Oldum olası, zamana karşı garip bir merakım ve farkındalığım vardır.
Günün her anında saate bakmadan da üç aşağı, beş yukarı saati tahmin edebilirim. Sabah gözümü açtığımda saatin kaç olduğunu bilirim. Sadece güneş takvimini takip etmem, ay döngülerinin de istemesem bile farkında olurum. Dolunay günlerinde gözüme uyku girmez mesela.
İnsanoğlunun zaman ölçüm birimleri ilgimi çeker. Her konuda onluk sayı sistemini kullanırken neden zaman birimleri bu kurala uymaz, neden haftada 7 gün vardır, neden yıl 12 aya bölünmüştür, neden hiçbir doğa olayı ile örtüşmeyen bir gün yılın başı kabul edilmiştir gibi soruların yanıtlarını araştırır, bulurum. Okuduklarım çok merakımı daha da uyandırır.
(Zamanın ne hızla geçtiğine dair matematiksel ölçütler kadar, kuantum fiziksel ve felsefi boyutunu da düşünürüm. Zaman ne zaman başladı, sonlu mu sonsuz mu, doğrusal bir şekilde mi geçiyor, yoksa her şey bir anda mı oluyor, evrenini her noktasında aynı hızda mı geçiyor, evren genişledikçe hızlanıyor mu, nedir, ne değildir sorularını da öğrenmeye gayret ederim. Elbette bu konular hakkında aklımın alabildiğini pek iddia edemiyorum, ancak bir kitap okuduğum ya da bilen birini dinlediğim zaman resmen büyülenirim. Bu mesele gündelik hayatta konu dışı, ancak bu inziva günlerinde merak edenler için muhteşem bir araştırma konusudur.)
Zamanın bir de ruhsal/duygusal bir boyutu vardır ki, bununla da fazlasıyla ilgiliyim. Bazen bir dakika bir saat gibi geçer de, saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamazsınız bile.
Zaman karşı ilgim sadece akademik boyutta değil, örneği bütün hayatım boyunca, günlük hayatımı düzene sokmak için kişisel ‘zaman yönetimi’ yaptım, zaten kafamda bu tür şablonlar olmasa, hiçbir işimi bitiremezdim.
Gündelik hayatımda, kafamda bir ölçülebilir olan ‘dışsal zaman’ var (seneler, aylar, haftalar, saatler, dakikalar). Bir de zamanın, kendi içinden geçme süresi var, zamanın hissedilen geçme hızına da ‘içsel zaman’ diyorum.
Örneklendirecek olursak;
Bir şey yetiştirirken dört nala koşan zaman, bir şey beklerken kaplumbağa hızıyla geçer. Oysa kolunuzdaki saate bakarsınız, dışınızdan geçen zaman, içinizden geçenden çok farklıdır.
Zamanın ‘dışından’ geçme hızı ölçülebilir, matematikseldir, profesyonel anlamda işleri yaparken saate önem vermek, planlama gerektirir ve başarı getirir. ‘İçinden’ geçen zaman ölçüye gelmez, ancak kaliteli geçirdiğin zaman mutluluk ve sosyal başarı getirir.
Bir cerrah olduğunuzu ve bir saat sürecek bir ameliyat yaptığınızı düşünün. Bu durumda, zamana profesyonel anlamda önem verirsiniz, her bir saniyeyi maksimum dikkatle ve teker teker geçirirsiniz. Büyük olasılıkla da bir saatin sonunda bir sorun çıkmadan çabucak bitti diye düşünürsünüz.
Şimdi bir de o ameliyat olan hastanın, ameliyathaneden çıkmasını bekleyen kişi olduğunuzu düşünün. O kapıda beklerken, o bir saniye maksimum dikkat içerisinde değil ama, maksimum kaygı ve beklenti içindesiniz. Bu bir saat, nasıl da uzadı da uzadı değil mi?
Bugüne kadar, çalışma arkadaşlarım tarafından da kolayca fark edilebilen oldukça iyi bir ‘dışsal zaman yönetimi’ kavramım vardı. Bu sayede her sınava girerken hazırlıklarımı tamamlamış olurdum, işlerim ne kadar çok olursa olsun, günün sonunda yapmayı düşündüğüm çoğu şeyi bitirmeyi başarırdım. Bitiremediklerim de çoğu zaman ya başkalarına bağımlı olan, ya da zamana yayılması gereken işler olurdu.
Ben listeler yapıp ve yaptığı işlerin üzerini çizenlerdenim. Her zaman masamın üzerindeki takvimde, saatimde, gözümün önünde yapılacak işler listeler vardır. Emekli olduktan sonra günün saatlerini bu denli kılı kırk yararak ayarlamadım, ama gene de yapılacak günlük işler listesi kullanmaya devam ettim.
Neredeyse 5 yıllık emekliyim, sabahları öğlene kadar uyumak ya da sabahlara kadar oturmak, evde yatak kıyafetleriyle dolaşmak gibi alışkanlıklar geliştirmedim. Günümü ve haftamı gene yapılacak işler listelerimle geçiriyorum. Böylece günleri, saatleri karıştırmıyor, yapılması gereken işlerin zamanını aksatmıyorum.
Ancak böyle bir ruhsal disipline sahip olan biri olarak, her zaman bir süreliğine inzivaya çekilip, düşüncelerimi gündelik hayattan koparmak ihtiyacı hissetmişimdir. Hatta yıllar önce bir arkadaşıma takılıp, bir gurubun küçük bir sahil kasabasında yapacakları inziva hafta sonuna katılmıştım.
Oraya giderken toplu taşıma kullanılmamıştı, gurupta arabası olan birkaç kişi arabasına bizleri almış ve motele öylece gitmiştik. Arkadaşım ve ben de dediğim dedik yaşlı bir adamın arabasıyla gittik. O zamanlar daha yeni doçent olmuştum, altımda da yeni kimse yoktu, işim kaldırabileceğimden çok daha ağırdı. Ne gecem ne gündüzüm vardı.
Giderken yolda adam bize bu inzivadan ne beklediğimizi sordu, ben de telefonum kapalı olduğundan (hastanedekiler de bu durumu biliyordu) bir hafta sonu, kimse beni bölmeden kesintisiz uyumak, kafamı dinlemek istiyorum diye cevap verdim. Bu cevabım adamı o kadar kızdırdı ki anlatamam, insan gününü kendi planlarmış, kendine zaman ayıramayan beceriksizmiş, bana saymadığını bırakmadı.
Ancak o inzivada, tanışma sırasında meslekler de söylendi, benim doktor olduğum duyulunca, her bir katılımcı bana derdini anlattı, sorular sordu, nefes bile aldırmadı. Sadece bir ara arkadaşımla kaçıp sahilde biraz yürüyelim dedik, arkamızdan koşarak geldiler, beni geri çağırdılar. Baktım motel sahibi histerik kriz geçiriyor, burnuna kolonya sürüp ayılttım. Uzun sözün kısası o hafta sonunda güya telefonlar kapalı tutulacaktı, hiçbir dışsal uyarı almayacaktık, katılımcılar benim canıma okudular. Giderken bana bir sürü saydıran aksi ihtiyar, dönerken ‘kusura bakma, sen gerçekten dağın başına gidip inziva yapmalısın’ dedi.
Uzun sözün kısası, inziva yapmaya uygun bir hayat yaşayamadım, ama yapabilmeyi isterdim. Şöyle gerçekten her şeyden ve herkesten uzakta bir hafta geçirmek ne güzel olurdu. Tabii ki olmadı.
Fakat işte bu güne gelindi, pandemi oldu, zorunlu olarak evlerimize kapandık. Şu inziva (ben karantina demiyorum) günlerinde, hayatımda ilk kez saatleri olmasa da günleri birbirine karıştırdım, çünkü artık zaman ölçütüm, dışımdan geçen zaman değil.
Evde otururken (ne kadar inziva dedikse de gerçekçi olmak lazım) acaba hastalık kapar mıyım diye kaygılanırken, ben şöyle güzelce tefekküre dalayım, varoluşsal meselelerimi düşüneyim, fenafillah olayım demek de pek mümkün değil.
Bu günlerde en önemli, evde zaman geçirirken, içinden geçen zamanı nasıl olur da kısaltırım, yani ne yaparsam daha kaliteli zaman geçiririm sorusuna yanıt bulmak. Bu sorunun cevabı herkese göre farklıdır. Ama çok rica ediyorum, daha az yiyip, daha fazla hareket yapmanın bir yolunu bulun.