Korona günlerinde bir çok kişi gibi ben de uykusuzluğun dibine vurdum. Zaten uyku düzenim mesleki deformasyon diyebileceğim şekilde çok bozuktur, son birkaç aydan beri iyice tuhaflaştı. Artık uykum bana ait değil, ya beni aldatıyor, başkalarına kaçtı, ya da artık bana hiç sevgisi kalmadı, kendi otonom iradesine göre şöyle bir uğrayıp kaçıyor. Ve bu işleyiş bedenimin ihtiyaçları ile örtüşmüyor.
Bari bu vefasızla ilgili birkaç anımı sıra gözetmeksizin yazayım. Çünkü uyku düzensizliğinin modern hayatın getirdiği çok yaygın bir durum olduğuna inanıyorum. Bundan bir asır önce insanlar güneş ışığına göre günde 8/12 saat uyurlarmış. Belki bundan 100 yıl sonra bu yazdıklarımı okuyan biri olursa nasıl yani günde 3/4 saat uyuyup, sonra da uyuyamadım mı diyorlarmış diyecekler. Onlar belki de bir saat uyuyacaklar.
Elbette her zaman uyku problemi çekmedim, çocukluk ve gençlikte gayet düzenliydi. Ömrüm boyunca hafta sonları dahil erken yatıp, erken kalktım. Sabah uykusu başımı ağrıtır, üstelik sabah saatleri günün en verimli ve keyifli zamanıdır.
Mesela Elazığ’da mecburi hizmet yaparken, 3 yıl boyunca, gece 23/24 gibi yattığım halde her sabah güneş ışığının gözüme vurmasıyla cin gibi uyandım. Sabah 4/5 gibi uykumu tamamen almış olarak yataktan fırlayıp, bütün günlük işlerimi yapar, evle hastane arasındaki birkaç kilometreyi yürür ve saat 8’de odamda olurdum.
Bu durum çok verim artırıcı bir şey gibi görünse de aslında 3 ay sürecek olan ilk ve en ağır insomnia günlerinin ayak sesleriydi. Bu zor zamanımı daha önce yazdığım için tekrarlamayacağım, ama gittiğim psikiyatrist bana yüksek sesle uykuma sövüp bu gece de uyumasam ne olur ki diyerek yatmamı önermişti ve bu öneri gerçekten de işe yaramıştı.
Tanıdığım bir çok kişi gece bir türlü yatamayıp ise, sabah da kalkamıyor. Bu tip insan da sabah saatlerini hiç sevmez, hafta sonu çok geç saatlere kadar uyur.
Fakülteden arkadaşım Semra Uğurgelen, tam da bu ikinci guruptandır. Bir gün saat 15.30’da arayıp, kahvaltı yapmakta olduğunu öğrenince ne söyleyeceğimi şaşırdım, çünkü ben tam da o sırada geç öğlen/erken akşam yemeği yiyordum.
İkimiz birlikte Rodos adasına gittiğimizde, bu karşıtlığı olanca haşmetiyle yaşadık. Semra’ya sorsan, her akşam daha güneş batmadan henüz sirtaki bile yapmamışken otele döndük, bana sorsan gece yarılarına kadar sokaklarda dolaştık.
Sabahları ise ayrı bir mesele, ben uyanıp, bütün sahili dolaşıp, hatta denize girip, geri dönüp artık Semra’nın uyanmayacağına karar verip kahvaltımı yaptıktan sonra, hanım ‘bu sabah erken kalktım’ diye gözünü ovarak aşağı indi.
Gene bu uykusuzluk dönemlerimden biriydi, o kadar uykusuz kalıyorum ki her gün şikayet halindeydim. Tam da bu dönemde Gülay Karagüzel ile Hindistan gezisine gittik. Geziye çıktığımız gün, daha uçakta uyumaya başladım, bütün gezi boyunca her gece horul horul uyudum. Zavallı kızcağız her sabah, hani uyuyamıyordun diyerek beni zorlukla uyandırdı. Bu geziden sonra uyku problemim olduğuna asla inanmadı.
Uzak geziler bir çok sebeple uyku düzenini bozarlar. Bunlardan en iyi bilineni jetlag etkisidir, bu durum günlük belli bir ritimle salgılanan hormonların ritminin bozulması sonucunda meydana gelir ve normaldir. Ancak gezilerde uykuyu bozan pek çok başka sebep de var. Yol yorgunluğu olur, gündelik hayatından daha farklı hareket düzeni, yeme içme düzeni, hava değişimi gibi sayısız etken var.
Yurt dışında pek çok mesleki kongreye katıldım. Bu kongrelerde akşam yemekleri genellikle çok geç saatlere kadar kayar ve aşırı yemek yenilirdi. Bu yemeklere hiç katılmayarak yani çok geç saatte, çok dolu bir mideyle yatmayarak uykuma saygı göstermeye çalışırdım.
Ancak her zaman kendini koruyamıyorsun.
Asistanlığımda bir hafta sonu nöbetinde, Cumartesi olduğundan eminim, ben gene servis 35’te nöbetçiyim. Gene diyorum çünkü normalde servislerde çalışma süresi kıdemlilik dahil en çok 3 aydır, ben 35’te 6 ay filan çalıştım.
Neyse lafı uzatmayayım, o gün nöbet çok sakin geçiyor, sadece rutin birkaç iş yaptım, neredeyse bütün gün oturdum. Hiç unutmam Elif Dağlı acilde nöbetçi, gece 11 gibi telefon etti, nöbetimin nasıl geçtiğini sordu, çok rahat geçiyor deyince de iyi madem seni sabahlatacak bir hasta gönderiyorum dedi. Saat 12 olmadan kapıdan içeri solunumu durdu, duracak, bilinci tamamen kapalı bir hasta soktular.
İlk bir iki saat hastayı entübe et, solunum cihazına bağla, hikaye al, muayene et, ilaçları başla derken oldukça yüksek aksiyonla geçti. Sanırım çocuğun göz bebeklerinin durumu nedeniyle zehirlenme düşünüldü. Fosfor ya da barbitürat olabilirdi. Baş asistan öncelikle fosfor düşünerek, 15 dakikada bir atropin enjeksiyonu ve yakın takip önerdi.
Yatağın yanına bir tabure çektim ve sabah kadar çocuğa atropin yaptım. Bir ara fark ettim ki, tıstıstıssss sesiyle başım kalkıp iniyor, meğer başım çocuğun üzerinde uyumuşum. Saate baktığımda son atropinden şu ana kadar 20 dakika geçmişti ve ben hala o 20 dakikanın ne kadarını uykuda geçirdiğimi bilmiyorum, ama eyvah ilacı geciktirdim diye fırlamıştım.
Tam da o anda başasistan (sabah saat 6/7 filan) servise gelip de hastayı sağ, beni ayakta görünce çok sevinip, sen yaşattın hastayı diyerek beni övmüştü. Abi bu çocukta hiçbir değişiklik yok, muhtemelen fosfor zehirlenmesi değil dedim, tamam ben EEG’yi açtırayım da bakalım barbitürat etkisi var mı, sen gene de o saate kadar atropine devam et dedi.
Saat 10’a kadar aynı şekilde devam ettim, tam EEG çekecek kişi geldi, çocuğu solunum cihazında ayırıp göndereceğim, nöbet değişimi zamanı oldu, yeni gelen arkadaşım halimi görünce, sen git çocuğu ben EEG’ye götürürüm dedi. Ambu yaparak EEGye giderken çocuk açılmış, konuşmaya başlamıştı, barbitürat zehirlenmesiydi ve evet beni uyutmama hastasıydı. Böyle geceler sayısız, ama bu aklımda yer etti işte.
KTÜ’de çalışırken her gece icapçı nöbetçiydim, her gece 4/8 kere acilden, servisten aranırdım. Yıllarca hep başasistan gibi çalıştım. Bu telefonlara o kadar alışmıştım ki uykumu kaçırmazlardı, hemen kaldığım yerden devam ederdim.
Benim asıl uykumun düşmanı, bir ‘kara haberci’ rüyalarım vardı. Gecenin bir vakti, büyük bir sıkıntıyla, aklımda bir hasta ile uyanırdım. Bu hasta gerçekten de ya o sırada kötüleşmiş olurdu, ya komaya girmiş de acile baş vurmuş olurdu, ya evinde ölmüş olurdu, ya da ertesi gün hastaneye baş vururdu. Bu hastaların hastaneye başvurmadan evvel neden benim rüyama başvurdukları ise bir muamma. Hiç yanılmadım, asla gece beni uyandırıp da kötüleşmeyen ya da ertesi gün gelmeyen bir hasta olmadı.
Bu korona günlerinde köyde olduğum için çok şanslıydım. Günlük rutin yürüyüşümü yaptım, açık havada bahçede çalıştım, aşırı yemedim, olabildiğince kötü haberlerden uzak durmaya çalıştım. Gene de bir türlü uyuyamadım.
Konuştuğum o kadar çok kişi de uykusuzluktan söz etti ki, bu global salgının, global bir uykusuzluk sebebi olduğuna inanmaya başladım.