Daily Archives: 10 Temmuz 2020

HACETTEPE DERGAHINDA HEKİMLİK HIRKASI GİYMEK

Tasavvufta hırka giymek önemlidir. Mürşit, müridin artık ‘olduğuna’ karar verdiği zaman ona hırkayı kendi eliyle giydirir. Hırkayı giyen derviş, artık bu hırkanın edebine uygun bir şekilde, dünya hırslarından arınmış,  kendini adamış bir şekilde yaşamak zorundadır.

Hekim olmak da bir çeşit derviş olmak anlamına gelir, aynen eski zaman dervişlerinin yaptığı gibi bir göreve ömür boyu kendini adamak demektir. Bu sözler abartılı geldiyse,  dünyayı sarsan bu salgında,  insanlar kendi sağlığını korumak için bir maske takmakta zorlanırken, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının yaz sıcağında başkalarının sağlığı için itfaiye eri gibi giyinerek çalıştıklarını, hayatlarını riske attıklarını hatırlayın. Adanmışlık değilse neyle açıklayacaksınız?

Üstelik bu adanmışlık hali sadece böyle olağan dışı durumlarda değil, saat saat, gün gün, ay ay, yıl yıl, doktor olduğunuz günden öldüğünüz güne kadar devam eder. Artık sizin özel anınız yoktur, ne sinemada, ne sokakta, ne kuaförde, ne uykuda, ne tatilde, ne de inzivada hekimlikten muaf değilsiniz.

İşiniz bir yönüyle pek takdir edilir gibi görünse de aslında ev kadınlığı gibidir, gün boyunca yüzlerce iş yaparsınız eğer şanslıysanız, sofranız için bir ‘eline sağlık’ alırsınız, yaptığınız saatler süren sayısız iş, görünmezdir.

Annelik gibidir, işinizin saati ve süresi yoktur. Din adamlığı gibidir, herkes en karanlık sırlarını size anlatır. Pilotluk gibidir, sürekli alarm durumunda yaşarsınız. Mühendislik gibidir, sürekli okumak, gelişmeleri takip etmek ve yapıcı olmak gerekir. Lağım işçiliği gibidir, dışkı, idrar, kusmuk, kan, irin sizin işinizin olmasa olmazıdır.  Öğretmenlik gibidir demiyorum, zaten öğretmenliktir, ancak öğrencilerinizin yaşı sınırı ve algı yelpazesi bütün insanlıktır.

En zor ve en kutsal tarafı ise, insanların en zor, en kırılgan anlarını paylaşmaktır, işte işimizin bu kısmını karşılaştıracak, sağlıkçılar (hemşire, ebe, diş hekimi, veteriner, fizyoterapist vs) dışında çok fazla meslek yoktur.

Yani bir çeşit ‘derviş sabrı/uykusuzluk/çok okuma/çok düşünme/çok çalışma/çok yıpranma’ hırkası giymeden bu mesleği yapmak imkansızdır. Tabii bir de bu hekim hırkasını Hacettepe dergahından giyme faslı var. 

Geçenlerde Hacettepe’nin kuruluş yıl dönümüydü, sanırım ikinci ya da üçüncü dönem mezunlarından  Yücel Tanyeri, Tülay Kansu ve Emin Kansu’nun birlikte bir resmini gördüm. Her bir akademisyen olan bu üç büyüğümüzden Yücel Abi, Hacettepe ambleminin yaratıcısıdır, Tülay ve Emin Kansu da bize hocalık yapmış isimlerdir.

Onlar 1964 yılında okula girmişler, ben ise onlardan tam on yıl sonra 1974’te okula başlamışım. Biz de 81 mezunları olarak oldukça başarılı bir sınıf olduk, aramızdan çok başarılı hekimler, pek çok akademisyen çıktı.  Tülay Abla, Hacettepe’nin ilk günleriyle ilgili çok güzel bir yazı paylaştı, sonra da benden bazı anılarımı yazmamı istedi.

Her şeyden önce bizim zamanımızda sağ sol meselesi artık sokak kavgası boyutundan, her gün onlarca kişinin ölümüne sebep olan şehir terörü boyutuna ulaşmıştı. Yani bizim dönemde onun yazısında sözünü ettiği sosyal projeler hemen hemen hiç yoktu. Okul çıkışı nasıl sağ salim evlere, yurtlara ulaştığımızı bilemezdik. Akşam saat 18 oldu mu sokaklarda kedi, köpek bile kalmazdı.

Üstelik okulumuzun yumruğa benzer heykel olan orta meydanı, Ankara’da olan her olayda, nümayişi yapanların hedef noktası haline gelirdi. Yani karmaşa kentin hangi noktasında, hangi üniversitesinde başlarsa başlasın, yürüyüşçüler hurra bize doğru akın ederlerdi ve olayların son noktası genel olarak bizim meydan olurdu.

Her sabah okula giderken, akşama kadar ne olacağını asla tahmin edemezdik. O gün okul basılabilir, yürüyüş yapılabilir, camlar kırılabilir, yumruklar atılabilir, kurşunlar havada uçabilir, kan gövdeyi götürebilirdi. Akşama yurtta mı, karakolda mı, hastanede mi, morgda mı olacağımızı bilemezdik.

Bu karmakarışık siyasi atmosferde bir de son derece zor ve kapsamlı bir eğitim almaya gayret ediyorduk. Yani zor koşullarda moral bozmamayı, hedefe odaklanmayı iyi biliriz.

Ülkenin içinde bulunduğu siyasi ortam elbette bizi etkiliyor ve hayata bakış açımızı oluşturuyordu. Ancak bu zorlu dönemde dahi olağan üstü bir eğitim aldığımızı, yılların öğretim üyesi/ hem de eğitim sistemiyle çok ilgilenmiş, eğitim komisyonlarında sürekli görev almış bir öğretim üyesi/ olarak kolayca söyleyebilirim.

Şimdi artık bütün tıp fakültelerinde çekirdek eğitim programı (ÇEP) uygulanıyor ve bir standardizasyon sağlanmaya çalışılıyor. Ancak bizim dönemde Hacettepe diğer bütün tıp fakültelerinden daha farklı bir program uyguluyordu.  Diğer bütün fakülteler ders üzerinden not alırken biz entegre sistemle okuyor ve sınava giriyorduk. Sınav sistemimiz de içinde bir çok baraj sistemi barındıran, oldukça acımasız bir sistemdi. Aynı anda pek çok dersten birden sınava girerdik, ancak her dersten geçer not alamazsak kolayına sınavdan geçemezdik.

Hacettepe’nin bir diğer özelliği de bizi sadece teorik olarak üstün bir şekilde yetiştirmek değil, bir çok fakültenin aksine pratikte de üstün bir şekilde eğitmekti. Örnek olarak,  o zamanlar pek çok fakülteden mezun arkadaşlar, enjeksiyon yapma, reçete yazma ve daha pek çok konuda bizden çok daha tecrübesiz bir şekilde mezun olurdu.

Oysa ben bir çok hasta muayene etmiş, enjeksiyon yapmış, idrar sondası takmış, kalıcı damar yolu(cutdown) açmış, kemik iliği aspirasyonu yapmış, doğum yaptırmış şekilde mezun oldum. İdrar ve kan analizlerini yapmayı, kalp masajı yapmayı, EKG okumayı, dikiş atmayı, pansuman yapmayı bilirdim. Hepimiz bilirdik.

Dahası hastadan çekinmezdik, iğrenmezdik,  idrar, dışkı, kusmuk, irin ile ilgilenmek bizim için işimizin bir gereğiydi. Okuldan çıkıp da herhangi bir yerde çalışmaya başladığımızda, oranın sağlık çalışanları, hemşireler Hacettepe mezunları belli oluyor, siz hastaya dokunmaktan korkmuyorsunuz derlerdi.

Nusret Hocanın öğrencileriydik, Halk Sağlığı stajında ya bir epidemiyolojik çalışma, ya da bir filiasyon çalışması yapmış ve adeta tez hazırlamış olurduk. Şimdi fark ettiğim kadarıyla, bütün fakültelerde hastalıklar çok iyi öğretiliyor, ancak bu konular biraz geri plana itiliyor. Bu salgında bir çok yeni mezun  arkadaşımın filiasyon nedir ne değildir sahada öğrendiğine şahit  oldum.

İnsanın okulu, hayatına damgasını vuran bir şeydir. Biz, hekimlik hırkasını Hacettepe dergahında  giydiğimiz için pek gururluyuz. Galiba, çok önemli bir kaç özellikle yetiştirildik; her şeyden önce araştırmacı ve çözüm üretici bir ruhla yetiştik,  umutsuzluk, yenilgi kabulleniş nedir bilmezdik, iş varsa biz de oradaysak başkasından bir şey beklemezdik, kendimiz yapardık. Okulumuzdan aldığımız donanıma ve kendimize güveniyorduk, mesleki düzeyde her türlü zorluğun altına gözümüzü kırpmadan giriyorduk.

Ben kendi yaşadıklarımı yazayım. Mezuniyetimde mecburi hizmet yoktu, ben yeni mezunken değil, uzman iken mecburi hizmete gittim.  Düşünün yeni mezun bir uzmansınız, siz artık çocuk hastalar üzerinde yetkinsiniz. Bir poliklinik ve servis idare edecek eğitiminiz var. Buraya kadar çok güzel, ama ben mecburi hizmette Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi kurası çektim.

Bir üniversitede benim gibi yan dal uzmanlığı bile olmayan bir uzmanı ne yapacaklar ki herhalde poliklinikte hekim ihtiyacı var diye fikir yürüterek gittim. Ve öğrendim ki, pediatride benden başka hasta tedavi edebilecek, eğitim verebilecek hiç kimse yok.

Servis yok. Ekip yok. Alet yok.

Üstelik dördüncü sınıfa kadar gelmiş, hoca olmadığı için staj yapamayan, üçüncü sınıfta pediatri dersleri alması gereken öğrenciler var.

Ben 11 Kasım günü yani öğretim yılı başlangıcından 2,5 ay sonra iş başı yaptım. Normalde o sırada dördüncü sınıfların ilk stajının bitmiş olması gerekirdi.

Önümde 2 seçenek vardı. Ya muayenehane açıp para kazanacaktım, ya yardımcı doçent olup, pediatri bölümünü kuracak ve eğitim verecektim.

Hırkamı Hacettepe’de giymiştim, ikinci yolu seçmek zorundaydım, bana ihtiyaç vardı. Zaten çaresizlik nedir, pes etmek nedir bilmezdim. İş var, yapmam gerek dedim. Korkmadım.

Bundan sonraki 2,5 ay içinde geçirdiğim maceraları pek çok kez yazdım. Şimdi tekrar etmeyeceğim. Ama bu dönemde servis ve polikliniği kurup çalışır hale getirdiğim gibi, hem kendimi yurt dışından edindiğim kitaplarla öğretim üyesi olma yolunda eğitmeye başlamıştım, hem hemşirelerin meslek içi eğitim, asistanlarımın pediatri eğitim programını oturtmuş, dönem üçe bütün pediatri dersleri, üstüne üstlük dördüncü sınıflara, gayet  bilimsel  bir staj programı vermeye başlamıştım.

Ancak şimdi geri dönüp bakınca bu kadar tecrübesizken bu kadar kısa sürede bu kadar çok işi yapabilmiş olmam ve bunları yaparken yaptığım işi olağan kabul etmem, işte bu Hacettepe ruhu, Hacettepe hırkası.

Mecburi hizmete gidip,  köylere sahra helası yaptıran arkadaşım da,  il sağlık müdürü olup ilindeki aşı oranını %40lardan %100ye dayayan arkadaşım da aynı hırkayı giyiyordu.

Hela yaptıran arkadaşım, bir cerrahtı, hastaneye belli köylerden gelen çocukların çok fazla cilt enfeksiyonu olduğunu fark etmişti. Bu köyleri ziyaret edince evlerde tuvalet olmadığını bütün ihtiyaçların tarlalarda giderildiğini, dolayısıyla inanılmaz miktarda sinek olduğunu saptamış, enfeksiyonları sinek ısırıklarına bağlamış, hemen sahra helası nasıl yapılır öğrenmiş ve köylülere bin bir zahmet hela kurdurup, muhtarı örgütlemiş,  herkesin bunları kullanmalarını sağlamış,  bir hafta içinde çocukların ciltleri düzelmiş.

Diğer arkadaşım ise dahiliyeci olduğu halde aşı oranlarının neden ülke genelinin altında olduğunu araştırmış, ebelerin liderlik edilmemesine bağlı motivasyon eksikliğini fark etmiş. Bunun üzerine ebelerle eğitim çalışmaları yapmış, yetmemiş, onlarla ev ev dolaşıp, yüreklendirmiş. Sonuç olarak o yıl Türkiye’nin aşı oranı en yüksek ili olmuşlar. Öz güven kazanan ebeler arkadaşımdan sonra da canla başla bu oranı devam ettirmişler.

Her üçümüzde de yöntem aynı farkındaysanız. Önce sorun sapta, çözüm yolları araştır ve bunun altından kalkabilir miyim acaba diye düşünmeden dişinle tırnağınla sorunu çöz.

Her üç hikayede de, bir birinden habersiz 3 arkadaş sorun çözme ve başarı odaklı bir yaklaşımla yani Hacettepe ruhu ile destan yazmışız.

Show Buttons
Hide Buttons