Geçtiğimiz yıllar içerisinde Amerika Birleşik Devletlerinde ciddi bir ‘kıyamete hazırlanma’ akımı başladı. Bir çok kişi ve aile, insanlığın sonunun geleceği günlerin yakın olduğunu düşünüp, bu son günlerde, hayatta kalmak ve kendi kolonisini yaşatmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Bazıları sadece kendi çekirdek ailesini kurtarma peşindeyken, diğerleri daha geniş bir sosyal ağ kuruyor. Bir şekilde kötü günler geçince, daha az kalabalık bir dünyada yaşama devam etmeyi düşünüyorlar.
Bu insanlardan bazısı, dünyada bir çevre felaketinin olacağını, suyun biteceğini, atom bombası atılacağını, biyolojik savaş çıkacağını, uzaylıların dünyayı istila edeceğini ya da daha gerçekçi olarak kalabalıktan artık yetişmeyen kaynakları paylaşamayan, yeryüzü halklarının başlatacağı bir savaşın, bütün toplum kurallarını alt üst edeceğini düşünüyor.
Kıyamete hazırlanma konusunda talep olunca arzı karşılamak için bu konunun ticareti de kuruldu, milyonlarca dolar harcandı bile. Hatta isterseniz yaptığınız hazırlıkların yeterliliğini onaylatabileceğiniz bilirkişi kurulları bile oluştu. Gelip hazırlıklarınıza bakıp, zayıflıklarınızı bildiriyorlar, siz de onları tamamlayıp yeniden kontrol ettiriyorsunuz. İş ciddi yani.
Genel olarak hazırlıklar, oldukça izole bir yerde toprak sahibi olmak, ya da şehirde bir sığınak bulup, yaşayacağınız güvenli bir mekanın oluşturulması ile başlıyor. Daha sonra bu mekana yıllarca yetecek dayanıklı yiyecek ve sarf malzemeleri yığınağı yapıyorsunuz. Biraz doğa bilinciniz varsa sürdürülebilir bir enerji ve besin kaynağı için gereken düzenlemeleri yapıyorsunuz. Bu kaleme güvenli su kaynağı bulmak, güneş ya da rüzgardan elektrik elde etmek, kümes hayvanı bakmak, avlanma, çiftçilik yapmak gibi şeyler dahil. Bir çok aile gerçekten izole alanlarda, sürdürülebilir çiftliklerini kurdu bile.
Bir başka kalem de bazen sadece onun içerisinde yaşayabileceğiniz, ya da felaket olduğunda acilen ana kampınıza gideceğiniz, ya da koloniden başkalarıyla buluşacağınız ya da avlanacağınız bir araca sahip olmak. Sırf araç modifiye etmek için binlerce dolar harcıyorlar.
Son olarak da güvenlik önemli elbette diyerek, resmen silah ve mühimmat yığıyorlar, kendileri ve iş birliği yapacaklarını düşündükleri koloniden kişilere hem silah kullanmayı, hem de bedenleriyle savaş tekniklerini öğreniyorlar.
Şu günlerde dünya genelinde, hiç de dünya dışı olmayan gerçek bir istila var ve gerçekten de olabildiğince izole yaşamamız gerekiyor, üstelik bu durumun ne kadar süreceği de bu günden belli değil. Bu hazırlıklar o kadar da mantıksız değilmiş gibi görünmeye başladı gözüme, ancak çok merak ediyorum acaba o ağır silahlarla ve dövüş sanatlarıyla virusla nasıl savaşacaklar?
İnsanlar, ülkeler birbirleriyle savaşma fikrine o kadar yatkın ki, bu yetmiyor gibi, dünya dışı yaratıkların gelmesini ve onlarla da savaşmayı ciddi ciddi bekliyor. Oysa viral salgınlar son derece gerçektir. Viruslar aşağı yukarı, her 100 yılda bir büyük, 50 yılda bir daha ufak, 10 yılda bir daha da ufak mutasyon geçirerek salgın yaparlar. Yüzyılda bir olan büyük mutasyon, geçen yüzyılda ‘İspanyol Gribi’ olarak bilinen pandemi (dünya salgını)yi meydan getirdi. O zaman dünya bir de I. Dünya savaşıyla perişan haldeydi. Bu savaşı bitiren önemli sebeplerden biri de gribin 50 milyon olarak tahmin edilen oldukça genç bir nüfusu yok etmesiydi. Yani savaşacak genç kalmamıştı. O pandemi 3 yıl kadar sürdü, eğer savaş olmasaydı, belki daha lokal kalması mümkündü. Ne de olsa o zamanlar hayat şartları çok farklıydı. Normalde insanlar lokal üretim yapıp, kendi yaşadıkları yerden pek de uzaklaşmadan yaşıyorlardı. Eğer savaş olmasaydı, bu kadar büyük bir nüfusun dünyanın orasından burasına gitmesine gerek yoktu. Yine de pandeminin bu kadar uzun süreye yayılmış olmasının sebebi, savaş koşullarında bile bu günkü kadar insan hareketinin olmaması diye düşünüyorum. Çünkü o salgında da virüs damlacık yoluyla bulaşan bir virüstü.
Bu günkü pandeminin bu kadar kısa sürede bu kadar yayılmasının sebebi ise bugün dünyanın nerdeyse bir köy kadar organik bağlarla birbirine bağlı olması de dünya nüfusunun yarıdan fazlasının artık kalabalık şehirlerde deyim yerindeyse yığınlar halinde yaşaması.
Sosyal izolasyon ise bulaş hızının azaltılabildiği çok açık. Ülkelerin yapmak istedikleri, salgının bir anda patlayıp, bir çok ülke örneğinde olduğu gibi, sağlık sistemlerini çökertmemesi. Yani insanların azar azar hastalanıp, salgının daha uzun süreye yayılması gerekiyor.
Akla, insanın bugün değil de 4 ay sonra hastalanmasının kişiye ne faydası var diye soru gelebilir. Hatta bir çok kişinin bağışıklık kazanmak adına bir an önce geçirmek gibi bir düşüncesi bile var.
Oysa gerçek farklı; her şeyden evvel solunum cihazına ihtiyaç duyan hasta sayısının, solunum cihazından fazla olmaması lazım. Bu uç bir örnektir. Çünkü mesele sadece cihaz değil, test kitlerinin, laboratuvarların, maske vs sarf malzemelerinin, servislerin, ilaçların ve personelin de sınırının aşılmaması lazım. Filyasyon çalışmalarının yapılabilmesi ve karantina gereksinimlerinin yapılabilmesi lazım.
Sağlık çalışanlarının en büyük risk altında olduklarını net olarak biliyoruz. Onlara bulaşı azaltabilmek için hasta sayısının başlarından aşmaması gerekiyor.
Ayrıca aradan zaman geçtikçe virusun kuvvetini kaybetmesi, aşının, ilacın bulunması gibi olasılıklar da var.
Açıkçası benim kendimi eve kapatmamda en büyük etken, şu anda toplumun geneli için kendi hayatlarını riske atan sağlık çalışanlarının, yani bu biyolojik savaşta cephede olan insanların yüklerini artırmama sorumluluğudur. Öyle sokaklarda gezip de sen neden evinde oturmuyorsun diye sorana sana ne bu benim hayatım demekle olmaz. Sen kendin hastalanmayacaksın ki başkalarını da hasta etme.
Son yıllarda bir başka eğilim de insanların özellikle emeklilik çağlarını daha az kalabalıkta, köylerde ya da en azından daha ufak kasabalarda geçirme isteğidir. Bazı insanlar hiç duygusal hazırlık yapmadan anlık bir kararla çok ıssız yerlere yerleşip, en çok 2 yıl içerisinde pişman olup geri dönüyor. Bizim de içinde olduğumuz bir başka gurup ise, alışık oldukları kent yaşamını da hayatlarında tutarak, banliyölerde yaşamayı tercih ediyor, bu durumda sosyal ihtiyaçlarına da kolayca ulaşabildiği için yeni hayata gayet güzel adapte oluyor.
Bir de benim sınıf arkadaşlarımdan birinden örnek vereceğim, resmen Robinson hayatı yaşayıp da mutlu olanlar da var.
Çanakkale, emeklilerin tercih sebebi olacak kentlerden biri, benim tanıdığım pek çok kişi emeklilikte buraya yerleşti, en azından yılın birkaç ayında da olsa burada yaşıyor.
Bu arkadaşlarımdan Bozkurt ise diğerlerinden ayrılıyor. Çünkü o bir kıyı kasabasına yerleşti, ancak bu kasabaya da arabayla en az yarım saat, en yakın köye 5 km mesafede oldukça ıssız bir kıyıda, bir kulübede yaşıyor. Burada yazın 3,5 kişi olsa da, kışın tamamen insansız bir bölge. Dün acaba nasıldır diye telefon açtım, kasabaya inişini iyice sınırlamış, evde ne yaptığını sordum kulübesinin içini seraya çevirmiş, fide hazırlıyormuş, odun kesiyormuş, köpeklerine bakıyormuş, günün nasıl geçtiğini bilmiyormuş da geç saatlerde biraz sıkılıyormuş. Yani sosyal izolasyonu tam olarak yapabiliyor.
Bize gelince, biz de köyde, sosyal izolasyon konusunda oldukça rahatız, çünkü havalar da toprakla uğraşmaya pek müsait değil, bizim köyde herkes sosyal mesafeyi koruyor, dün köyün içinde yürüyüş yaptık, kediler bile ortalıkta değil, mamalarının başında sakince yiyorlar. Geçen yıl kar altında mahsur kaldığımız zaman bile böyle ıssızlık, böyle araç eksikliği yoktu. Şehirde yaşayan ve bu dönemde hava almak seçeneği balkonda oturmak olan kişilere göre çok daha az kolostrofobik bir artamdayız.
Kim bilir belki de yeniden köylere dönmek lazım.