eğirdir gölünde, İstanbul’da daha adını saymadığım bir çok yerde insanlar, dünyanın geleceğini düşünerek, yapılan doğa kıyımına karşı duruyorlarsa, bütün bunlarda Toprak Dedenin parmak izi yok mu? Hepimizin üzerinde yaşadığımız topraklara karşı görevi var, büyük küçük fark etmez. Önemli olan zarar vermemek, hatta doğa için hiçbir şey yapamayan da, bari şuurlu davransın ve bir şeyler yapana da engel olmasın.

Tabii bir de Hayrettin Karacanın sanayiciliği bırakıp, hayatını bir başka yönde tamamen doldurması meselesi var. Yani ‘iyi emeklilik’ diye tarif ettiğim bir yönü var. Bunu da örnek almak lazım diye düşünüyorum.

Mesela, özellikle de bina içinde uzun süre çalışıp emekli olan insanlar için, emeklilikte toprakla uğraşmak çok güzel ve tatminkar bir şey. Toprak ufak bile olsa, ayağını toprağa basıyor, sırtında güneşi hissediyor ve arada birkaç taze yaprak yiyorsun. Daha ne olsun? Hiçbir şey olmasa bile kemiklerin daha sağlam kalır, depresyon senden uzak durur.

Buraya geldiğimden beri fark ettiğim bir şey var. Mecburi hizmet ya da herhangi bir sebeple buraya tayin olan doktorların pek çoğu başka bir yere gitmiyor, buradan emekli oluyor.

Zaten buralı olanların pek çoğunun aileden kendi arazisi var, dışarıdan gelenler de zaman içerisinde, özellikle de toprak fiyatları çok uygun iken, bir hayli toprak satın almışlar. Bir kısmı bu toprakları yatırım amacı ile almış ve satılığa çıkarmış, diğer kısım ise ciddi ciddi çiftçilik yapıyor. Mesela üzüm bağı yapıp, bayağı güzel şarap imal eden mi ararsın, meyve, sebzecilik yapan mı ararsın, hayvancılık yapan mı? Hepsi var. Bir kısmı ise daha mütevazi boyutlarda toprak almış, üzerine bir konteyner koymuş, ya da bir kulübe yapmış ve hafta sonlarında hobi bahçeciliği yapıyor.

Şimdi gözlerinizi yumup düşünün, meslek hayatınızın son 5/10/20 yılında bir yandan da çiftçilik yapıyorsunuz, ikinci olarak da düşünün, sürekli ve sadece hekimlik yapıyorsunuz. Tahmin edin bakalım kim emekli olunca ne yapacağım endişesi taşımayacak?

İnsanlar çalışırken, zaten işlerinden memnun değilse, tek amaç para kazanmak ise, işe giderken ayak sürüyor, işte mümkün olan her şekilde kaytarıyor, bir emekli olayım diye can atıyor. Eğer kendilerini meslekleri ile tanımlıyorlarsa, bu durumda emekliliği kendilerine hiç yakıştırmıyorlar ve emeklilik kavramına hiç de sıcak bakamıyorlar.

Durum hangisi olursa olsun, hiç kimse emekli olduğunda neler yapacağına, zamanını neyle dolduracağına dair ciddi bir zaman planlaması yapmış olmuyor. Oysa, ömrü yeten herkes bir gün mutlaka emekli olacak. Şimdilik bir ‘İnsanları emekliliğe hazırlama’ eğitimi olmadığına göre her birey kendi başının çaresine bakmalı. Yani bilinçli bir emeklilik hayatı yaşamak için, emekli olmadan mesela 5 yıl öncesinden yavaş yavaş, kafasında planlarını oluşturmalı ve bu planlara uygun hazırlıklarını yapmaya başlamalı.

Bir çok arkadaşım, meslektaşım, maddi olarak ihtiyacı olmamasına karşılık, yeni bir işte çalışmaya başlayarak emeklilik yaşını öteliyor. Bu da bir seçim elbette, özellikle de hayat amacını işinde bulmuş, bu işi yapmayınca kendisini bomboş hissedecek insanlar için, doğru bir seçenek olabilir. Ancak son yıllarda o kadar çok tanıdığım kişinin bir türlü emekli olamayıp, sonunda hastalık nedeniyle iş bırakma zorunda kalmasını üzüntüyle izledim. Sonra yerleri boş kalmadı, dünya dönmeye devam etti. Yani hala eli ayağı tutarken, şöyle birkaç yıl gönlünce yaşamak herkesin hakkı ve hatta kendine karşı görevi bence.

Maddi olarak çalışmak zorunda olan emeklilere ise hiç sözüm yok. İstemediği halde çalışmak mecburiyetinde kalan emekliler konusu beni aşar, burada görev devlete düşüyor. Sosyal devlet emeklisini muhtaç bırakmamalıdır.

Emeklilik sonrası çalışan üçüncü bir gurup daha var ki, onlar benim idolümdür.  Bazıları oldukça genç bir yaşta, çevresindeki herkesi şoke ederek, bazıları da erkence bir emeklilik zamanında asıl mesleğinden çok daha farklı ve özlemini duyduğu yepyeni bir işe keyifle başlayan insanlar var. Bankacılıktan emekli olup, yoga eğitmeni olmak, 40 yaşında bir şirketin CEO’luğundan ayrılıp reklamcılığa başlamak, 10 yıl mimarlık yaptıktan sonra filim yönetmeni olmak. Bunların hepsi çevremden örnekler.

Çok ciddi ve kısıtlayıcı bir işten, daha özgür takılabileceği, ya da çok daha rahat yaşayabileceği bir işe geçmek harika bir şey.

Benim arkadaşlarımın çoğu emekli olduktan sonra ya bir özel hastanede, ya da muayenehanesinde, çalışmaya devam ediyor. Umarım eskisinden daha rahat şartlarda çalışıyorlardır.

Ama herkes çalışmak istemez elbette. Mesela ben tıp alanında çalışmak istemiyorum. Geçtiğimiz yıllarda yepyeni bir şehre, yeni çevreye, toprakla uğraşmaya ve daha pek şeye adapte oldum. Önümüzdeki yıl açık öğretimle merak ettiğim bir okul okumaya başlamayı düşünüyorum. Şimdi üniversite mezunları için açık öğretim fakülteleri sınavsız öğrenci alıyor, pek çok arkadaşım felsefe, sosyoloji, fotoğrafçılık filan okudu. Ben de kültürel miraslar ve turizm okumayı planlıyorum. Böylece merak ettiğim bir konuda derli toplu bilgi alacağım.

Zamanı kaliteli bir şekilde doldurma konusunda herkesin kendine özgü yöntemleri vardır. Ancak herkes için, mutlaka sosyal ilişkileri geliştirmekte fayda var. Buraya geldiğimden beri katılmakta olduğum bir faaliyetten söz etmek istiyorum.

Türk Tabipler Birliğinin önerisiyle ‘Çınarlarla fidanlar buluşması’ adı altında çeşitli illerde bir etkinlik yapılıyor. Çanakkale’de bu işi ÇÖMÜ, Halk Sağlığı Bilim Dalı üstlendi, hatta bu buluşmayı staj programı içerisine aldı. Ben de şehirde olduğum zamanlar kaçırmamaya çalışıyorum.

Şehirdeki emekli hekimler, 2 ayda bir Tıp fakültesindeki, Halk Sağlığı stajı yapan son sınıf öğrencileri ile buluşuyoruz. Biz anılarımızı ve mesleğin tatminkar yönlerini, onlar da beklentilerini ve gelecek planlarını anlatıyorlar.

Genel olarak çocukları, kendisine ya da ailesine ait, büyük hevesler ve beklentilerle fakülteye girmiş, ancak fakültede okurken, hekimlerin uğradığı şiddet ve mesleki zorlukları fark ederek, büyük bir karamsarlık içerisine girmiş olarak buluyoruz.

Biz de gençlerin bu karamsarlığını gördüğümüz için, onlara mesleğin güzel taraflarını göstermeye gayret ediyoruz. Sonuç olarak toplantıdan fidanlar da çınarlar da çok memnun ayrılıyoruz. Hiçbir şey yapamasak gençlere 35/40 yıl sonraki hallerini göstermiş oluyoruz. Eh hiç de fena sayılmayız yani, çocuklar da bize bakıp, evet, 60/70 yaşımda bu abiler, ablalar gibi olmak isterim diyor.

Emekli hekim gurubumuz bir hayli renklidir, kendi aramızda da toplanıyoruz, yemeklere, konserlere, şarap tadımına filan gidiyoruz. Emeklilere en sağlam önerilerimden biri de meslek odalarının, sosyal etkinliklerine karışmalarıdır. Ömrünü kendine benzer şekilde geçirmiş insanlarla birlikte zaman geçirmek oldukça kaliteli zaman geçirmek anlamına geliyor.

SUŞİ DEYİP GEÇMEYİN, BUNDAN SONRA BENİM İÇİN ‘ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİKLERİME’ ve GEREKSİZ ‘KONFOR ALANLARIMA’ KAFA TUTMA ŞİFRESİDİR.

Hayatımda ilk kez, üstelik de yeni tanıştığım birisi (Yegane Hanım) ‘seni kim doktor olmak için zorladı, öyle hiç de doktor olmayı seçecek bir insana benzemiyorsun’ diyerek beni şaşırttı.

Oysa bütün ömrüm boyunca doktor olmayı isteyerek seçmedim dediğimde bunu kimse ciddiye almadı. Çünkü bunu söylediğim kişiler beni tanıyordu, beni öncelikle doktor kimliğimle kabul etmişlerdi, üstelik nasıl canla başla çalıştığımı da biliyorlardı.

Benim hakkımda en doğru çıkarımı yapan kişi ise sadece bloğumdan birkaç yazımı okumuştu, benim tıp doktoru olduğumu ise sadece ben söylediğim için biliyordu. Yazılarımı okuyunca hayata,  kendi annesi dahil tanıdığı diğer doktorlardan çok daha farklı bir pencereden baktığımı düşünmüş, asıl hangi mesleği yapmak istediğimi sordu, bu soru da benim için bir ilkti.

Anılarımı okuyarak hakkımda bir fikir oluştururken zihni serbestti, çünkü benimle ilgili bir ön kabulü yoktu, bana bakınca ‘doktor’ görmeye şartlanmamıştı, Ayşenur’u gördü.

Bir konuda şartlanmış değilsek konuya çok daha geniş açıdan bakabilme şansımız var. Bu çok önemli bir mesele bence, sanırım, dâhilerin bir konu ile ilgili bilgileri olsa da şartlanmıyorlar, böylece yepyeni bir bilgiyi ortaya koyabilecek, esnek bir düşünce yapısına sahip olabiliyorlar. Eğer bu esneklik olmasa gözünün önündeki gerçeği göremezsiniz. Çok bilinen örnekler verecek olursam, Watson ve Crick, yaptıkları deneylerde ortaya çıkan iplikçikleri, uzun süre denatürasyon (bozulma) iplikçikleri olarak tanımladılar ve üzerinde çalıştıkları hücrelerin bozulduğunu düşündükleri için deneylerini yarıda kestiler. Ancak uzun zaman sonra, bir anda, şartlanmaları çözüldü ve sonra aradıklarının aslında bu iplikler olduklarını anladılar. Yani DNA’yı buldukları, gözleriyle gördükleri halde uzun zaman bunun farkına varamadılar. Yine Kristof Kolombun sırf Hindistan’a yeni bir gidiş yolu bulacağım (şartlandı) diye sefere çıktığı için yeni bir kıta keşfettiğini anlamaması gibi.

Beyin esnekliği (plastisitesi) istesek de istemesek de yaşla giderek kısıtlanıyor. Örnek olarak yeni doğmuş bir bebek beyni dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dili, hatta birden fazla dili, bir iki yıl içinde kolayca öğrenebilir.  Çocuklar da kolayca dil öğrenir, 8 yaşından sonra yabancı bir dili öğrenmek oldukça zorlayıcı bir şeydir, çünkü beyin esnekliği azalmıştır.

Zamanla beynin zihinsel yetenekleri farklılaşır, yavaşça yeni bilgilere kapanıp, bildikleri hakkında, deneyim kazanmaya, gelişmeye odaklanır.

Farkında olsak da olmasak da hayatımızdaki her şey hakkında bir kabul geliştirmiş yani şartlanmış olarak yaşıyoruz. Bir şey ya da konu ile ilgili ön kabulümüz eğer yaşadıklarımıza (tecrübe)  ya da bilgiye (bilim) dayalıysa bu durum bizim hayatımızı çok kolaylaştırır. Mesela daha önce yaptığımız bir yemeği kolayca yapabiliriz (tecrübe), daha önce hiç yapmadığımız yemeği, tarifini bir yemek kitabından (bilgi/bilim) alarak da yapabiliriz. Yoksa yemeği berbat etmek, ya da yapmaya niyetlendiğimizden çok daha farklı bir sonuca varmak mümkün.

Ancak bu ön kabuller temelsiz ya da yanlış bilgiye dayalıysa bir kara büyü gibi hayatı kısıtlar. Mesela ben bu yemeği yapamam diye şartlanırsanız, gerçekten de yapamazsınız.

Şimdi gelelim suşiden aldığım hayat derslerine.

Bundan çeyrek asır önce, henüz Türkiye’de suşi hiç bilinmezken, o zamanlar Amerika’da yaşayan dayıoğlu Emre, bir gün her ne hikmetse suşiden söz etmişti. Emre, en basit bir şeyi anlatırken bile, detaylandırarak, karşısındakinin anladığından tamamen emin olacağı bir şekilde anlatır.

Gündelik bir konuşma sırasında, hatır için çiğ tavuk yenir sözünden mi, o anda yediğimiz Türk yemeklerinden mi, yoksa iki ülke arasındaki yaşayış farkından mı söz açıldı bilinmez, Emre bana ayrıntılı bir suşi tanımı yaptı ve çiğ balık konusunda ön yargılı olmayıp yersen gayet lezzetli bir yemek olduğunu anlatmıştı.  

Ne kadar ayrıntılı anlatmış ve gözümde canlanmasını sağlamışsa artık, ilk suşi gördüğümde hemen denemek istedim ve gerçekten de çok sevdim. Ha bu arada not düşeyim, o gezide bizim guruptan suşi deneyen tek kişi bendim.

Çünkü Emre beni, bizim için çok farklı bir deneyim olan çiğ balık konusunda bilgilendirmişti. Bu bende açıkçası bir merak uyandırmıştı. Diğer arkadaşlarım ise çiğ balık konusunda net bir ön yargıya sahiptiler ve denemeyi  ret ettiler.

Buradan çıkarılacak ders; bilgi, hele de güvenilir bir kaynaktan alındıysa merak uyandırıyor ve ön yargıları kırıyor. Eminim ki eğer yıllar öncesinden Emre’yle yukarıdaki konuşmayı yapmamış olsaydım, o gün ben de denemeye kapalı olacaktım.

Daha sonra suşi salgını bizi de sardı, moda oldu. Moda olan bir şeyi denemek neredeyse sosyal bir baskı yaratır,  denemezsen günü yakalayamamış bir dinozor olursun (bu da farklı bir ders). Şimdi eminim o gün denemeyen arkadaşların hemen hepsi suşi denemiştir ve en az bir kısmı yemeye bayılıyordur.

İşte suşi Türkiye’ye geldiği günlerde benim malumatfuruş arkadaşlarımdan biri yapmayı denemiş ve başarmıştı. Sanırım yasmin cinsi pirinç kullanmıştı, o zamanlar bu tip pirinç de çok yaygın bildiğimiz bir şey değildi. Galiba sırf bu pirinci biraz zor bulduğu ya da ne bileyim sadece hava atmak için, bana suşi yapmak için özel bir pirinç gerektiğini ve zor bulunduğunu, başka cins bir pirinç yapışmayacağı için suşi yapılamayacağını söylemişti. Onun ‘özel pirinci’ bulduğu market zinciri de Trabzon’da yoktu.

İşte bu minik konuşma da bende bir ön yargı, ön kabul  yaratmış.  Aferin bana. Gerçi bu ön yargım hayatımı hiçbir şekilde etkileyecek bir şey değildi yani zararsızdı ama olsun, ön yargı edinmek için gereken bütün zihinsel basamakları izlemişim.

  1. Madem ki ‘özel pirinç’ benim yaşadığım şehirde bulunamıyor, o halde benim bunu bulma şansım yok. ŞARTLARIM UYGUN DEĞİL DÜŞÜNCE BASAMAĞI.
  2. Bu pirinci bulmadan suşi yapma şansım yok. ARAŞTIRMADAN, KULAKTAN DOLMA BİLGİYE İNANMA BASAMAĞI.
  3. Bu durumda ben suşi yapamam. ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK BASAMAĞI ya da ZİHNİN YENİ BİR DENEYİMDEN KAÇINMA HİNLİĞİ ya da KONFOR ALANINDAN ÇIKMAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ BASAMAĞI.

Böylece suşi yapmayı denemeyi aklımdan bile geçirmemişim. Yani daha denemeden yapamayacağımı kabul etmişim.

Daha sonra da yıllar boyunca aklımdan suşi yapmayı denemek geçmedi bile. Oysa mutfak işi severim, hele de evde dünya mutfağı denemekle övünürüm. Gittiğim ülkelerde yediğim yemekleri, bunlarda kullanılan baharatları aklımda tutar, dönüşte mesela İran, Hint, Viyetnam  mutfağından yemekler yaparım. Gene de suşi yapmak aklımdan geçmedi.

(Demek ki şartlanmayı pek ala becerebiliyorum, oysa yeni deneyimlere açık olmakla bilinirim. Kim bilir daha ne konularda şartladım, kısıtladım kendimi?)

Yahu sadece pirinci haşlayıp, sıcakken üzerine birkaç kaşık tuzlu, şekerli sıcak sirke döküyorsun, pirinç soğuyunca yapış yapış oluyor, istediğin gibi, istediğin malzemeyle sar gitsin.

Derken kilo verme konusunda da ‘nasılsa bir türlü veremiyorum, o halde bu konuda bir şey yapmama gerek yok’ düşünce yapısına sahip olduğumu fark ettim.  

Bu zehirli düşünceyi fark edince beslenme düzenimi değiştirdim. Sadece zayıflamak değil amacım, aynı zamanda öğrenilmiş çaresizliğime sığınarak (nasıl olsa kilo veremeyeceğim), konfor alanlarımın (neden kendimi durduk yerde zora sokayım) içine giderek daha da çok gömülerek yaşamaktan kurtulmak da istiyorum.  

Belki başka konular da fark edeceğim bakalım göreceğim.

KAR TATİLİ, AVLU ATEŞİ, EFSANELER, ŞEHRİN KUYTULARINDA GİZLİ DÜNYALAR, JAPON YEMEKLERİ, TÜRK İŞİ SUŞİ, AYŞESAN, DERKEN FISTIK YEŞİLİNİ DE BOYADIM.

Geçen hafta iki gün üst üste kar yağdı, biz gene mahsur kaldık. Kendimize kar tatili verdik. Köyün rakımı 270 metre, aslında denizden kuş uçuşu sadece 5/6 kilometre uzaktayız ama, bizden 4 kilometre aşağıdaki köylerin rakımı 60 metre. Arazi böyle aniden yükselince aşağıda hiç kar yokken biz bayağı kar alıyoruz.

Bizim evin önünden akan, yazları kuruyan, ancak içinde su olduğu zamanlarda minik de olsa oldukça komplike bir şelale sistemi bile olan bir dere var. Ben bu kadar ufak bir derenin adı olmaz nasıl olsa diye düşünürken, dün nihayet adının Kocataş Altı Deresi olduğunu öğrendim.

Yazları aylarca kuruyan bir dere için boyundan büyük, görkemli bir isim olduğunu düşünmek mümkün, ancak derecik ufak da olsa fonksiyonel, çünkü bayağı büyük bir vadisi var. Bizim ön bahçe bu vadinin yamacının bir bölümünden oluşuyor. Hal böyle olunca eğer garaj yolunu düz yapmaya kalksaydık çok eğimli olacaktı, bu nedenle zikzaklı bir yol yapıldı.  

Bütün bunca lafı neden ettiğime gelince, köyün yolu kar yağdığı gün bile açıktı, ancak benim arabamı garajdan çıkarıp, yola indirebilmem 6 gün sürdü.

Kardan sonraki günlerde, yılın ilk dolunayı, ayın dünyaya en yakın olduğu zamanda gerçekleşti. Günlerce ayaz vardı, gökyüzünde para kadar bile bulut olmadı, geceler ise neredeyse gündüz kadar aydınlık oldu. Sonuçta yağan kar, buza dönüştü ve son derece yavaş bir şekilde eridi.

Biz de böylesi durumlarda evde kar tatili veriyoruz. Zaten aylardan beri yakılabilecek çöpleri avluda yakmaya başladım. Bizim evin kağıt çöpünün yanı sıra, Ayşen de yıllarca evinde biriktirdiği faturaları getirmişti.  Karın üzerinde, güneş tepede parlarken,  ateş yakmanın dayanılmaz bir albenisi var. Galiba hepimizin içinde ufak da olsa bir piroman yaşıyor, ateş yakınca terapi gibi geliyor. Saatlerce ateşin başında kaldım.

Tabii Kalandar Ana olduğumu da unutmadım. Hazır evde mahsur kalmışken 14 Ocak günü (Kalandar Günü) dağıtacağım ekmekleri de yaptım.

Evde kapalı kaldım ya, herkesin beni bir yerlere davet edeceği tuttu. Bir çoğunu geri çevirmek zorunda kaldım, ancak birine icabet ettim.

Geçen ay, Çanakkale’de garip bir bistro keşfettim. Garip dememin sebebi, oldukça kuytu bir noktada olması ve genel olarak boş durması. Oysa her gün dünya mutfağından yemekler yapan, aşçılık okulu mezunu bir sahibi var.

Bistro sahiplerinin, oldukça ilginç bir çift oldukları kesin. Kadın Azeri Yegane Hanım, eşi Lievenise Belçikalı. Aşçı olan kadın. Her ikisi de 7/8 dil bilen, dünya gezgini bir çift. Adamın işi dolayısıyla 9 yıldan beri Türkiye’de, 5 yıldan beri de Çanakkale’de yaşıyorlarmış. Bir çocukları var, o da kendileri gibi, şimdilik lisede okuyormuş, 1 yıl sonra üniversiteye dünyanın neresinde gideceği belli değil. Zaten bu çift de kayıklarını hazırlamış, gözleri çarıklarına kaymış. Oğlan üniversiteye gidince Çanakkale’den göçecekler.

Ancak şimdilik bistroları dil okulu gibi bir yer. Çanakkale’de yaşayan ne kadar yabancı varsa, bildikleri dili konuşabilmek için buraya uğruyorlar. Geçen ay ben de bu buluşmalardan birine gitmiştim, ÇÖMÜ’de Japonca öğretmeni olan Japon, Almancasını ilerletmek için gelmişti, guruba tek kelime Almanca bilmeyen ben de dahil olunca Türkçe, Almanca, İngilizce ‘ortaya karışık’ bir sohbet gerçekleşti. İlginç olan şey, karısının ana dili Türkçe olduğu ve bunca yıldan beri burada yaşadıkları halde, bu kadar dil bilen adamın Türkçeyi çok az biliyor olması, ona çok zor geliyormuş.

Bu ilginç çift, sanırım bu bistroyu para kazanmak için değil de sosyalleşmek için kullanıyorlar. Mesela her ay, mümkünse bir ülkenin mutfağından örneklerle bir çalıştay yapıyorlar. Ben geçen ay yapılacak çalışmaya da katılmak istemiştim, ancak 3 kişiden fazlasını istemediği, üstelik de benim bir programıma denk geldiği için katılamadım.

Bu ay, geçen ay tanıştığım Japon hoca ile Japon yemekleri hazırlayacaklarmış, beni de davet ettiler. İşte kaçırmayı göze alamadığım davet bu oldu.

Benim garaj yolu kapalı ama nasıl olsa köyün yolları açık, hemen her işe lazım Muammer’i işe koştum. Beni köyden şehre, akşam da şehirden köye taşıdı.

Önce bu Muammer ismini çözmem lazım, çünkü adama Muharrem deyip duruyorum. Onunla gezmek bayağı bilgilendirici oluyor. Bu bölgede tanımadığı kişi, bilmediği yer yok. Mesela dün derenin ismini de, bulut olmayınca karın buza döndüğünü de ondan öğrendim. Ayrıca bizim köyün de bir antik kenti varmış, bu kentin adı da Arisbe diye geçiyor. Ancak bu isimden kimsenin haberi yok, yalnız bu köyde eski bir Osmanlı yerleşimi var ve hatta geçenlerde hamamında define arayanlar olmuş, haberlere bile çıkmışlar. Muammere sorarsan buranın bir de efsanesi var, adamın biri oradan geçerken çok acıkmış, bir dilim ekmek ve peynir alarak yemiş ve yoluna devam etmek istemiş, yoluna çıkan normalde minicik olan bir dere korkunç bir şekilde önünü kesmiş, adam buraya geri dönmek zorunda kalmış ve nihayet köyden birine izinsiz ne yediğini söyleyince yolu açılmış, yani burası da efsunlu.  Bu  memlekette  zaten bir efsanesi olmayan bir dağ, bir kaya, bir yerleşim yeri bulamıyorsun.  Kentlerin bir biri üzerine kurulma geleneğinden yola çıkarak, bu Osmanlı yerleşiminin, Arisbe kenti üzerine kurulmuş olabileceği varsayımını geliştirdim. Havalar düzelince bu efsunlu yere gideceğiz.

Neyse gelelim yemek çalıştayına. Japon adamın ismi Masa. Ancak Japoncada isimler sonlarına, bizdeki, bey, hanım, ağa  gibi saygı anlamında SAN eki alıyor. Yani adama Masa SAN diye hitap ediliyor. Bu arada ben de Ayşe SAN oldum. Bunu duyunca her boyayı boyamıştım, bir fıstık yeşili kalmıştı, o da tamamdır diye düşündüm. Çünkü bana bu güne kadar bana ‘karaböcek, körli, doktor bey, hocam, Ayşegül’ herkes aklına ne gelirse söyledi. Vallahi bir Ayşe SAN eksik kalmıştı, artık o da tamam.

Masasan ve benden başka, 8 aylık hamile Koreli bir gelin ile 12 yaşındaki komşusu da geldiler. Çocuğa hayran kaldım.  Ufacık çocuğun içinde kocaman bir ruh var, bu kadar yeniliklere açık, meraklı, olgun bir gençle tanışmak beni çok umutlandırdı.

Yapacağımız yemekleri önceden belirlemiştiler. Hepimiz kafa çevremize göre ayarlanabilen tek kullanımlık aşçı şapkası ve önlükler taktık. Televizyon programlarında olduğu gibi önce tarifleri okuduk. Daha sonra malzemeleri hazırladık, son olarak da pişirme işlemini yaptık.

Her neyse dün tuzlu/tatlı soslu hindi, kırmızı fasulye tatlısı ve suşiden oluşan bir menü hazırladık. Tabii Uzak Doğu mutfağının olmazsa olmazı, pirinç de haşladık. Bunun için düdüklü tencere ile mini fırın arası, özel bir makine var ve pirinci yıkamanla, makineden çıkarıp yemen 40 dakika filan sürüyor.

Tuzlu tatlı soslu ördek ve diğer kümes hayvanlarından bir hayli yemişliğim var, gayet güzel yaptığımızı düşünüyorum, çünkü her türlü tada alışık, ana gurup dışında bir kişi daha hindiden yedi ve yalanım yok, parmaklarını da birlikte yedi.

Fasulye tatlısına gelince ben onu hiç beğenmedim, ama Masasan, Japonya’da dükkan açabilirsin, o kadar güzel oldu dedi ve herkes ikinci dilimi de yediler. Demek ki güzel olmuştu. Ancak fasulyenin haşlama suyu falan dökülmeden yapıldığı için bu tatlı bana sonradan dokundu.

Ayrıca, hayatımda ilk kez suşi yapmış oldum. Bu deneyim de gayet hoşuma gitti. Ben nedense kendiliğinden yapışan özel bir pirinç cinsi var diye düşünüyordum. Oysa pirinci birbirine yapıştıran şekerli sirkeli sosmuş, eğer suşi nasıl yapılır diye bir kez araştırsam bunu öğrenmiş olurdum, ama nedense pirincin özel olduğu fikrine takılı kaldım.

Bu bile nasıl ders niteliğinde, cehalet başa beladır, bilmeyince ve bilmeyi de ret edince, kafana göre bir efsane yaratır ve ona inanırsın, artık bu konuda körsün. Öğrenmeye direnç göstermek, araştırmamak, bir cins zihinsel sakatlık.

Suşi yapmak fikri, son dakikada Koreli gelinin gelmesiyle ortaya çıktı, çünkü kadın sarmak için gereken yorun tabakalarını getirmişti. O sırada Masasanın pirinçleri hazırlanmıştı, onları kullanarak suşi yapmaya karar verildi. Yeşil biber, havuç ve ton balığı kullanarak suşileri sardık, ben arada vejetaryen suşiler de yaptım. Sonuç olarak içinde çiğ balık olmayan Türk işi suşi yapmış olduk.

Sonra hep birlikte oturup afiyetle yedik. Bizden sonra gelecek olan müşteriler için de yeterince yemek hazırlamış olduk.

Önümüzdeki ay muhtemelen İranlı biriyle, İran yemekleri çalıştayı yapacağız.

Fasulye tatlısı, bir daha yemesem ömür boyu aramam

Aşçı ekip, ben, Koreli gelin, Küçük Ahmet, Masasan
Ben , Masasan, Türk müşteri, Koreli gelin, Danimarkalı koca, Azeri Yegane hanım, Ahmet

ESKİ USUL OCAK AYI, KAR YAĞARKEN EVDEN ÇIKMAK ZORUNDA OLMAMAK GÜZELMİŞ

Ocak ayı, uzun süredir yılın ilk ayı olarak kabul ediliyor olsa bile bir zamanlar, takvime bile koyulması gerekmeyen aylardan biriydi, çünkü ne tarlada çalışılacak, ne vergi toplanacak, ne de savaş yapılacak zamanlar değildi, bu aylarda insanlar soğuktan evlerinde oturup hayatta kalmaya çalışmaktan başka bir gaye gütmüyorlardı. Fakat her yıl eksik kalan bu 60 gün bazı problemler yarattığı için uzun bir süre sonra, yıl sonuna ocak ve şubat ayları da eklenmişti. Sonunda milattan önce 49uncu yılca Jülius Sezar tarafından ne hikmetse Ocak ayı ilk ay olarak tanımlandı ve hala bu şekilde kullanılıyor.

Bugün bazı değişikliklerle hala kullanmakta olduğumuz bu takvimde ocak ayı yılın ilk günlerine kabul edilmesine rağmen herhangi bir önemli göksel olaya karşılık gelmemektedir. Örnek olarak göksel mevsimle gündönümleri ve gün/tün eşitlikleri ile başlar, yılın ilk günleri ise kış gündönümünden (21 Aralık), on gün sonradır. Hasılı kelam Ocak ayının yılın ilk günleri sayılması Sezar’ın kafasından çıkan ve öylece devam ettirilen bir kabuldür sadece ve herhangi bir anlamı da yoktur.

Ocak ayının bazı özelliklerine gelince, her şeyden evvel Türkçe ismi olan 3 aydan birisidir. Adını, içerisinde ateş yakılan ocaktan almıştır. Adından da belli olacağı gibi en soğuk aylardan birisidir.

Kış mevsimi Aralık, Ocak ve Şubat ayları olarak kabul görürler ve modern takvime göre 1 Aralıkta başlayıp, 28/29 Şubatta biter.

Ancak elbette ki bu kabul doğanın gerçeklerinden biraz daha farklıdır. Çünkü kış gündönümü 21 Aralıktadır ve bu tarihten itibaren 40 gün yılın en soğuk 40 günü anlamına gelen Erbain olarak isimlendirilir.

TDK açıklamalarına göre; Zemharir (zemheri); Farsça zam (kış) ve Arapça harir (uğuldayan)  kelimelerinin birleşiminden meydana gelen bir kelimedir ve genel olarak kış mevsimi anlamına kullanılır. Erbain ise yine Arapça kökenli olup dört sözcüğü ile ilişkili imiş. (Erbain kelimesinin Şiilik için farklı bir anlamı daha varmış, ancak kaynak bulamadığım için o konuyu bir tarafa bırakıyorum.)

Yani bu günkü anlamı ile Erbain kışın (zemherinin) en soğuk 40 gününü anlatır ki bütün Ocak ayı erbain günleri içerisindedir.

Hal böyle olunca da elbette halk arasında bilinen ve bir çok rivayeti olan  bir sürü fırtına da bu ayda meydana geliyor.

Örnek olarak 8 Ocak Zemheri Fırtınası, 14 Ocak Karagoncoloz (kış cini)  fırtınası,  28 Ocak Ayandon fırtınası olarak isimlendiriliyor.

Bugün itibarıyla (7 Ocak 2020) resmen kar altında mahsur kalmış vaziyetteyiz, geçen yıl aynı zamanlarda yine kar altında kalmıştık. Neyse ki tam da geçtiğimiz hafta sonu bahçelerin kış bakımını yaptıracak son bir fırsat bulmuştuk.

Bahçe deyince ben bu konuda tamamen ümmi (cahil) iken her yıl ufak tefek bir şeyler öğreniyorum. Ocak ayı bahçeleri önümüzdeki kış ve bahar aylarına hazırlamak için son bir fırsat tanıyor. En geç bu ayda bahçelerin havalanması için iyice bir sürülmesi ya da kazılması gerekiyor. Mesela bezelye gibi bazı kış bitkilerinin dikilmesi, soğanlı çiçeklerin ekilmesi, ağaç ve bitkilerin gübrelenmesi lazım.

Biz zirai ilaç kullanmadığımız için dönüşümlü olarak göz taşı ve gülleci bulamacı gibi doğal maddelerle toprağı güçlendirme yoluna gidiyoruz. Gülleci bulamacı kireç ve kükürtten, göztaşı bordo bulamacı ise bakır sülfat ve kireçten hazırlanan, toprağı güçlendiren, bir çok bitki hastalığına iyi gelen ve toprakta tortu bırakmayan ilaçlar.

Neyse ki geçtiğimiz hafta sonu hava izin verdi de bütün bunları yaptırmaya zaman bulmuş olduk, yoksa bu kar ne zaman kalkacak, kar kalktıktan sonra çamur ne zaman kuruyacak, mümkün değil kazma  işlemini yaptıramazdık.

Bahçe ile uğraşma benim asli görevim değil, ben sadece aromatik bitkiler kısmı ile ilgileniyorum. Bir çok bitki türü yaşatmayı başardık. Artık yemek yaparken bahçeye çıkıp, defne, adaçayı, biberiye, kekik gibi baharatları taze taze toplayıp kullanabiliyorum. Hem bu tür yıllık bitkileri, hem de nane, kişniş, fesleğen, rezene gibi mevsimlik bitkileri üretmeyi başardım.

Bahçe yapmayı bilen insanlar ne var sanki diye düşünebilir, ancak benim için gerçek bir başarı hikayesidir.

Bir evlik bahçe yapmak sonu gelmez bir yabani ot yolma ve yıl boyu süren hava durumunu, toprağın nemini takip ederek, yani doğayı yakından gözleyerek yapılan bir çok işlemden meydana geliyor. Genel olarak her şeyin bir zamanı var, ancak o zaman diliminde uygun günü kollayıp, doğru işi doğru zamanda yapmak gerekiyor. Bunun için kitabi bilgiler kadar yerel insanların yüzyıllardır biriktirdiği bilgelikten de yararlanıyorsun.

Yıllar geçtikçe bu bilgileri kendin de ucundan bucağından öğrenmeye başlıyorsun. Gayet tatmin edici bir şey.

Geçen yıl bu kadar çok kar yağdığında Sermin’le her gün kar yürüyüşleri yapmıştık, bu yıl ise evden dışarı çıkmaya üşenip pencereden seyretmekle yetiniyoruz. Madem emekliyiz, işe gitmemiz gerekmiyor, bari dışarıda kar yağarken sıcak evimizde oturalım dedik.

Sermin köyden 2 kadına okuma yazma kursu veriyor. İşi bir hayli ciddiye aldı, hafta sonu falan dinlemeyip, her gün 172 saat onları çalıştırıyor. Son 2 günden beri resmi okullarda kar tatili verilince biz de kendi mini okulumuza kar tatili verdik. Dünden beri kar durdu, artık bugün eğitim yeniden başlayacak, bakalım unutmuş olacaklar mı?

Sermin çalışırken ben de 2 gündür ihmal ettiğim müzik çalışmalarımı yapayım bari.

geçen yıl da bu gün aynı manzara vardı
sabah süt tankeri buzda kaydı

SONUNDA KÖYDE BİR OKUMA YAZMA KURSU AÇTIK, KASIM 28, 2019

Geçen yaz bizim köyün her eve lazım Muammer’in eşi Sanem’in ilk evliliğinden olma oğlu annesinin yanında yaşamak isteğiyle köye geldi. Bu kızcağız henüz 30 yaşında değil ama 2 ayrı kocadan 4 çocuğu var, en büyük çocuk da 14 yaşında. Kendisi daha çocuk yaşta iken evlendirilip 2 çocuk sahibi olmuş, daha sonra da koca zulmüne dayanamayıp, çocukları da bırakıp baba evine dönmüş. Muammer ile evliliğinden de 2 küçük çocuğu var, bu çocukların anneleri olmaya daha uygun bir yaşta.

Biz Sanem’in okur yazarlığı olmadığını bildiğimiz için geçen yıl yurt genelinde yapılan okuma yazma seferberliği dahilinde bir kursa gitmesini istemiştik. Bu konuda da bak bu yıl çocuğun okula gidecek, minnacık çocuk okuyacak, sen anne olarak ona destek olamayacaksın diye damardan bayağı baskılar yaptık.

Gerçekten de Sanem geçen sene kursa gidip bir şeyler öğrenmeye başlamıştı ki, yok çocuğu bırakacak kimsem yok, yok tarlaya gideceğim gibi çeşitli sebeplerle kursu tamamlayamadı. Biraz harf tanısa da sonuçta okumayı öğrenemedi. Bu arada ilk okula başlayan 7 yaşındaki oğlu elbette ki okudu.

Geçen yaz 14 yaşındaki oğlan geldiğinde, garibim hiç yüzüne bakılmamış, şu anda 10 yaşında ancak gösteren kavruk bir çocuktu. Meğer bu çocuk da hiç okula gitmemiş ve okumayı öğrenmemiş. Çocuğun annesinin yanında kalmak istediğini öğrenince Sermin ona okuma öğretebileceğini söylemişti.

Sermin aslında edebiyat öğretmenidir, ancak ilk stajından sonra ben çocuklarla uğraşamam öğretmenlik çok zor bir işmiş diyerek resti çekmişti. Gerçekten de resmi olarak bir gün bile öğretmenlik yapmadı. Sen nasıl okuma öğreteceksin diye sorduğumda ‘ben Zülfikar’a bile öğretmiştim, neden öğretemeyeyim’ dedi. Zülfikar da çok geç yaşta okumayı öğrenmişti ve eğer ona okumayı öğreten sensen herkese öğretebilirsin diye düşündüm.

Tabii Sermin hiçbir zaman aktif öğretmenlik yapmadı, ancak Ayşen Güner hep öğretmen olarak çalıştı. O da ben sana sınıf öğretmeni arkadaşlarımdan okuma materyalleri alırım diye söz verdi. Gerçekten de İstanbul’daki bir arkadaşı ona materyalleri hazırladı, tam da arkadaşından alıp kargolayacaktı ki, bu arada Muarrem çocuğun tarlada filan yardımcı olmasını istediği için, çocuk da böyle sıkıya gelemeyeceğini düşünüp, babasının yanında yaşamak üzere köyü terk etti.

Sonuç olarak bizim materyaller, İstanbul’da kaldı. Bu konuyu kapattığımızı düşünüyorduk.

 Geçen ayın başında benim önce Trabzon’a sonra da İstanbul’a gitmem gerekti. Tam da bu sırada köyde zeytinler hasat edildiler. Sermin büyük bir hevesle çalışanlara yardım etti. Sanem ile Filiz, yani köyde yaşayan iki Kürt gelin, Sermin’den bize okuma öğret diye rica etmişler. Sermin de bana haber verdi, sağ olsun Ayşen, arkadaşından materyalleri aldı, bana ulaştırdı. Ben bagajıma resmen gavur ölüsü kadar ağır bir torba daha eklemiş oldum.

Genellikle İstanbul’dan otobüsle gelirken, Gelibolu’da inip, feribotla karşıya geçiyoruz. Feribota bindim diye telefon edince evdeki kişi araba ile Lapseki’de geleni karşılıyor. Böylece bir saat daha erkenden eve varıyoruz, ancak bu durumda eğer elimizdeki valiz ağır ise otobüsten feribota kadar olan 500 metrelik mesafe bayağı zorlayıcı olabiliyor.

Yani demem o ki 500 metre resmen taş taşıdım, şimdi bu hatunlar okumayı öğrenmeden kursu terk ederlerse kafalarını kırmaya hakkım var. Bunu da baştan onlara söyledim.

Evin avlusunda kocaman bir camlı oda yaptırmıştık, bu odanın manzarası oldukça güzel olduğu için içine kocaman bir sedir yaptırdım, bir sürü yastık koydum, masası, sandalyeleri, kliması, perdeleri yani her şeyi var. Bu yıl  oraya bir de soba aldık. Yani kararlıyız kışın da kullanacağız.

İşte 28 Kasım 2019 günü, ilk defa bu odada sobayı yakıp, okuma kursuna başladı.

İşin ilginç tarafı bizim Sanem’in gerçek ismi Fener imiş. Her iki kadın da büyük bir hevesle işe başladılar, işin ilginç tarafı ertesi gün harfleri bir birine katmaya bile başladılar.

Tabii bu arada bizim evde, ailede ve arkadaş çevremde bu kursumuz büyük bir ilgi ve heves uyandırdı.

Umarım bu kadınlar okumayı tamamen öğrenirler. Sermin hiç hecelemeden akıcı bir şekilde okuyup anlayabilmek gibi bir hedef koydu. Bu hedefe ulaştıklarında ise bir diploma töreni düzenleyeceğime söz verdim.

Havalar güzelken bahçedeki kış odasında , bazı günler soba yakarak, bazı günler sobasız, kışın en soğuk günlerinde ise evde çalıştılar.

Okuma yazma öğretmek için şimdi farklı bir usul çıkmış, harfler değişik bir sırayla tek tek öğretiliyor. Aslında her iki kadın da geçen yıl okuma kursuna gitmişler, ancak haftada bir gün, üstelik de sadece okumaya yönelik oldukça yüzeysel bir eğitim almışlar ve hemen hiçbir şey öğrenememişler.

Sermin ise bir ayda ancak 8 harf öğretti, sürekli yazdırıyor, sürekli tekrar ettiriyor. Kadınlar da Sermin de bıkmadılar ve öyle sanıyorum ki bu yıl her iki kadın da okur yazar hale gelecek. Ben de daha sonra, artık unutmayacaklarından emin olana kadar haftada bir de olsa bir süre okuma seansları yaptırmayı düşünüyorum.

Bu meraklı konuda yazmaya devam edeceğim.

GÖĞE BAKAN KOCAKARI, 2020 OCAK

Göğe bakan kocakarı yazılarıma epeydir ara vermiştim, ancak göğe bakmaya hiç ara vermedim.

Karadeniz’de yaşarken, mesela yağmurun yağacağına dair tam olarak hangi bilgiye dayalı olduğunu çözemediğim ama çok net bilgilerim vardı. Sanıyorum, havadaki nemin aniden buhar halden sıvı haline geçtiğini her şeyden önce ciğerlerim hissederdi ve yağmurun yağacağını anlardım. Bunun dışında denizi gözlerdim, renginden, dalgasından, dalganın geldiği yönden ve havanın basıklığından havanın bozacağını anlardım. Eğer bozuk hava; doğudan gelmişse fena vurur kar yağarsa uzun süre kalkmazdı, batıdan yaklaşan bozuk hava ise kısa sürerdi.

Bu geçtiğimiz dönemde yeni memlekette gökyüzünü gözleyerek hava tahminlerinde bulunmaya çalışıyorum. Tabii hemen birkaç tiyo yakaladım. Mesela arkamızda kalan Ağı Dağında sis olursa hava bozuyor. Biz normalde boğazı ve Gelibolu yarımadasını görüyoruz, eğer Semadirek ve Gökçeada görünür hale gelirse, özellikle de Semadirek görünürse bayağı ayaz geliyor demektir. Geçen gönlerden birinde, mevsime göre gayet güzel bir havada bu adayı hiç görmediğimiz kadar net gördük ve tabii arkasından inanılmaz soğuk bir poyraz başladı. Günlerce nefesimiz dondu.

Karadeniz’in en soğuk rüzgarı karayeldir, burada ise poyraz soğuk. İşte bütün bunları ufaktan öğreniyorum.

2020 yılının Ocak ayının en önemli gökyüzü olayı bence 10/11 ocak günü gerçekleşecek ve Türkiye’den de izlenebilecek  olan parçalı ay tutulmasıdır.

Ay tutulmaları bilindiği gibi dolunay zamanlarında gerçekleşir. Bu ay tutulmasının bazı özelliklerinden söz edecek olursak, ayın 13ünde ay dünyaya en yakın konumunda olacak, yani tutulma ayla dünyanın birbirine oldukça yakın oldukları bir dönemde gerçekleşecek. Bu fiziki durumun dolunayın ve bu tutulmanın etkisini daha da artıracağı düşüncesindeyim.

Bu tutulma ayrıca Nardugan Bayramına denk gelmektedir. Nardugan Bayramı, son yıllarda daha çok dikkatimizi çekmeye başladı, çünkü bu bayram ve gelenekleri, Noel, Hanukan gibi bazı dini bayramlar içerisine alınmış ve orijinal halinden oldukça sapmış ve İslamiyet’i kabul eden halklar arasında unutulmuştur.

Nardugan; Aralık ayında yılın en kısa günlerinin artık uzamaya döndüğü 22 Aralık gününden sonra gelen ilk dolunayda kutlanır. Bu bayramda ağaç süsleme geleneği de vardır, hatta dilek ağacı bu bayrama atfedilir. Ben de kış ortasının, günlerin uzamaya başladığı bu günlerin, önümüzdeki tarım mevsimine bereket getirmesi için niyet etmek için çok doğru bir zaman olduğuna inanıyorum.  Baharın gelmesini kutladığımız Hıdrellez günü gibi, bu yıl, Narduganda da, dileklerimi bir ağacın dalına ve oradan da evrene aktarmaya başlayacağım.

Tabii benim Kalandar Analık hikayem de devem ediyor. Burada da 14 Ocak günü yani eski yılbaşında ekmek yapıp, bozuk para vereceğim insanlar oluşmaya başladı. Eğer becerebilirsem bu yıl çuval da gezdireceğim.

Kalandar, Hıdrellez gibi eski Anadolu geleneklerini yaşatmaya ve yaşamaya oldukça özen gösteririm, bu yıl kutladığım bu bayramlara Nardugan’ı da ekledim.

Show Buttons
Hide Buttons