Monthly Archives: Mart 2020

BU DÖNEMDE HAYAT BOYU OTURMADIĞIMIZ KADAR ÇOK EVDE OTURUYORUZ, TELEFON TRAFİĞİMİZ ARTTI, TEV’DEN DE BİR TELEFON ALDIM.

Şu günlerde herkesin canı çok sıkkın, ne yapayım, insan dediğin sosyal bir yaratık, göz göze bakmak, yüz yüze konuşmak istiyor. Şöyle dostlarla bir arada oturup, iki lafın belini kırmak ne büyük zenginlikmiş zor yoldan anladık. Bari yeniden bir araya gelince gırtlak boğaz kavga edilmese, ancak insan zihni nisyan ile maluldür (insan unutur) derler, eminim ki bu günler de unutulur, derhal gündelik hırslar ortaya çıkar, gene herkes birbirini yemeye devam eder.

Bu salgın ve karantina günlerinin tarihsel önemi olduğunu düşünerek yazmaya devam ediyorum. Şu anda inanılmaz bir savaş veriliyor. Birkaç yıl önce olsaydı, bu savaşta çarpışan gurubun içerisinde olacaktım, şimdiyse evde oturan guruptayım. Bize düşen görev, hastalanmamak için bütün önlemleri alarak, toplumu ve sağlık ordusunu riske atmamak.

Çocukken ‘Anna Frank’ın hatıra defterini’ okuyup inanılmaz etkilenmiştim. İçinden geçtiğimiz şu günlerin de hiçbir şey yapılmadan geçiyormuş gibi görülmesine karşılık yazılması gerektiğini düşünüyorum. Kişisel tarih yazarak sivil tarihe bir ışık tutma bilinciyle bu bloğu yazmaya başlamadım mı ben?

Doğal olarak bu günlerde, telefon trafiğim oldukça arttı. Hem akraba ve arkadaşlarımın sağlık haberlerini alıyorum, hem de bazılarının paniklerini azaltmaya gayret ediyorum.

Tanıdıklarımdan bazıları daha fazla önlem alıyor, iyice kafayı bozmuş durumda (şimdiki halde bu durum, hiç aldırış etmeyenlerden iyidir elbette). Bunlarla sohbet genel olarak marketten alacaklarını nasıl seçtikleri,  kuryeyi ve paketleri nasıl karşıladıkları, nasıl ekmek pişirdikleri, nasıl temizlik yaptıkları doğrultusunda geçiyor.

Diğer bazılarının merakları aşırı bilimsel oluyor, ben ne virolog ne de epidemiyolog değilim ancak TV ekranlarından özellikle de sevgili Mehmet Ceyhan’dan duyduklarını bana teyit ettirmekle geçiriyorlar. Ben de okuldan ve  kısa süren Halk Sağlığı eğitimimden hatırladıklarımın da yardımıyla cevaplar vermeye gayret ediyorum.

İlginç olan telefonlardan biri de kuzenim Tülin ile yaptığımdı. Tanıdığı amatör bir astroloğun ön görüleri üzerine uzun uzadıya konuştuk. Bu kadar mı doğru öngörü olur, hayretler içerisindeyim. Dediklerinin kalan kısmı da doğruysa daha bu 2020’nin elinden çekeceklerimiz bitmedi.

Bu telefonlardan biri diğerlerinden farklı ve hem içerik, hem de teknoloji kullanımı açısından oldukça özeldi.

Hatırlayanlar olacaktır, emekli olup da Çanakkale’ye yerleşmeye karar verince, Trabzon’da oturduğum evi, Türk Eğitim Vakfına bağışlamıştım. Hayretle, Trabzon şubesinin, bu bağışı nasıl kabul edeceğini dahi bilemediğini fark etmiştim. Çünkü daha önce hiç kimse böyle bir bağış yapmamıştı. Aslında veren el alan eli bilmemelidir kuralına inanıyorum, ancak ben, belki insanları bağış yapmaya teşvik olur diye, bu bağış sürecini bloğumda paylaşmıştım. Bu yazıyı, TEV çok değerli buldu ve birkaç kez ulusal medyada kullandı.

Bu hatırlatmalardan sonra, Trabzon TEV şubesinde çalışan Emrah Nebioğlu’nun aşağı yukarı 2, 3 ayda bir beni arayıp, hal hatır ve bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorarak beni unutmadıklarını zarif bir şekilde göstermeye devam ettiğini de söylemeliyim. Bahsettiğim özel telefon Emrah’tan geldi. Görüntülü bir aramaydı, bir TEV bursiyerini de bağladı, üçümüz farklı yerlerden telekonferans gibi birbirimizle konuştuk.

Meğer TEV bağışçılarının hepsi 65 yaş üzeri olduğu için (ben en genç bağışçılardan biriyim), salgın sırasında duygusal destek vermek amacıyla,  bursiyerlerle konuşturuyorlarmış.

Fakat tabii bizim duygularımızı belli etme şeklimiz diğer bir çok millete benzemiyor. Sözüm ona beni sevindirmeye çalıştılar. Karşımda hemşirelik öğrencisi olan pırıl pırıl bir genç kızı görünce birden bire ağlamaya başladım. Ağlamak da gülmek gibi bulaşıcı galiba, göz yaşları sel oldu, hem Emrah’ı hem de Sümeyye’yi de ağlattım. Belki birkaç yazımı okuyup, birkaç olay karşısında nasıl ağladığımı yazdığımı hatırlayan olur, kimse beni sulu gözlü sanmasın, gerçekten çok az ağladığım için önemseyip yazmışımdır, yoksa kolayına ağlayamam.

Daha sonra Emrah bu görüşme sırasında çektiği resmi beğenmediği için, ikinci bir görüşme yaptık ve ben de nihayet aklımı başıma devşirip genç meslektaşıma, sağlık çalışanı olmak nasıl bir şeydir onu anlatmaya çalıştım. Sosyal dayanışmanın ne denli önemli olduğunu herkesin anladığı böyle bir dönemden geçmekteyken, sosyal dayanışma ruhunun en yüksek olduğu bir mesleği seçtiği için kendisini tebrik ettim. Bir de mutlaka kendisinin de ileride en az bir öğrenciye burs vermesini istedim.

Elbette gençlerin bana evde otur, sosyal izolasyon yap demeleri gerekmedi, ben onlara, hastalanmamak için neden en yüksek özeni göstermeleri gerektiğini anlattım.

Daha sonra iznimi alıp bu görüşmeyi de yerel medyada ve TEV’in sosyal medya hesaplarında kullandılar.

Ev günlerinde elbette TV izleme, sosyal medya kullanma sürem de inanılmaz arttı.

Herkes dünyada olan biten her şeyi bir kenara koyup, salgına kilitlendi. Kendini koruma işini obsesyon düzeyine çıkaran da, akılcı önlemler alan da, hiç aldırmayan da var. Salgınla ilgili TV kanallarında konuşan bilge doktorların çoğu sınıf arkadaşım ya da yakın tanıdığım, onları bu zor dönemde halkı aydınlatmak üzere bu kadar gayretle verdikleri uğraştan ötürü kutluyorum. Bütün konuştuklarıma, onların verdikleri bilgilerden başkasını önemsemelerini öneriyorum.

Corona salgını çıktığından beri sosyal medya kullanan herkesin sanatçı yönü ortaya çıktı. Corona üzerine atma türküler mi atılmadı, şiirler mi yazılmadı, karikatürler mi çizilmedi, özlü sözler mi söylenmedi. Bu ağır gündem içinde mizah çok önemlidir, tabii mizah işi hafife almak anlamına gelmemeli.

Benim en çok hoşuma gidenlerden biri de corona virusun komünist olduğu söylemi, evet çok doğru ne zengin dinliyor, ne fakir dinliyor, ne kraliçe dinliyor, ne çöpçü. Bütün insanları birbirine eşitledi.

İngiltere tahtının varisi olan Prens William, daha geçen hafta bir hastane ziyaretinde öksürünce, ‘şimdi Cambridge dükü size corona virüs bulaştırıyor, sizce de bu işi basın biraz abartmadı mı’ diyerek gülmüştü. Üzerinden bir hafta geçmeden ilk sıradaki veliaht prens olan kendi babası Charles’ın ve hatta muhtemelen kraliçenin de testleri pozitif çıktı. Bu hafta başında Prens William’ın çocuklarının sağlık çalışanlarını alkışladığı bir video yayınladılar. Karısıyla kendisi de halka moral veriyoruz diye telefon başında poz verdiler.

Daha geçen hafta İngiltere başbakanı da biz karantina filan yapmayız, hastalığı geçire geçire atlatacağız demişti, bu hafta hasta sayısını görünce sosyal izolasyona başladılar. Hatta bizzat kendisi de pozitif çıktı, şimdi kraliyet ailesi de İngiltere başbakanı ve sağlık bakanı da karantinada.

Bir de herkes ekmeğini evinde yapmaya başladı. Sanırım corona sonrası bir de obezite salgını baş gösterecek.

Bu resimde hepimiz ağlıyoruz, ancak Emrah suratının ortasındaki telefonun karizmasını çizdiğine karar verdi.
İkinci telefon haberli gelince ben de TEV teşekkür yazısının önünde poz vermeye fırsat buldum

KIYAMET HAZIRLIKLARI EĞİLİMİ, ANCAK SORUN BİYOLOJİDEN ÇIKTI, BİR ISSIZ ADAM MODELİ, ACABA KÖYLERE GERİ Mİ DÖNÜLECEK?

Geçtiğimiz yıllar içerisinde Amerika Birleşik Devletlerinde ciddi bir ‘kıyamete hazırlanma’ akımı başladı. Bir çok kişi ve aile, insanlığın sonunun geleceği günlerin yakın olduğunu düşünüp, bu son günlerde, hayatta kalmak ve kendi kolonisini yaşatmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Bazıları sadece kendi çekirdek ailesini kurtarma peşindeyken, diğerleri daha geniş bir sosyal ağ kuruyor. Bir şekilde kötü günler geçince, daha az kalabalık bir dünyada yaşama devam etmeyi düşünüyorlar.

Bu insanlardan bazısı, dünyada bir çevre felaketinin olacağını, suyun biteceğini, atom bombası atılacağını, biyolojik savaş çıkacağını, uzaylıların dünyayı istila edeceğini ya da daha gerçekçi olarak kalabalıktan artık yetişmeyen kaynakları paylaşamayan, yeryüzü halklarının başlatacağı bir savaşın, bütün  toplum kurallarını alt üst edeceğini düşünüyor.

Kıyamete hazırlanma konusunda talep olunca arzı karşılamak için bu konunun ticareti de kuruldu, milyonlarca dolar harcandı bile. Hatta isterseniz yaptığınız hazırlıkların yeterliliğini onaylatabileceğiniz bilirkişi kurulları bile oluştu. Gelip hazırlıklarınıza bakıp, zayıflıklarınızı bildiriyorlar, siz de onları tamamlayıp yeniden kontrol ettiriyorsunuz. İş ciddi yani.

Genel olarak hazırlıklar, oldukça izole bir yerde toprak sahibi olmak, ya da şehirde bir sığınak bulup, yaşayacağınız güvenli bir mekanın oluşturulması ile başlıyor. Daha sonra bu mekana yıllarca yetecek dayanıklı yiyecek ve sarf malzemeleri yığınağı yapıyorsunuz. Biraz doğa bilinciniz varsa sürdürülebilir bir enerji ve besin kaynağı için gereken düzenlemeleri yapıyorsunuz. Bu kaleme güvenli su kaynağı bulmak, güneş ya da rüzgardan elektrik elde etmek, kümes hayvanı bakmak, avlanma, çiftçilik yapmak gibi şeyler dahil. Bir çok aile gerçekten izole alanlarda, sürdürülebilir çiftliklerini kurdu bile.

Bir başka kalem de bazen sadece onun içerisinde yaşayabileceğiniz, ya da felaket olduğunda acilen ana kampınıza gideceğiniz, ya da koloniden başkalarıyla buluşacağınız ya da avlanacağınız bir araca sahip olmak. Sırf araç modifiye etmek için binlerce dolar harcıyorlar.

Son olarak da güvenlik önemli elbette diyerek, resmen silah ve mühimmat yığıyorlar, kendileri ve iş birliği yapacaklarını düşündükleri koloniden kişilere hem silah kullanmayı, hem de bedenleriyle savaş tekniklerini öğreniyorlar.

Şu günlerde dünya genelinde, hiç de dünya dışı olmayan gerçek bir istila var ve gerçekten de olabildiğince izole yaşamamız gerekiyor, üstelik bu durumun ne kadar süreceği de bu günden belli değil. Bu hazırlıklar o kadar da mantıksız değilmiş gibi görünmeye başladı gözüme, ancak çok merak ediyorum acaba o ağır silahlarla ve dövüş sanatlarıyla virusla nasıl savaşacaklar?

İnsanlar, ülkeler birbirleriyle savaşma fikrine o kadar yatkın ki, bu yetmiyor gibi, dünya dışı yaratıkların gelmesini ve onlarla da savaşmayı ciddi ciddi bekliyor. Oysa viral salgınlar son derece gerçektir. Viruslar aşağı yukarı, her 100 yılda bir büyük, 50 yılda bir daha ufak, 10 yılda bir daha da ufak mutasyon geçirerek salgın yaparlar. Yüzyılda bir olan büyük mutasyon, geçen yüzyılda ‘İspanyol Gribi’ olarak bilinen pandemi (dünya salgını)yi meydan getirdi. O zaman dünya bir de I. Dünya savaşıyla perişan haldeydi. Bu savaşı bitiren önemli sebeplerden biri de gribin 50 milyon olarak tahmin edilen oldukça genç bir nüfusu yok etmesiydi. Yani savaşacak genç kalmamıştı. O pandemi 3 yıl kadar sürdü, eğer savaş olmasaydı, belki daha lokal kalması mümkündü. Ne de olsa o zamanlar hayat şartları çok farklıydı. Normalde insanlar lokal üretim yapıp, kendi yaşadıkları yerden pek de uzaklaşmadan yaşıyorlardı. Eğer savaş olmasaydı, bu kadar büyük bir nüfusun dünyanın orasından burasına gitmesine gerek yoktu. Yine de pandeminin bu kadar uzun süreye yayılmış olmasının sebebi, savaş koşullarında bile bu günkü kadar insan hareketinin olmaması diye düşünüyorum. Çünkü o salgında da virüs damlacık yoluyla bulaşan bir virüstü.

Bu günkü pandeminin bu kadar kısa sürede bu kadar yayılmasının sebebi ise bugün dünyanın nerdeyse bir köy kadar organik bağlarla birbirine bağlı olması de dünya nüfusunun yarıdan fazlasının artık kalabalık şehirlerde deyim yerindeyse yığınlar halinde yaşaması.

Sosyal izolasyon ise bulaş hızının azaltılabildiği çok açık. Ülkelerin yapmak istedikleri, salgının bir anda patlayıp, bir çok ülke örneğinde olduğu gibi, sağlık sistemlerini çökertmemesi. Yani insanların azar azar hastalanıp, salgının daha uzun süreye yayılması gerekiyor.

Akla, insanın bugün değil de 4 ay sonra hastalanmasının kişiye ne faydası var diye soru gelebilir. Hatta bir çok kişinin bağışıklık kazanmak adına bir an önce geçirmek gibi bir düşüncesi bile var.

Oysa gerçek farklı; her şeyden evvel solunum cihazına ihtiyaç duyan hasta sayısının, solunum cihazından fazla olmaması lazım. Bu uç bir örnektir. Çünkü mesele sadece cihaz değil, test kitlerinin, laboratuvarların, maske vs sarf malzemelerinin, servislerin, ilaçların ve personelin de sınırının aşılmaması lazım. Filyasyon çalışmalarının yapılabilmesi ve karantina gereksinimlerinin yapılabilmesi lazım.

Sağlık çalışanlarının en büyük risk altında olduklarını net olarak biliyoruz. Onlara bulaşı azaltabilmek için hasta sayısının başlarından aşmaması gerekiyor.

Ayrıca aradan zaman geçtikçe virusun kuvvetini kaybetmesi, aşının, ilacın bulunması gibi olasılıklar da var.

Açıkçası benim kendimi eve kapatmamda en büyük etken, şu anda toplumun geneli için kendi hayatlarını riske atan sağlık çalışanlarının, yani bu biyolojik savaşta cephede olan insanların yüklerini artırmama sorumluluğudur. Öyle sokaklarda gezip de sen neden evinde oturmuyorsun diye sorana sana ne bu benim hayatım demekle olmaz. Sen kendin hastalanmayacaksın ki başkalarını da hasta etme.

Son yıllarda bir başka eğilim de insanların özellikle emeklilik çağlarını daha az kalabalıkta, köylerde ya da en azından daha ufak kasabalarda geçirme isteğidir. Bazı insanlar hiç duygusal hazırlık yapmadan anlık bir kararla çok ıssız yerlere yerleşip, en çok 2 yıl içerisinde pişman olup geri dönüyor. Bizim de içinde olduğumuz bir başka gurup ise, alışık oldukları kent yaşamını da hayatlarında tutarak, banliyölerde yaşamayı tercih ediyor, bu durumda sosyal ihtiyaçlarına da kolayca ulaşabildiği için yeni hayata gayet güzel adapte oluyor.

Bir de benim sınıf arkadaşlarımdan birinden örnek vereceğim, resmen Robinson hayatı yaşayıp da mutlu olanlar da var.

Çanakkale, emeklilerin tercih sebebi olacak kentlerden biri, benim tanıdığım pek çok kişi emeklilikte buraya yerleşti, en azından yılın birkaç ayında da olsa burada yaşıyor.

Bu arkadaşlarımdan Bozkurt ise diğerlerinden ayrılıyor. Çünkü o bir kıyı kasabasına yerleşti, ancak bu kasabaya da arabayla en az yarım saat,  en yakın köye 5 km mesafede oldukça ıssız bir kıyıda, bir kulübede yaşıyor. Burada yazın 3,5 kişi olsa da, kışın tamamen insansız bir bölge. Dün acaba nasıldır diye telefon açtım, kasabaya inişini iyice sınırlamış, evde ne yaptığını sordum kulübesinin içini seraya çevirmiş, fide hazırlıyormuş, odun kesiyormuş, köpeklerine bakıyormuş, günün nasıl geçtiğini bilmiyormuş da geç saatlerde biraz sıkılıyormuş. Yani sosyal izolasyonu tam olarak yapabiliyor.

Bize gelince, biz de köyde, sosyal izolasyon konusunda oldukça rahatız, çünkü havalar da toprakla uğraşmaya pek müsait değil, bizim köyde herkes sosyal mesafeyi koruyor, dün köyün içinde yürüyüş yaptık, kediler bile ortalıkta değil, mamalarının başında sakince yiyorlar. Geçen yıl kar altında mahsur kaldığımız zaman bile böyle ıssızlık, böyle araç eksikliği yoktu. Şehirde yaşayan ve bu dönemde hava almak seçeneği balkonda oturmak olan kişilere göre çok daha az kolostrofobik bir artamdayız.

Kim bilir belki de yeniden köylere dönmek lazım.

CORONA GÜNLÜKLERİ; EVDE OTURMANIN 50 RENGİ, BAKALIM NE ZAMAN ‘CABIN FEVER’ GEÇİRECEĞİM, YA DA YORGUNLUKTAN ÖLECEĞİM?

Corona salgını yüzünden bu hafta başı itibarıyla ‘Evde kal, Türkiye’ sloganıyla mecbur olmadıkça evden çıkmamamız önerildi. Bir çok işi yeri, kahveler, ibadethaneler kapatıldı. Sürekli salgına ve korunma yöntemlerine dair bilgilendirici TV programları var.

Biz hem emekli olduğumuz için dışarı çıkma zorunluluğumuz yok, hem de yaş gurubu olarak her birimiz 60’ı devirdiğimizden bir haftadır evde oturuyoruz. Bütün hafta boyunca 1-2 kez ilaç ve gerekli malzemeleri almak dışında evdeyiz.

Bizim köy Çanakkale’ye oldukça yakın olmasına karşılık oldukça izole sayılabilecek bir alanda bulunuyor. Çanakkale Lapseki karayolundan sapılarak, 6 km sonra bizim köye ulaşılır. Aşağımızda her ikisi de bize 4 km uzaklıkta olan iki köy ve yukarımızda 2 km uzaklıkta olan bir köy daha ve 5 km ötemizde de bizim köyün bir mahallesi var. Bütün bu alanda yaşayan kişi sayısı ise 1000’den az.

İlk gün kimse sokağa çıkmayın uyarısını anlayamadı, ancak ertesi gün jandarma gelip de aşağı köyde umreden gelenleri karantinaya alıp, bütün köy kahvelerini ve camileri de kapatınca, herkeste şafak attı.

Bizim Sermin aylardır, köyden 2 kadına okuma yazma öğretmeye gayret ediyor, her gün 1 saat birlikte çalışıyorlardı. Bu durumda kadınların kocaları, bizim yaşımızı da düşünerek eşlerini bir süre bize gelmekten men etmişler.

Çanakkale’de Cuma pazarları oldukça önemli bir sosyal olaydır. Cuma günleri köyde kimseyi bulamazsınız, herkes ‘Kale’dedir. Bu Cuma günü ise kimse pazara bile gitmedi, inanılır gibi değil.

Evin içinde ise durum şu; Nermin en kalın kıyafetlerini giymiş, sıkı sıkıya sarınarak, Sermin her zamanki gibi telefonu elinde yayılmış oturuyor. Nermin zaten özellikle felaket haberlerine pek düşkündür. Mesela bir uçak kazası, sel ya da deprem felaketi olsun, dünyanın herhangi bir yerinde yanardağ patlasın, günlerce döne döne aynı haberi bütün kanallardan izler. Bu da yetmez İngilizce kanallardan izler, geceleri sabahlara kadar uyumaz, sürekli aynı görüntüleri izler.

Geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin her yerinden deprem haberleri, Van’daki çığ felaketi, İdlip’ten gelen şehit haberleri derken TV koltuğuna zaten yapışık yaşıyordu. Salgın haberleriyle de yakından ilgiliydi, ancak yumurta kapıya dayanınca başka hiçbir şey düşünemez oldu.

Bana gelince evde otur otur nereye kadar deyip kendimi bahçeye attım.

İngilizce konuşanların, cabin fever dedikleri, kulübe humması diye Türkçeye çevirebileceğimiz bir durum var. Eskiden Amerika kıtasına ilk yerleşen kolonicilerin bazıları, oldukça kuvvetli kışı olan bölgelere yerleşmişler. Tabii o zaman kırsalda nüfus da oldukça az ve insanlar mümkün olduğu kadar tarımla uğraşıyorlar, kışları ise kulübelerinde geçiriyorlar. Kış geçip de artık tarlalarla uğraşma zamanı geldiğinde bazı ailelerden hiç haber alınmadığı olurmuş. Sonra bu evlere gidip, toplu cesetlere ulaştıkları ve bu toplu katliamın aileden biri tarafından gerçekleştirildiği anlaşılırmış. Daha sonradan bu durumu uzun süreli sosyal izolasyon ve kapalı alanın meydana getirdiği ağır bir ruhsal çöküş olarak tanımlamışlar. Halen Alaska kırsalında izole yaşayan aileler, bu duruma karşı önlem alırlarmış.

Her ne kadar kış yoksa da benim sosyal izolasyona ne kadar dayanabileceğim meçhul. Kulübe humması olasılığına karşılık bir silah da edinemeyeceğime göre evin sınırlarını bahçenin sınırlarına kadar genişlettim. Bahçeyi bahar otları bürümüş, zaten önceden de onları temizlemeye başlamıştım, ancak evde oturma faslı başlayınca bahçe çalışmalarına hız verdim. Günde 4-6 saat elimde çapa bahçede çalışıyorum.

Yaban otlarını bahçeden temizlemek öyle pek kolay iş değil. Birkaç yıl üst üste bıkmadan yorulmadan, mümkün olanları kökünden çekerek, mümkün değilse de henüz tohum atmadan derinden kopararak almak gerekiyor. Böylece, birkaç yıl sonra yaban otları daha az çıkmaya başlıyormuş.

Bu arada daha önce yaban otlarının isimlerini öğrenmeye başlamıştım. Her bir otu mümkün olduğu kadar kökünden çekmeye çalışırken, bir yandan da her otun adını hatırlamaya çalışıyorum.

Bu bölgede geniş sulak alanlar var. Buralar doğal olarak aynı zamanda kuşların da uğrak alanları. Bu alanlardan biri bizim köye oldukça yakın olan Umurbey beldesinin kıyı şeridi, Umurbey çayının suladığı alan. Burada ne zamandan beridir gezmek istiyordum, bu güne nasipmiş. Kemikalanı köyüne arabayı bırakıp, kıyı boyunca toprak yolda yürüdük. Sadece bir balıkçıl görmüş olsak da güzel bir yürüyüş yapmış olduk. Bu bölgeyi seçme nedenimiz ise çok tenha olması, gerçekten de, biz yürürken yolda hiç kimse yoktu. Köyden birkaç kadınla uzaktan selamlaştık.

Bu arada Nevruz da karambole gitti. Kimse hatırlamadı bile. Ben ise köyde yaşarken minimum çöp ilkemize uyarak kağıt çöpleri yakıp, küllerini de bahçe toprağını zenginleştirmek üzere kullanıyorum. Ateş yakma işini tam da 21 Marta denk getirdim,  nevruzun hiç olmazsa bizden bir ateşi olsun diye.

Akşamları da örgü örüp, çeşitli kitaplar okuyorum. Özellikle de zeytincilik üzerine bir kitap almıştım, ondan bir hayli şey öğreniyorum. Mesela bor kullanılması gerektiğini bu kitaptan öğrendim ve bu yıl uygulayacağız.

Herkesi telefonla aramaya çalışıyorum. Bir de elbette sosyal medyayı daha sık kullanıyorum. Watsup guruplarımız corona paranoyası ile tamamen işgal edilmiş durumda. Bizim sınıfta birkaç Türkiye çapında ünlü, bir kısmı da bakanlığın salgın bilimsel kurulunda olan enfeksiyoncu arkadaşımız var. Artık onların sözlerinden başka kimselere inanmamak gerektiğini düşünüyorum.

Ben emekliyim, baba evden çıkma deniliyor, ancak benim yaşımda, hatta daha yaşlı olan arkadaşlarımızın izinleri kaldırıldı.

Durum oldukça vahim görünüyor. İtalya geçen hafta 80 yaş üzeri hastaları artık tedavi etmiyordu. Bu hafta bazı bölgelerde tedavi etmeme yaşını 60’a düşürmüşler. İngiltere geçen hafta biz hastalığı geçire geçire toplum olarak direnç kazanacağız diyordu. Bu hafta ise, 3 hafta boyunca sokağa çıkmayı ciddi derecede kısıtlamışlar. Almanya şansölyesi Merkel kendini karantinaya aldı. Bizde salgın nasıl gidecek hep birlikte göreceğiz.

Geçen gün 65 yaş üzerinin sokağa çıkması kısıtlandı. Biz zaten izole yaşıyoruz. Dün evdeki 65 yaş altı tek kişi olarak bazı şeyler almak için şehre indim. Bizim köyler evde oturma işini ciddiye almış. Musa köyden geçerken, loca dediğim bir duvar dibi vardır, burada sanırım bir hava akımı var, yaz kış, gece gündüz orada duvar dibinde sandalyede oturan 3,5 kişi olur. Bunlar yoldan geçen arabalara da hiç aldırmazlar, onları korumak şoförün görevidir.  İşte dün onlar bile ortada yoktu.

Sadece tarlalarda birkaç kişi var. Çünkü tam da bahçe işi yapma zamanı, yabani otlar alınacak, zeytinler ilaçlanacak, fideler hazırlanacak. Bir de elbette hayvanlar ve çobanları var.

Köylerde bu işler duramaz. Durursa her şey durur.

Fakat hem yaya hem de araç trafiği köylerde çok seyrek.

Şehirde ise durum biraz daha farklı. Sokaklarda yaya trafiği bayağı azdı. Bir çok kişi maskeliydi.  Market içi tenhaydı, sosyal mesafeyi korumak mümkün oldu. ATM’den para çekerken de aralıklı sıra vardı ve ben eldiven kullandım. Sokaklarda yaya trafiği oldukça az olmasına karşılık  şehir içi seyirde bir çok araba vardı. Sanırım herkes araç içini güvenli buldu.

Ancak herkesin bu kadar duyarlı olduğunu söylemek pek mümkün değil. Asıl büyük şehirlerde insanları evde tutmak çok zor oluyor.

Bu hafta yağmur yağacak dolayısıyla ben evin içerisine çekilmek zorunda kalacağım. Bakalım ne zaman ‘kulübe humması’ geçireceğim diye düşünüyorum, ancak arkadaşlarım ve dostlarım hastanelerde yoğun risk altında çalışırken, evde can sıkıntısı humması geçirmeyi de şımarıklık olarak düşünüyorum.

Herkes sarmış ya temizlik yapıyor, ya da yemek.

Allah sonumuzu hayretsin.

Boğaz gezisi, arkamda köprünün ayakları görünüyor
Ör ör ör
Oku oku oku
Yol yol yol, çapala çapala çapala
Çakma Nevruz ateşi

MODERN ZAMAN PANDEMİSİ, BAKALIM KISA VE UZUN VADELİ SONUÇLAR NE OLACAK?

Son birkaç aydan beri dünyada oldukça ölümcül bir salgın var. Bu salgına sebep olan virus aslında son yıllarda, MERS (Orta Doğu Solunum Sendromu), SARS (Ciddi Ani Solunum Sendromu) gibi salgınlarla adını sıkça duyurmaya başlamıştı.

Bu son salgın, corona virusların 2019 yılı sonunda yeni bir mutasyon geçirerek meydana getirdikleri bir salgın. Virusa, COVID 19 (co=corona, Vi= virüs, 19=2019 yılı) adını verdiler. Sadece bu isim bile bundan sonrası da geliyor, artık özel isim vermiyoruz, salgın meydana geldikçe sonundaki rakamı değiştireceğiz gibi bir çağrışım yaratarak can sıkıyor.

Aslında virusların 10/12 yılda bir ufak bir mutasyon, 50/100 yılda bir ise büyük bir mutasyon geçirerek, her 10 yılda bir ufak salgınlara, 50/100 yılda bir ise büyük salgınlara neden olduğu biliniyor. Zaten insanlık tarihinde vebadan, çiçekten, koleradan ölenlerin sayısı her zaman savaşlarda ölenlerden fazladır. Elbette bu salgınlara ait istatistiksel veriler yok, ancak mesela Avrupa’da veba kurbanlarına adanmış, pek çok kilise ve katedral vardır. Eski savaşlarda ölen insanlardan bir çoğu da ya cephedeki ya da yaralandıktan sonra yattıkları hastanelerdeki koşullardan ötürü enfeksiyondan öldüler.  Cephe gerisindekiler de ekonomik sıkıntılardan, beslenme yetersizliğinden ve yine enfeksiyonlardan öldü.

Çarpıcı bir örnek olarak dün 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşları zaferinin 105’inci yıl dönümüydü. Çanakkale Savaşında, kalabalık yaşam ve siperlerde hijyen koşullarını sağlayamamaktan ötürü, bir çok bulaşıcı hastalık çıktığını ve özellikle de dizanteri gibi ishalle giden enfeksyon hastalıklarından ötürü bir çok can kaybı olduğunu biliyoruz. Tetanoz ve anaerob mikroplarla da ölümlerin sayısını bilemiyoruz.

Bu yılın salgını, klasik griplerin pek çoğu gibi bir solunum yolları salgını, hastalık solunum yolları ile alınıyor ve en büyük tahribatı da solunum yollarında yapıyor. Bu tip salgınların genel karakteristiği, enfeksiyon etkenini alan pek çok kişinin hiç belirti vermeden, bazılarının grip belirtileriyle geçirmesi, ufak bir bölümünün ise hayatını kaybedecek derecede hasta olmasıdır.

Genellikle en büyük risk altında olan küçük çocuklar, yaşlılar, hamileler ve kronik hastalığı olan kişilerdir. Bu salgının birkaç özelliği var. Bunlardan en önemlisi sanırım, bu gribi çocuklar kolay atlatıyor ama yaşlılar ve kronik hastalar büyük risk taşıyor.

İkinci özellik ise bulaştırıcılık oranı çok yüksek.  Normal grip olan her insan ortalama 3/4 kişiye bulaştırabilirken, bu salgında bu sayı çok daha yüksek. Çünkü virüsü aldıktan sonra hastalık olarak ortaya çıkma süresi ve hastalık süresi, yani bulaştırma süresi çok uzun.

Yüksek bulaştırıcılığın farklı sebepleri de var, çünkü dünya nüfusu hiç olmadığı kadar kalabalık. Örnek olarak bundan önce 1918 yılında (tam da Birinci Dünya Savaşı) ortaya çıkan ve İspanyol Gribi olarak bilinen salgın sırasında dünya nüfusu bir milyar civarındaydı. Şimdi bu sayının neredeyse 8 katına ulaştık.

Bir başka sebep de, artık dünyanın uzak bir noktası kalmadı, dünyanın her yeri birbiri ile bağlantılı, insanlar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sık ve çok seyahat ediyorlar.

Ne kadar fazla nüfus, o kadar kalabalık yaşam ve viruslar için o kadar müsait bir ortam, ne kadar seyahat virusa o kadar serbest dolaşım.

Çünkü viruslar tabiri caizse ‘yarı canlı’ yaratıklardır, çoğalmak için mutlaka canlı bir hücrenin içine girmeleri gerekir. Kendi varlıkları aşağı yukarı bir DNA ( hatta corona virusta olduğu gibi sadece RNA) ve bu genetik materyali saran ve canlı bir hücreye girmeyi sağlayacak bilgiye sahip bir zardan ibarettir. Corona virusun adı da dış zarındaki çıkıntıların taca (corona latince taç demek) benzetilmesi nedeniyle verildi.

Viruslar, canlı bir hücreye girdikten sonra dış zarından kurtulur ve hücrenin rezervlerini kullanarak kendini çoğaltır. Tabii bu arada hücreyi, bazen de bütün canlıyı öldürür.

Bu salgın, Çin’de başlayıp, büyük bir hızla bütün dünyaya yayıldı.  Şu anda özellikle İtalya ve İran oldukça kötü durumda.

Yoğun bakım gerektiren hastaların çokluğu şu anda hiçbir dünya ülkesinin bu salgına hazır olmadığını gösterdi. Bu durumda da bir çok ülke bulaşma hızını yavaşlatmak için oldukça alışılmadık yöntemlere baş vurdu. Bütün amaç insanların bir biri ile temasını azaltarak bu salgının ülke sağlık sitemini çökertecek kadar hızlı bir şekilde toplumun üzerine çökmemesi.

Bu nedenle bu hafta Türkiye’de okullar, ibadethaneler, köy kahveleri dahil toplu bulunulan yerler kapatıldı. Bir çok ülkeye uçak seferleri iptal edildi. İnsanların sosyal izolasyon sağlamak için evlerinde kalmaları önerildi.

Bu önlemler dünyanın pek çok ülkesinde alınırken İngiltere gibi bazı ülkeler, biz salgını doğal yollardan geçirerek atlatacağız dediler.

Bir yandan da aşı ve ilaç çalışmaları son hızla devam ediyor.  Son yıllarda, yukarıda anlattığım salgınlardan hiç haberi olmayan, aşı karşıtı büyük bir gurup peyda oldu. Corona aşısı çıkınca bakalım onarın tavrı ne olacak?

Bu salgında en büyük risk altında olanlar ise sağlık çalışanları. Bizim ülkemizde son yıllarda giderek yükselen ve artık vahşet boyutlarına varan bir doktor düşmanlığı gelişti. Öldürülen hekimler için öfkelenen bir çok arkadaşım sosyal medya hesaplarından ‘doktorsuz kalın’ diyerek beddua ettiler. Galiba ne dediğine dikkat etmek lazım, şimdi şu durumda en büyük risk altında olan gene doktorlar ve diğer sağlık çalışanları. Umarım bu salgında meslektaşlarımızdan çok kayıp vermeyiz. Çünkü bu günlerde işe gitmek aktif savaş cephesine gitmekten farksız.

Biz de evde kalanlardanız, hiç oturmaya alışık değilim ama canım sıkılıyor deme lüksümüz yok, mecburen evde oturacağız. Üstelik köyde yaşıyoruz, açık alan aktivitesi yapmamız şehirde yaşayanlara göre çok daha kolay. Bu sosyal izolasyon günleri de çok ilginç bir hayat deneyimi oluyor, onu da bilahare yazacağım.

Bu evde kalış süresi ne kadar olacak? Sanırım salgın pik yapıp bir plato çizmeye başlayınca, bilimsel kurullar tarafından toplumun artık yeterli oranda bağışıklık kazandığına karar verilince, artık evlerinizden çıkın diyecekler, çünkü bu kadar ekonomik durgunluğa hiçbir ülke dayanamaz.

EMRE’YLE İLGİLİ BİR KAÇ ÇOCUKLUK ANISI, HER NE KADAR ŞİMDİ KOCA ADAM OLSA DA BİR ZAMANLAR HALALARININ PAŞASIYDI

Dayım Hasan Telatar ve yengem Ferzan Telatar, Hacettepe Üniversitesi henüz kurulmadan eğitim almaları için Amerika Birleşik Devletlerine gönderilen ve döndükten sonra da Üniversitenin çekirdek kadrosunu oluşturan ekiptendir.

Okuduğum üniversitenin resmi kuruluşu benim doğmamdan birkaç ay sonra olmasına karşılık, ben doğduğum zaman dayımlar Amerika’da eğitim almaktaymışlar. Eğer yanılmıyorsam orada 7 yıl kalmışlar. Dayım ülkenin ilk gasroenterologlarından, yengem de endokrincilerinden biridir ve her ikisinin de sonradan öğrencisi oldum.

Çocukluğumun ilk yıllarında, hayal meyal ‘dünyanın diğer ucundaki dayı’ temasını ve annemin uzaktaki dayıma mektuplar yazdığını hatırlıyorum. Hatta, fakültede okurken bu mektuplardan birini de dayımın Ankara/ Gazi Osman Paşadaki evinde bulup okumuştum. Bu mektupta annem, dayıma benim doğduğumu haber veriyor.

Dayımlarla ilgili gerçekten hatırladığım ilk anım; ben 5 yaşındaydım ve Pazar’daydık, dayım ve yengem Amerika’dan Türkiye’ye dönmüşler ve aile ziyaretine geleceklerdi. Evde gayet belirgin bir heyecan vardı, ben de genel heyecana ayak uydurmuş, hiç tanımadığım dayım geliyor diye ve evin önündeki beton üzerinde tek ayak üzerinde döne döne dans etmiştim.

Dayılar geldiğinde bana bir jüpon getirmişlerdi, o zaman Türkiye’de hiç olmayan ve aslında elbise altına giyilmesi gereken bu giysiyi, elbise gibi giyip elimde bir çiçekle poz vermişim. Pazar’daki evin üzerinde çekilmiş (o zaman evin üzerinde çatı yoktu, inşaata bir kat daha eklenmesi  ihtimaliyle yer yer demirlerin yükseldiği, kenarlık olmayan, teras gibi bir düzlüktü) güneşten gözlerim kamaşmış bir resmim vardı. Bu resim şimdi nerede bilmiyorum.

Dayımla yengemin benimle hemen hemen yaşıt olan kızları Amerika’da daha bebekken vefat etmiş, sanırım Türkiye’ye döndükleri zaman yeniden bir çocuk sahibi olmak istemişler.

Dayımlar döndükten sonra, bu sefer mektuplar bitti, telefonla konuşma devri başladı. O zamanlar Ankara’yla konuşmak için önce santral aranır, şansın varsa birkaç saat içerisinde hatlar bağlanırdı. İşte bu konuşmalardan birinde yengemin hamile olduğunu öğrenen, annemin heyecanla çığlık attığını duymuştum. Bu haberle annem ne kadar mutlu olduysa artık, onun sevincini görüp, bunun çok güzel bir haber olduğunu anlamıştım. Gene bu kez de Trabzon’daki evin koridorunda tek ayak dansımı yapmıştım.

Emre’yi, Trabzon’a ilk getirdikleri zaman birkaç aylık bir bebekti. Yengemin  elbisesi ile aynı kumaştan dikilmiş bir tutum giydiği için, annesinin kucağında uyuyan bebeği ilk anda seçememiştim.

Emre’yi o zamanın Türk adetine ters, ancak pediatrislerin önerdiği şekle göre yüzü koyun yatırıyorlardı. Sonuç olarak kafası çevredeki bütün bebeklerden farklıydı. Onu ilk gören herkes, önce kafasının şeklini fark ediyordu.

Daha o zamanlardan bu kafanın akıl dolu olduğu belliydi. Daha 7/8 aylıkken, arabasının sapına yapışır, Yıldızlıdaki evin geniş koridorlarında yürüme talimleri yapardı. İkinci gelişlerinde henüz 2 yaşına girmemişti, ama mükemmelen konuşmaya başlamıştı. Bir gün denizde kayıkları görmüş ve annesine ‘’Ferzan bak, iki tane minik kayık yüzüyor uzakta’’ demişti. Bu cümlesi öğretmen olan annemin çok dikkatini çekmiş ve bir hayli üzerinde durmuştu. Şimdi bir çocuk hekimi olarak o yaşta bir çocuğun 30/40 kelime bilip, 2 kelimelik cümleler kurmasının yeterli olduğunu biliyorum.

Konuşmaya başladığı andan itibaren de her şeyi merak edip sorgulamaya başladı. Ama öyle her çocuk gibi bu ne diye sormazdı, cevap verebilmenin oldukça zor olduğu sorulardı. Birkaç yıl sonra artık kimse sorularına cevap veremez olmuştu.

Emre’nin çocukluğunun en bilinen özelliklerinden biri de iştahsızlığıydı. Bizim kültürde çocuk bakmanın birinci kuralı karnını doyurmak olduğundan, ona yemek yedirmek bütün bir günü alan bir uğraş hali alırdı. Zavallı çocuğun, sabah kahvaltısı öğlen yemeğine, öğlen yemeği ise akşam yemeğine kadar sürer, ona yemek yedirmekle görevli biri elinde çatalla peşinde koştururken, o ağzındaki lokmayı alt dudağının içinde biriktirip, gün boyu pelikan kuşu gibi dolanırdı.

Beş kız kardeşin arasında tek erkek kardeş olan dayımın tek çocuğu olarak, halalarının paşasıydı. Mukaddes Halası (MUKE)  Emre’ye bakmak için yıllarca Ankara’da kaldı.  Birkaç yıl sonra, Emre’nin, ‘arabalar fren yapınca hemen duruyor da trenler fren yapınca neden hemen durmuyor, bir dalgıç denizin altındayken, deniz suyu içeri dolmadan, denizaltına nasıl girebilir, her hafta aynı günler tekrar tekrar nasıl oluyor’ gibi sorularından yılıp, ‘bu çocuk beni sersem etti’ diyerek, artık Ankara’ya gitmedi.

Emre’nin, 5 tane gerçek halası var, Pazar’daki akraba kadınların hepsini da hala diye tanıtıyorlar. Annemin hastalığı sırasında sık sık Ankara’ya gider ve dayımlarda kalırdı. Bir gün Emre ağlayarak ‘hala’ diye seslenmiş, annem ‘efendim’ diye cevap verince, Emre, Mukaddes Teyzemi kast ederek ‘ben esas halamı istiyorum’ demiş. O hala bolluğunda çocuğun kimlerin gerçek halası olduğunu öğrenmesi zaman almış demek ki.

O sıralar bir çizgili çocuk hikayesinde uçan fil ‘Dumbo’ ile,  filin fare arkadaşı ‘Timoti’ vardı. Emre, Dumbo, annem de Timotiydi.  Timoti, Dumbonun burnunda seyahat ettiği için, kitabı okurken, annem Emre’nin burnuna parmaklarını koyardı, böylece filin burnundaki fare olurdu. Emre hala annemden söz ederken ‘favori halam’ der. Oysa o zamanlar anneme timoti hala, Mukaddes teyzeme de asker hala derdi.

Dayım, çocukken Emre’yi kurt ile korkutmuş. Kurt onun için çok önemliydi. Kurt sözü ederken bile gözleri açılır, dudakları büzülür, ağzını doldura doldura ‘kurt’ derdi. Birkaç kurt korkusu hikayesi de aile arasında epeyce konuşulur.

Annemin ameliyat olması gereken zamanlardan birinde, birkaç teyzem ve hatta annemin teyzesi de, hep birlikte dayımın evindeymişler. Benim en büyük teyzem bayağı horlardı, annemin teyzesi ise ondan da beter horlardı. Üstelik ikisi de bir yükselip, bir alçaltarak, arada melodi değiştirerek, ancak tamamen farklı, bir birinden net olarak ayırt edilebilen ezgilerle horlarlardı. Gece evde artık nasıl bir gürültü kopardılarsa, Emre sessizce annemin yatağına gitmiş ve korku içerisinde ‘hala evde kurt mu var?’ diye sormuş.

Bir seferinde ben de Ankara’dayım, dayım o zamanlar Gima olan binanın önünde park etti. İçeriye sadece birkaç dakikalığına gireceği için Emre’yle beni arabada bıraktı. Giderken de kapıyı sakın kimseye açmayın diye tembih etti. Biz tuhaf bir yerde park etmiş olduğumuz için, biraz sonra bir adam geldi ve bize arabayı ileri almak istediğini söyledi. Ben de daha çocuğum, Emre iyice ufak, korkudan benim yanıma büzüldü, ben de bayağı korktum, ama bir dolu şey söyleyerek adamı püskürttüm. Adam gitti, ama bu arada biz de oturduğumuz yerde macera yaşamış olduk.

Biraz sonra dayım geldi, arabaya biner binmez, heyecanla az önce bir adam geldi cama vurdu, bize kapıyı açın dedi ama açmadık diye anlatmaya başladım. Emre hemen araya girdi ve ‘halbuki kurt’ diyerek beni düzeltti. Adamdan nasıl korktuysa artık, bu kadar korkunç birisi adam olamaz, olsa olsa kurttur diye düşünmüş demek ki.

Şimdi o çocuk büyüdü, kafasının şeklinin hakkını verdi. Girdiği bütün matematik yarışmalarına, üniversite sınavında derece aldı, OTDÜ’yü birincilikle bitirdi, MIT üniversitesinde doktora yaptı. Şimdi Lozan Üniverstesinde profesör.

Birkaç ayda bir benim yazılarımı toplu olarak okuyor. Hafızası da annesi gibi bir hayli kuvvetli olduğunda özellikle aile tarihi hakkında yazdığım yazılarda beni bir hayli düzeltiyor. Geçen gün, Mualla teyzemle ilgili yazım üzerine bana telefon açtı.

Yazıda Laz Yaşar diye tanıttığım adamın lakabı aslında Tarzan Yaşar imiş. Emre, adamla tanışmış, onu Baba filmindeki bir karaktere benzetiyormuş, o gemi kaçırma hikayesinin gazete haberlerini bile buldu.

Bir diğer konu ise teyzemin yazıda belirttiğim gibi ağır ceza değil asliye hakimi olduğunu söyledi. Aslında benim aklımda ağır ceza diye kalmasının da geçerli bir nedeni varmış, onu da kendi anılarıyla bezeyerek anlattı.

Dedim ya Emre halalarına göre paşaların paşası.

Emre sanırım lise yıllarındayken, bir ara hukuka merak sarmış, Mualla teyzem de onu bir yaz boyunca mahkemeye götürmüş.

Mualla teyzem asliye ceza hakimi olduğu halde, ağır ceza davaları 3 hakimden meydana gelen bir kurul tarafından görülürmüş, teyzem de Rize’nin en kıdemli hakimi olarak, o kurulda görev alırmış. Ben bu nedenle onu ağır ceza hakimi sanıyormuşum.

Bütün bir yaz boyunca Emre, Rize’de görülen bütün ağır ceza mahkemelerine girmiş. Teyzem Emre’nin seyirciler arasında oturmasına rıza göstermediği için, savcı bey, Emre’ye bir savcı cüppesi giydirir ve sen benim asistanımsın diyerek, savcının oturması gereken yerde oturturmuş. Bizimki de işi ciddiye alır, bu davada kim hangi kanunun, hani maddesine göre hangi cezayı alması gerekir, ağırlaştırıcı ve hafifletici sebepler var mıdır, varsa nelerdir. Kanunları ciddi ciddi okur ve hatta savcı ile tartışırmış.

Bütün bir yaz boyunca, savcının bu ukala çocuğa katlanması  da,  bir Allah kulunun çıkıp, bu çocuğun burada ne işi var diye sormamış olması da çok ilginç. Emre ne yazık ki bu toleranslı savcının ismini hatırlayamadı.

İşte böyle bir halalarının paşası çocuktu. Son yıllarda biz teyzemin, o annesinin hastalığıyla pek yorulmuştuk.  Geçen yıl bizim evde birkaç gün kaldıktan sonra bana yazdığı teşekkür notunda uzun zamandan beri kendimi böyle paşa gibi hissetmemiştim diye yazmıştı. Demek ki bizim de paşamızmış.

Çanakkaledeki evde
Kuş adasında, Emrenin yeğeninin düğünü için gitmiştik
Lozanda

KOŞUN, KOŞUN ŞENLİK VAR , PALYAÇOLAR ÇOCUKLARI GÜLDÜRÜR

Trabzon’dayken Devlet Tiyatrosu sanatçılarının pek çoğunu tanırdım, bazıları ile dostluğum hala devam ediyor. Sanatla uğraşan insanların iç dünyaları sıradan insanlara göre daha renkli ve daha zengin oluyor.

Benim tanıdığım tiyatrocu sanatçılarının her biri kamu yararına olan projelerde, hele de çocuklarla ilişkili projelerde rol almaya çok hevesliydi. Sağ olsunlar, ne zaman çocuk yuvasında ya da hastanede bir faaliyet yapmak istesem, beni hiç kırmadılar, emekleri karşılığında tek bir kuruş bile talep etmeden, hatta yol masraflarını filan kendileri karşılayıp, büyük bir hevesle  talebimi yerine getirdiler.

Bu faaliyetlerden biri, planlanan faaliyetin çok ötesine geçtiği için yazmaya değer buldum. Yanılmıyorsam 2000’li yılların başlarıydı, çünkü ben henüz Ana Bilim dalı başkanı olmuştum.

O zamanlarda bizim yeni doğan servisi hariç 18 yataklı süt çocuğu servisi ve yine 18 yataklı daha büyük çocukların yattığı adolesan servisimiz vardı.

Bazen serviste çok ağır hastalar yatar, oldukça karamsar günler yaşanırdı. Tiyatrocu arkadaşlarıma güvenerek bir moral günü yapmayı düşündüm. Elbette hemen destek buldum. Benden yaş gurubumu öğrendiler, sonra müzik aleti çalabilen iki arkadaşlarını palyaço kıyafeti ile göndermeye karar verdiler. Çocukların genel havasına göre, serviste odadan odaya geçerek, hasta yataklarının başında, okul şarkıları söyleyecekler, canlandırarak masal anlatacaklar, biz de servisi balonlarla süsleyecek ve çocuklara hazırladığımız hediyeleri dağıtacaktık. Eğlence tarihini de yanılmıyorsam bir Cuma öğleden sonra olarak belirledik.

O hafta Salı günüydü galiba, bir hastayı taburcu etmek istedim, çocuk ağlayarak yatak örtüsünü yüzüne kapattı, ne yaptıysak çocuğu mutlu edemedik. Bu oldukça garipti çünkü daha önce eve gideceği için ağlayan çocuk görmemiştim. Sonunda derdini anladık, palyaçolar gelince hastanede olmak istiyordu. Bu olay üzerine ağzımdan, bu hafta taburcu olan çocuklar da eğlenceye katılsınlar diye o anda çok mantıklı gelen,  talihsiz olduğunu sonradan anladığım bir söz çıktı.

Sonuç olarak toplamda 40 değil de hadi bilemedin 60/70 oyuncak alıp bu işi toparlarız diye düşündüm.

O tarihte henüz yuvarlak hastane binasının inşaatı devam ediyordu, bütün birimler eski binalardaydı. Şimdi yuvarlak bina ile 11 katlı yüksek binanın arasında uzanan yassı bina genellikle polikliniklerin, laboratuvarların, idari birimlerin olduğu kısımdı. Zemin katta ve birinci katta iki bina arasında asansörlerin olduğu koridordan geçişler vardı. Uzun binada ise servisler bulunuyordu.

Pediatrinin mevcut polikliniklerinin hepsi birinci kattaydı. Aynı katta, bizim polikliniklerle, uzun binanın birinci katında olan servisimizin arasında, diğer birkaç bölümün daha poliklinikleri ve şimdiki Gastroenterolojinin yerinde bulunan başhekimlik vardı.

Cuma günü, gelecek olan tiyatrocu arkadaşları benden başka tanıyan olmadığı için, eğlence saatinden biraz daha önce servise yöneldim. Ancak ortada bir sorun olduğu görünüyordu, koridorlar insan kaynıyordu. Önce başhekimlerin başı dertte diye düşündüm. Çünkü daha önce de bir kez sosyal sigortalar kanununda bir değişiklik yapılıp da, bir çok hastanın paraları ödenmesinde problem çıktığı zaman, başhekimlik önünde böyle bir mahşeri kalabalığın toplandığını görmüştüm.  Kim bilir gene başlarında nasıl bir dert var diye düşünerek, asansörlere doğru yürümeye çalıştım.

Sadece yürümeye çalıştım diyorum, çünkü kalabalıktan yol almam mümkün değildi. Neyse ki kalabalıktan, hastaneden çalışan ve beni tanıyan  birkaç kişi çıkıp bana yol açtı da servisin kapısına varabildim. Servisin içi başka bir hikaye, çünkü ortalık insan kaynıyor. Ne oluyor demem kalmadı, servisin sorumlu hemşiresi bütün bu kalabalığın birim eğlence için toplandığını söyledi. Meğer başı dertte olan bizmişiz.

Bu kadar kalabalık nasıl toplandı diye sorunca, ben hani bu hafta taburcu olan çocuklar da gelebilir demiştim ya, bunu bu güne kadar bizim servisten taburcu olan herkes gelebilir diye algılamışlar. Bizim eski hastalar da yetmemiş, komşular duymuş,  Kalkınma mahallesinde ne kadar çocuk varsa, anneleriyle birlikte, soluğu hastanede almış. Sadece onlar da değil, hastaneden çalışan ne kadar temizlik işçisi varsa, çocuğunu kapıp getirmiş, çocuğu olmayan da merakından gelmiş.

Üstelik de her çocuk bayrama gelir gibi giyinip, süslenip gelmiş. Ortalık hevesle bekleyen çocuk ve daha da fazla yetişkinle insan kaynıyor.  Hiç saymadım ama çoluk çocuk en az 500 kişi var. Benim servise girdiğimi gören koridorlardaki herkes de servise hücum edince serviste adım atacak, nefes alacak yer kalmadı.

Oysa ben hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Bu kalabalığı görünce çok tedirgin oldum, çünkü günlerden beri solunum cihazında yatan bir hastamız vardı. Şu sırada çocuğa bir şey olsa, insanları yarıp yanına bile gidemeyiz. Bende bu şans varken kesin tam da bu karmaşada çocuk can verir diye paniğe kapıldım. Eğlenceyi iptal etmeye karar verip, tiyatrocu arkadaşlara telefon açtım, ki telefon kulağımın dibinde çınladı. Meğer tam da o anda, onlar da kalabalığı yarıp yanıma ulaşmayı başarmışlar.

Üzerlerinde palyaço kıyafeti olmadığı halde, çalgıları ve kıyafet çantalarını görüp gelenlerin, beklenen tiyatrocular olduğu anlaşılmıştı. Kalabalıktan inanılmaz bir heyecan yükseldi.

Artık geri dönüş yoktu.

Mecburen gençlere kıyafetlerini değiştirecekleri odayı gösterdim. Bir tarafım da çok huzursuz, öyle ya solunum cihazındaki çocuğa o anda bir şey olmasa bile, ben o çocuğun ailesi olsam, benim çocuğum ölürken, serviste eğlence yaptılar diye ömür boyu unutamam.

Palyaçolarımız odadan çıkarken ellerimi kaldırıp, kalabalığı susturdum ve çok da bağırmadığım halde, servisin her yerinden duyulabilen bir sesle, servisimizde yatan çok ağır bir hastamız var, şimdi sizden izin istiyorum, sessizce bekleyin, çünkü önce o hastanın yanına gideceğiz, daha sonra odadan çıkıp sizin için eğlenceye devam edeceğiz dedim.

Kollarımı kaldırarak bu sözleri söyleyince, asasını kaldıran Musa Peygamberin denizi yarması gibi, kalabalık önümde yarıldı, bana ve arkamdan gelen palyaçolara bir kişinin geçebileceği kadar yol açtılar ve biz hastamızın odasına görkemli bir giriş yaptık. Cihazda yatan çocuk 10 yaş civarında şu anda hastalığını hatırlamadığım ama günlerdir, bilinci kapalı bir şekilde yatan hiçbir ümidimizin kalmadığı bir hastaydı. O anda yanında 20 yaş civarında olduğunu düşündüğüm ablası refakatçi kalıyordu. Palyaçolardan birinin elinde bir gitar, diğerinde de flüt vardı. Gençler, sanki günleri hastalar arasında geçiyormuş gibi, hiçbir tedirginlik göstermeden çok yumuşak ve güzel bir ezgi çalmaya başladılar.

Bu sırada inanılmaz bir şey oldu, günlerden beri hiçbir hayat belirtisi göstermeyen çocuk, müziği duyunca, soluk borusundaki boruyu sabit tutan bantların arasından açıkça görülecek şekilde gülümsemeye başladı. Çocuğun güldüğünü görünce ablası ağlamaya başladı. Servis sorumlu hemşire arkadaşımla ben de önce gizlice sonra artık açıktan açığa ağlamaya başladık.

Dışarıdaki kalabalıktan da bir sabırsızlık belirtisi gelmediği için, gençler yarım saat kadar bu çocuğun başında çaldılar.

Daha sonra dışarı çıktılar. Aman ki aman, sanki serviste en meşhur bir pop yıldızı konser veriyor. Meğer herkes ne kadar eğlence meraklısıymış, hastanedeki temizlik personeli, mahalleli kadınlar, çocuklarla birlikte okul şarkılarına eşlik ediyor, el çırpıyorlar. Bu coşkuyu gören tiyatrocular da coştukça coştu, istek almaya bile başladılar, türküler, şarkılar söylemeye başladılar. Millet ayağa kalkıp yer bulamadıkları için oldukları yerde horon bile tepmeye başladı. Ortalık yıkılıyor, resmen kıyamet kopuyor.

Biz, bir hemşire arkadaşla, solunum cihazındaki çocuğun odasında nöbet tutarken, çocuğun ablası da dışarı çıkıp coşkuya katıldı.

Eğlence saatler boyu sürdü. Sonunda nihayet palyaçolar gitti, herkes istemeden de olsa dağıldı. Bize gelince gözlerimiz kıpkırmızı, başımız ağrıyarak, şükür bitti diyerek ayrıldık.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra çocuğumuz vefat etti. Aradan bir ay filan geçmişti ki bir gün ablası beni ziyarete geldi. Elinde çocuğun palyaçolarla birlikte çekilmiş resimleri vardı. Kardeşimi son anda güldürdünüz diyerek, ağlayarak teşekkür etti. Onu düşündükçe hep o son gülüşünü hatırlayacakmış.

O gün iyi ki eğlenceyi o çocuğun yatağının başında başlatmışım.

Bundan sonra akıllandık, bu tür eğlenceleri amfide yapmaya başladık. Ancak bir daha ne bu kadar kalabalık toplandı, ne de bu kadar eğlenceli oldu.

BU ARALAR ENTEL TAKILIYORUM, BİR YANDAN DA TOPRAKLA UĞRAŞIYORUM, ENDEMİK ÇALILAR, ÇİÇEKLER BULUYORUM, YANİ ENTEL BİR KÖYLÜYÜM

Yıllar önce Trabzon’da yeni açılmış bir dükkanda çok hoş bir elbise denemiştim. Elbisenin eteği bir çok kumaşın yama işi birbirine dikilmesi ile yapılmıştı. Elbiseyi giyince de çok beğenmiştim, ancak eteği oluşturan kumaşların kalınlıkları birbirinden çok farklı olduğu için satın alma konusunda çok kararsız kalmıştım.

Tezgahtar kadın da yanılmıyorsam iş yerinin sahibi olan kişiydi, ilk günlerin hevesiyle bin bir çeşit dil dökerek illa bana bu elbiseyi satmaya çalışıyordu.

Benim tuhaf bir huyum vardır, bana ısrar edilmesinden hiç hoşlanmam, açlıktan midem ağırsa, oturduğum sofrada en sevdiğim yemek olsa, illa biraz daha al, bundan da ye illa ye diye ısrar edilse, iştahım kaçar, karnımı doyuramam.

Kadın bu huyumu nereden bilsin, o elbiseyi övmeye devam ettikçe benim elbiseden hevesim geçiyor. Tabii kadın da kararsızlığımı anladı ve son bir hamle daha yaparak, ağır bir Trabzon şivesiyle, eleri yaya yaya ‘ habı elbiselan var ya, aynı oldun entel’ dedi.

Madem ki sıra dışı bir elbise beni entelektüel yapmaya yetiyordu, ben kafamı gözümü şişire şişire, bunca okulu, kitabı boşa okumuşum. Derhal elbiseyi çıkarıp, dükkandan çıktım, bir daha da vitrinine bile bakmadım. Kadının densizlikleri devam etmiş olmalı ki, en çok 2 ay içinde dükkan kapandı.

Emekli olduktan sonra daha çok kitap okuyacağımı sanıyordum, ama yanılmışım, sosyal medyaya takıldım ve daha az okumaya başladım. Aslında yazmayı ve okumayı çok değerli bulurum. Öğrencilerim beni muhtemelen ‘söz uçar, yazı kalır’ sözümle hatırlıyordur. Zaten bu bloğu da sivil tarih bırakma amacıyla yazıyorum. Yazılarımı okuyan bir çok kişi benden kitap yazmamı istiyor, şimdilik öyle bir niyetim yok.

Ancak son günlerde hiç ummadığım kitaplarla karşılaştım.

Bu kitaplardan ilki ile geçen ay İstanbul’a gittiğimde, benim fakülteden arkadaşım Gülçin’de kalmıştım. Konuşurken annesi Leman teyzenin yıllar önce bir yemek kitabı yazmış olduğunu söyledi ve bana da bir kitap hediye etti. Leman Gökseyitoğlu, ‘Sivas Yemekleri ve Mutfağımda Pişirdiklerim’ isimli, 163 sayfalık bir yemek kitabı yazmış. İçerisinde yüzlerce yemek tarifi var, elbette ki bu tariflerden hiç birinde malzemelerin miktarları, pişirme süresi gibi şeyler yok. Bunun dışında muhteşem bir kitap, yukarıdaki eksikler nedeniyle sadece yemek yapmayı bilenler için kullanılabilecek çok güzel bir kitap. Leman teyzeyi bu gayretinden ve milli servet anlamına gelen yöresel yemekleri muhafaza etme isteğinden ötürü tebrik ediyorum. Kitabı bir hazine gibi saklayacağım.

Bu günlerde birkaç arkadaş bir araya gelerek bir kitap kulübü oluşturduk. On beş günde bir, herkesin okuduğu bir kitabı tartışıyoruz. Bu kulüpte de beyin cerrahı olan bir arkadaşımızın yazmış olduğu bir hikaye kitabı olduğunu öğrendim. Önümüzdeki toplantıda tartışmak için onun kitabını seçtik. Sadece bir kitap tartışmayacağız, içimizden birinin ruhuna kendi bakış açımızdan bir göz atacağız. Bakalım neler olacak?

Tabii bir de Mart ayına girdik, havalardan fırsat buldukça toprakla ilgilenmek zamanıdır. Geçen ay, zeytinlere ve meyve ağaçlarına ilaçlama, ağaç budama gibi işleri tamamladık.

Burada bir orman köyünde yaşadığımız için, hayalimde küçük çalı meyveleri ve orman açıklıklarında yetişen ve yaban hayvanlarının beslendiği orman meyvelerinden yetiştirme düşüncesi var.

Geçen zaman içerisinde Gelibolu yarımadasına, şehitliklere defalarca gittim. Aslen buralı olan Ali Çan isimli arkadaşım, mutlaka Fransız Mezarlığına gidin, görülmesi gereken bir yer diyerek beni uyarmıştı. Burası normalde herhangi bir turist gezisinde gidilemeyen, biraz sapa bir yer. Bir gün bu uyarıyı göze alarak, sadece Fransız mezarlığını ziyaret etmek için karşıya geçtik. İyi ki gitmişiz, bütün mezarlık ayı çileği denilen küçük kırmızı meyveleri olan, ağaççıklarla bezeli. Bu ağacın muhteşem bir şekli olduğunu, yaz kış yeşil kaldığını, biri küçük yapraklı, büyük meyveli, diğeri büyük yapraklı, küçük meyveli iki cinsi olduğunu görmüş olduk.  Burada bu kadar çok ağacı diktiklerine göre bakımı kolay olmalı ve endemik bir tür olmalı diye düşündük.

Bu farkındalıkla geri dönerken yol boyunca önceden çalılık diyerek kör gözlerle önünden geçtiğimiz ağaççıkların aslında bu orman meyvesi olduğunu fark ettik. Köye döndüğümüzde keşfettiğimiz meyvenin ve ağacın resimlerini köylülere gösterdiğimizde, bizim köyün ormanında da bu ağaççıktan bir sürü olduğunu öğrendik.

Sonuç olarak bizim köyün Hızır’ı bir gün ormandan bize köküyle birlikte birkaç çalı getirdi. Bu çalıları da bahçeye diktik, umarım ve sabırsızlıkla beklerim ki yerlerini beğensin ve bahçeye kök salsınlar. Bu güzel meyveli, her dem yeşil ağaççıkları çok sevdim.

Önümüzdeki günlerde iki yıllık olan ve artık biraz fazla yayılmış, aromatik bitkilerimi ve sarmaşıklarımı budayacak, yabani otlardan tohum atmasını istediğim bir kaçını bırakıp, diğerlerini kökten çıkaracağım.

Geçen hafta Ege otlarını tanıyan bir arkadaşı davet ettim ve bana bir sürü yenilebilen ot gösterdi. Bunların hepsini deneyeceğimi sanmıyorum, ancak yabani maruldan salata yaptım ve gayet başarılı oldu. Yabani marul ve pazının artmasını istediğim için onları korumayı düşünüyorum. Gelincikleri de muhafaza edeceğim.

Şimdiden badem ağaçları çiçeklenmeye başladı, yakında endemik çiçekler de ortaya çıkmaya başlar. Anemonlar çıkınca birkaç adet daha bahçeye getireceğim. Bu yıl asıl hedefim, zahter ve sarı kantaronu bahçeye taşıyabilmek, bakalım başarılı olabilecek miyim?

2020, MART, GÖĞE BAKAN KOCAKARI

Mart ayı geldi, eskiden kediler için özel bir ay sayılırdı, ancak kedilerin de biyoritmi şaştı, hiç biri Martı beklemiyor.

Ancak Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır sözü halen geçerlidir. Henüz Erbain (yani 50 günlük kışın ikinci dönemi, soğuk günler) günleri devam ediyor. Ancak bir yandan da 20 Mart Cuma günü gerçekleşecek olan bahar ekinoksu geliyor. Dolayısıyla 21 Mart günü resmen ilkbahar başlayacak. Aslında ilk baharın ayak sesleri, Şubatın son haftalarından itibaren düşmeye başlayan cemrelerle duyulmaya başlar. Altı Martta son cemre de düşecek, yani artık hava, toprak ve su ılınmaya başlayacak. Ancak herkes bilir ki cemre günlerinde geçici soğuklar olabilir. Bu günlere yakın zamanlarda soğuk hava, rüzgar, yağmur, hatta kar beklenmedik hava olayları değildir.

Martın 11’inde ise meşhur, 6 gün süren Berdelacuz ( kocakarı soğukları) fırtınası, 23 Martta 2 günlük tozkoparan fırtınası, 26 Martta çaylak fırtınası gibi kötü hava olayları bizi bekler.

Bu yıl Mart ayı Hicri takvime göre Recep ayının 6’ı ile başlıyor, 24 Martta da Şaban ayı başlayacak. Bu arada yeri gelmişken, Hicri takvime göre 1441 yılındayız.  Dokuz Mart dolunay, 24 Mart ise yeniay zamanıdır. Hicri takvim ay döngüsüne göre düzenlendiği için, yeniay zamanları Hicri aybaşlarına karşılık gelir.

Mart ayı artık tarla, bahçe zamanı başlar. Bizim gibi ufak ölçekli bahçelerde, uygun havada yabani ot mücadelesi yapılmalı, büyüyen yaban otları henüz tohum dökmeden, köküyle sökülmelidir. Fideler hazırlanmaya başlanır, hatta uygun bölgelerde ay sonunda dikim yapılabilir.

Bu ay ağaç fidanı ve çalı bitkileri dikmek için de uygun bir zamandır, eğer bu ay geçirilirse, sonbaharı beklemek gerekir. Sarmaşık, kokulu süs bitkilerinin budanması için de artık son haftalar. Ağaçları bu zamana kadar budamış olmak daha doğru olur. Ağaç altlarını kazarak havalandırmak için de son günler.

Yine toprağı zenginleştirecek gübreleme işlemi de bahçeye ekim yapılmadan evvel tamamlanmalıdır.

Yani bu ay yaza hazırlık ayı.

Show Buttons
Hide Buttons