Ne yıldı ama
diye hatırlayacağımız bir yıl geçiriyoruz.
Bu sene
neredeyse her gün alışıldık, alışılmadık bir doğal afet haberi aldık. Orman
yangınları mı çıkmadı, çekirgeler mi basmadı, çığlar mı düşmedi, depremler mi
olmadı, meteorlar mı düşmedi, pandemiler mi çıkmadı. Savaşlar devam ediyor,
uçaklar düşüyor, dünyanın çeşitli yerlerinde yanardağlar patlıyor, artık
seller, mayıs ayında bahur sıcakları, ardından ceviz büyüklüğünde dolular. Daha aklıma gelen gelmeyen neler, neler. Üstelik
daha yarısına bile gelmedik, şimdi de mini buzul çapının başlayacağı
konuşulmaya başladı.
Aylardır,
insansız ev sahalarında yaşıyoruz. Bu inziva süreci bolca düşünmeye, yeni
ilhamlar edinmeye, kalıplaşmış düşünceleri fark etmeye fırsat yarattı.
Daha önce
farkında olmadığım bir ‘şaşırma ölçeğim’
varmış, bu ölçeği artık yeniden ayarlamam gerekiyor.
Beni
şaşırtan her olay için ‘bu yaşıma geldim,
her şeyi gördüm, artık beni herhangi bir şey kolayca şaşırtmaz dediğim
anda, bunu da duydum ya bir yaşıma daha girdim diyeceğim bir şey oluyor’
derdim.
Hekimlik
insanı şaşırtıcı olaylara şahit eder; bir gün hastanızın annesi kendi kızının
nişanlısı ile kaçar, bir gün aynı
bebekte tam 3 ayrı genetik hastalık teşhis edersin, başka bir gün yanına yürüyerek getirilen
çocuk, gözünün önünde birkaç dakika
içinde komaya girer, bir başka gün servisinize silahlı bir adam dalıp,
çocuğunun yanında kalan eşini vurmaya kalkar.
Yani sık sık
bir yaşıma daha girdim dedirtecek bir şeyler olur.
Ama bu yıl
işte bu ‘bir yaşıma daha girdim’ ölçeğim değişti. Geçen hafta, bir gece, gök yüzünde, neredeyse
bütün Doğu ve Kuzeydoğu illerimizde gözlenen, bir parlama yaşandı. Bir çok kişi bu olayı videoya çekti. Bunun bir
meteor olduğu ve muhtemelen Artvin önlerine Karadeniz’e düştüğü anlaşıldı.
Normal zamanda olsa günlerce haberlere çıkardı, ben de şahsen göksel olaylara
çok ilgiliyim, merak eder, araştırırdım. Bu yıl herkes benim gibi şaşırma
katsayısı yükseltmiş olmalı ki, aman canım meteormuş, bu yıl düşmese hatırım
kalırdı dedi, meteor arada kaynadı gitti.
Kendimde ve
benim gibi pozitif bilim eğitimi almış bir çok arkadaşımda gözlediğim bir başka
eğilim ise hepimizin sadık bir şekilde astrolojik yorumları takip etmeye
başlaması.
Açık
konuşmam gerekirse eskiden astrolojiye hiç inanmazdım, ancak son yıllarda
etrafımda inanan çok kişi birikti, söyledikleri zamanla aklıma yatmaya başladı.
Emekli olduğumda nasılsa bolca da zamanım var diyerek bu konuda online temel
eğitim bile aldım.
Konu ile
ilgilendikçe ay döngüsünün üzerimde yarattığı etkiyi açıkça fark etmiştim
(mesela dolunay zamanları uykum kaçar). Gene de bu yıl, astrologlar neredeyse
bütün olacakları en beklenmedik haliyle tahmin edene kadar göksel olayların,
günlük yaşantımız üzerinde bu denli
büyük etkisi olduğuna pek de inanamamıştım.
Şimdi ise, ay düğümleri hangi
burçlarda, tutulma ne zaman, hangi derecede, hangi gezegenler geri harekette,
hangileri durağan, hangi gezegen, hangisiyle ne açı yapıyor, bu kalıplar neye
işaret eder, hepsini yakından
takipteyim.
Bazı
konularda düşüncelerim daha da berraklaştı.
İnsanların, ayaklarını toprağa basabilecekleri, küçük ölçekli yerleşim
yerlerinde yaşaması, insan ruhuna çok daha uygun. Bir metropolde uzun dönem
yaşamayı zaten hiç düşünmemiştim, ne kadar yerinde bir düşünce şeklim varmış,
iyice inandım.
Bir başka
iyice pekişen düşüncem ise yönetimler, güç odaklı değil, insan odaklı olmalıdır.
Bu kısa ömrümde Sovyetler Birliğinin
yıkıldığını gördüm, bir yandan uzaya füze gönderiyorlar, nükleer bomba
yapıyorlardı, diğer yandan insanlar açtı. Bu salgında Amerika Birleşik
Devletlerinin iç yüzünü de gördük, dünyaya demokrasi getiriyoruz diye her yere
bomba yağdırıyorlar. Salgında hastane koridorları ceset torbalarıyla doldu
taştı. Çünkü onların gerçeği de parası yoksa sağlık hizmeti de alamayan, doğru
beslenemeyen, barınamayan, her türlü riske açık yaşayan milyonlar.
Bu inziva sürecinde,
ABD’de, siyahi bir adamı, diziyle ezerek öldüren bir polis, bir anda bütün
dünyada ırkçılık konusunda farkındalığı artırdı. Irkçılık, kendi etnik aidiyetini yüceltmek adına, diğer
etnik gurupları aşağı görmekle ilgili bir şey. Böylece kendi gurubun dışındaki insanlara
yaptığın her zorbalık, kendince haklı oluyor. Hak gasp etmek, işkence etmek,
öldürmek normalleşiyor, hatta idealize ediliyor. Yani ırkçılık bir çeşit akıl
tutulması ve ruh hastalığıdır. Üstelik bu hastalığa yakalandığını anlamıyorsun
bile.
Kendi
hayatımdan örnek verecek olursam, ben de sık sık ırkçı zorbalığa maruz kalırım,
ancak bu süreçte, bu zorbalığa karşı oldukça sessiz kaldığımı fark ettim.
Bizim sınıf
her sene bir araya geliriz. Her toplantıda, ilk kez buluşmada arkadaşlarımdan en az 7/8’i,
beni ‘’’uyyyy laz kizuu, nasilsun bakayiimm’’’ diyerek, sözüm ona esprili,
aslında açık bir şekilde alaycı ve küçümseyici bir şekilde selamlar. İlk anda bu vurguyu yapmayı unutmuş olan 3/5 kişi de mesela ikinci cümlesinde ya şivemle
dalga geçer ya da ‘artık saat on ikiyi
geçti, artık aklın ermez’ der. Birlikte olduğumuz birkaç gün içerisinde, başka
8/ 10 kişi daha, seni görünce aklıma geldi deyip, aptallık vurgulayan bir Laz (!) fıkrası anlatır.
Hatta en son
buluşmalarımızdan birinde arkadaşlardan biri, yemek masasında, elini bana doğru sallayarak ‘bu Laz lan, ben bunun yerinde olsam, kafamı
kesip atardım’ diye haykırarak, kahkahalar attı. Ben bu durumdan rahatsız olduğumu söylediğim
zaman ise arkadaşlarımdan ‘aman bunda alınacak ne var’ gibi bir tepki aldım. Oysa
gurubumuz oldukça hassastır, en ufak bir kırıcı söz söylense hemen uyarılar
gelir.
Benimle dalga
geçenlere sorsam, adım kadar eminim ki, ırkçılığa
karşıdırlar. Irkçılığa karşı olduğuna gönülden inanır, ama, her gördüğünde de Laz olduğum için benimle dalga geçer,
bunun da ırkçılık olduğunu idrak etmez.
Şimdi bu
farkındalıkla bir karar verdim. Bundan sonra artık cılız bir itiraz yok, açıkça,
‘bana bu şekilde davranmaktan sizi men ediyorum, bu yaptığınız ırkçılıktır,
ırkçılık bir ruh hastalığı olarak tanımlanır ve insanlığa karşı işlenen en
büyük ayıplardan biridir’ diyeceğim.