Dayım Hasan Telatar ve yengem Ferzan Telatar, Hacettepe Üniversitesi henüz kurulmadan eğitim almaları için Amerika Birleşik Devletlerine gönderilen ve döndükten sonra da Üniversitenin çekirdek kadrosunu oluşturan ekiptendir.
Okuduğum üniversitenin resmi kuruluşu benim doğmamdan birkaç ay sonra olmasına karşılık, ben doğduğum zaman dayımlar Amerika’da eğitim almaktaymışlar. Eğer yanılmıyorsam orada 7 yıl kalmışlar. Dayım ülkenin ilk gasroenterologlarından, yengem de endokrincilerinden biridir ve her ikisinin de sonradan öğrencisi oldum.
Çocukluğumun ilk yıllarında, hayal meyal ‘dünyanın diğer ucundaki dayı’ temasını ve annemin uzaktaki dayıma mektuplar yazdığını hatırlıyorum. Hatta, fakültede okurken bu mektuplardan birini de dayımın Ankara/ Gazi Osman Paşadaki evinde bulup okumuştum. Bu mektupta annem, dayıma benim doğduğumu haber veriyor.
Dayımlarla ilgili gerçekten hatırladığım ilk anım; ben 5 yaşındaydım ve Pazar’daydık, dayım ve yengem Amerika’dan Türkiye’ye dönmüşler ve aile ziyaretine geleceklerdi. Evde gayet belirgin bir heyecan vardı, ben de genel heyecana ayak uydurmuş, hiç tanımadığım dayım geliyor diye ve evin önündeki beton üzerinde tek ayak üzerinde döne döne dans etmiştim.
Dayılar geldiğinde bana bir jüpon getirmişlerdi, o zaman Türkiye’de hiç olmayan ve aslında elbise altına giyilmesi gereken bu giysiyi, elbise gibi giyip elimde bir çiçekle poz vermişim. Pazar’daki evin üzerinde çekilmiş (o zaman evin üzerinde çatı yoktu, inşaata bir kat daha eklenmesi ihtimaliyle yer yer demirlerin yükseldiği, kenarlık olmayan, teras gibi bir düzlüktü) güneşten gözlerim kamaşmış bir resmim vardı. Bu resim şimdi nerede bilmiyorum.
Dayımla yengemin benimle hemen hemen yaşıt olan kızları Amerika’da daha bebekken vefat etmiş, sanırım Türkiye’ye döndükleri zaman yeniden bir çocuk sahibi olmak istemişler.
Dayımlar döndükten sonra, bu sefer mektuplar bitti, telefonla konuşma devri başladı. O zamanlar Ankara’yla konuşmak için önce santral aranır, şansın varsa birkaç saat içerisinde hatlar bağlanırdı. İşte bu konuşmalardan birinde yengemin hamile olduğunu öğrenen, annemin heyecanla çığlık attığını duymuştum. Bu haberle annem ne kadar mutlu olduysa artık, onun sevincini görüp, bunun çok güzel bir haber olduğunu anlamıştım. Gene bu kez de Trabzon’daki evin koridorunda tek ayak dansımı yapmıştım.
Emre’yi, Trabzon’a ilk getirdikleri zaman birkaç aylık bir bebekti. Yengemin elbisesi ile aynı kumaştan dikilmiş bir tutum giydiği için, annesinin kucağında uyuyan bebeği ilk anda seçememiştim.
Emre’yi o zamanın Türk adetine ters, ancak pediatrislerin önerdiği şekle göre yüzü koyun yatırıyorlardı. Sonuç olarak kafası çevredeki bütün bebeklerden farklıydı. Onu ilk gören herkes, önce kafasının şeklini fark ediyordu.
Daha o zamanlardan bu kafanın akıl dolu olduğu belliydi. Daha 7/8 aylıkken, arabasının sapına yapışır, Yıldızlıdaki evin geniş koridorlarında yürüme talimleri yapardı. İkinci gelişlerinde henüz 2 yaşına girmemişti, ama mükemmelen konuşmaya başlamıştı. Bir gün denizde kayıkları görmüş ve annesine ‘’Ferzan bak, iki tane minik kayık yüzüyor uzakta’’ demişti. Bu cümlesi öğretmen olan annemin çok dikkatini çekmiş ve bir hayli üzerinde durmuştu. Şimdi bir çocuk hekimi olarak o yaşta bir çocuğun 30/40 kelime bilip, 2 kelimelik cümleler kurmasının yeterli olduğunu biliyorum.
Konuşmaya başladığı andan itibaren de her şeyi merak edip sorgulamaya başladı. Ama öyle her çocuk gibi bu ne diye sormazdı, cevap verebilmenin oldukça zor olduğu sorulardı. Birkaç yıl sonra artık kimse sorularına cevap veremez olmuştu.
Emre’nin çocukluğunun en bilinen özelliklerinden biri de iştahsızlığıydı. Bizim kültürde çocuk bakmanın birinci kuralı karnını doyurmak olduğundan, ona yemek yedirmek bütün bir günü alan bir uğraş hali alırdı. Zavallı çocuğun, sabah kahvaltısı öğlen yemeğine, öğlen yemeği ise akşam yemeğine kadar sürer, ona yemek yedirmekle görevli biri elinde çatalla peşinde koştururken, o ağzındaki lokmayı alt dudağının içinde biriktirip, gün boyu pelikan kuşu gibi dolanırdı.
Beş kız kardeşin arasında tek erkek kardeş olan dayımın tek çocuğu olarak, halalarının paşasıydı. Mukaddes Halası (MUKE) Emre’ye bakmak için yıllarca Ankara’da kaldı. Birkaç yıl sonra, Emre’nin, ‘arabalar fren yapınca hemen duruyor da trenler fren yapınca neden hemen durmuyor, bir dalgıç denizin altındayken, deniz suyu içeri dolmadan, denizaltına nasıl girebilir, her hafta aynı günler tekrar tekrar nasıl oluyor’ gibi sorularından yılıp, ‘bu çocuk beni sersem etti’ diyerek, artık Ankara’ya gitmedi.
Emre’nin, 5 tane gerçek halası var, Pazar’daki akraba kadınların hepsini da hala diye tanıtıyorlar. Annemin hastalığı sırasında sık sık Ankara’ya gider ve dayımlarda kalırdı. Bir gün Emre ağlayarak ‘hala’ diye seslenmiş, annem ‘efendim’ diye cevap verince, Emre, Mukaddes Teyzemi kast ederek ‘ben esas halamı istiyorum’ demiş. O hala bolluğunda çocuğun kimlerin gerçek halası olduğunu öğrenmesi zaman almış demek ki.
O sıralar bir çizgili çocuk hikayesinde uçan fil ‘Dumbo’ ile, filin fare arkadaşı ‘Timoti’ vardı. Emre, Dumbo, annem de Timotiydi. Timoti, Dumbonun burnunda seyahat ettiği için, kitabı okurken, annem Emre’nin burnuna parmaklarını koyardı, böylece filin burnundaki fare olurdu. Emre hala annemden söz ederken ‘favori halam’ der. Oysa o zamanlar anneme timoti hala, Mukaddes teyzeme de asker hala derdi.
Dayım, çocukken Emre’yi kurt ile korkutmuş. Kurt onun için çok önemliydi. Kurt sözü ederken bile gözleri açılır, dudakları büzülür, ağzını doldura doldura ‘kurt’ derdi. Birkaç kurt korkusu hikayesi de aile arasında epeyce konuşulur.
Annemin ameliyat olması gereken zamanlardan birinde, birkaç teyzem ve hatta annemin teyzesi de, hep birlikte dayımın evindeymişler. Benim en büyük teyzem bayağı horlardı, annemin teyzesi ise ondan da beter horlardı. Üstelik ikisi de bir yükselip, bir alçaltarak, arada melodi değiştirerek, ancak tamamen farklı, bir birinden net olarak ayırt edilebilen ezgilerle horlarlardı. Gece evde artık nasıl bir gürültü kopardılarsa, Emre sessizce annemin yatağına gitmiş ve korku içerisinde ‘hala evde kurt mu var?’ diye sormuş.
Bir seferinde ben de Ankara’dayım, dayım o zamanlar Gima olan binanın önünde park etti. İçeriye sadece birkaç dakikalığına gireceği için Emre’yle beni arabada bıraktı. Giderken de kapıyı sakın kimseye açmayın diye tembih etti. Biz tuhaf bir yerde park etmiş olduğumuz için, biraz sonra bir adam geldi ve bize arabayı ileri almak istediğini söyledi. Ben de daha çocuğum, Emre iyice ufak, korkudan benim yanıma büzüldü, ben de bayağı korktum, ama bir dolu şey söyleyerek adamı püskürttüm. Adam gitti, ama bu arada biz de oturduğumuz yerde macera yaşamış olduk.
Biraz sonra dayım geldi, arabaya biner binmez, heyecanla az önce bir adam geldi cama vurdu, bize kapıyı açın dedi ama açmadık diye anlatmaya başladım. Emre hemen araya girdi ve ‘halbuki kurt’ diyerek beni düzeltti. Adamdan nasıl korktuysa artık, bu kadar korkunç birisi adam olamaz, olsa olsa kurttur diye düşünmüş demek ki.
Şimdi o çocuk büyüdü, kafasının şeklinin hakkını verdi. Girdiği bütün matematik yarışmalarına, üniversite sınavında derece aldı, OTDÜ’yü birincilikle bitirdi, MIT üniversitesinde doktora yaptı. Şimdi Lozan Üniverstesinde profesör.
Birkaç ayda bir benim yazılarımı toplu olarak okuyor. Hafızası da annesi gibi bir hayli kuvvetli olduğunda özellikle aile tarihi hakkında yazdığım yazılarda beni bir hayli düzeltiyor. Geçen gün, Mualla teyzemle ilgili yazım üzerine bana telefon açtı.
Yazıda Laz Yaşar diye tanıttığım adamın lakabı aslında Tarzan Yaşar imiş. Emre, adamla tanışmış, onu Baba filmindeki bir karaktere benzetiyormuş, o gemi kaçırma hikayesinin gazete haberlerini bile buldu.
Bir diğer konu ise teyzemin yazıda belirttiğim gibi ağır ceza değil asliye hakimi olduğunu söyledi. Aslında benim aklımda ağır ceza diye kalmasının da geçerli bir nedeni varmış, onu da kendi anılarıyla bezeyerek anlattı.
Dedim ya Emre halalarına göre paşaların paşası.
Emre sanırım lise yıllarındayken, bir ara hukuka merak sarmış, Mualla teyzem de onu bir yaz boyunca mahkemeye götürmüş.
Mualla teyzem asliye ceza hakimi olduğu halde, ağır ceza davaları 3 hakimden meydana gelen bir kurul tarafından görülürmüş, teyzem de Rize’nin en kıdemli hakimi olarak, o kurulda görev alırmış. Ben bu nedenle onu ağır ceza hakimi sanıyormuşum.
Bütün bir yaz boyunca Emre, Rize’de görülen bütün ağır ceza mahkemelerine girmiş. Teyzem Emre’nin seyirciler arasında oturmasına rıza göstermediği için, savcı bey, Emre’ye bir savcı cüppesi giydirir ve sen benim asistanımsın diyerek, savcının oturması gereken yerde oturturmuş. Bizimki de işi ciddiye alır, bu davada kim hangi kanunun, hani maddesine göre hangi cezayı alması gerekir, ağırlaştırıcı ve hafifletici sebepler var mıdır, varsa nelerdir. Kanunları ciddi ciddi okur ve hatta savcı ile tartışırmış.
Bütün bir yaz boyunca, savcının bu ukala çocuğa katlanması da, bir Allah kulunun çıkıp, bu çocuğun burada ne işi var diye sormamış olması da çok ilginç. Emre ne yazık ki bu toleranslı savcının ismini hatırlayamadı.
İşte böyle bir halalarının paşası çocuktu. Son yıllarda biz teyzemin, o annesinin hastalığıyla pek yorulmuştuk. Geçen yıl bizim evde birkaç gün kaldıktan sonra bana yazdığı teşekkür notunda uzun zamandan beri kendimi böyle paşa gibi hissetmemiştim diye yazmıştı. Demek ki bizim de paşamızmış.
Eskiden Profesorler hastanede, ozel ucret almadan, hastalara bakarlardi. Iste o yillarda Hasan Telatar Hoca beni Hacettepe’de muayene etmisti. Huzur veren sevkatli kisiligi ile beni cok etkilemisti. Cok kiymetli bir bilim adami, efendi bir insandi. Eminim mekani cennet olmustur.