Bu ay, Hicri 1442yılının Muharrem ayının 13’ü ile başlıyor, 18 eylülde sefer ayı başlayacak. Rumi takvim ile kıyaslarsak, ayın biri 1436 yılının 18 eylül günü, ayın 14ü ise 1 eylüle denk geliyor.
Bu ayın tarihçesinde 13 Eylül 1921, Sakarya Zaferi, 27 Eylül 1538de Preveze zaferi kazanıldı.
Gökyüzü olaylarına gelince 22 Eylül günü sonbahar ılımı (gün/tün eşitliği) yani mevsim değişimi olacak, 25 Eylül günü ise Satürn, Jüpiter, Plüton ve Ay birbirine oldukça yakın konumlarda bulunacaklar.
Astrolojik olarak 2 Eylülde balık burcunda bir dolunay, 17 Eylülde Başak burcunda bir yeniay bizleri bekliyor.
Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton gibi jenerasyon gezegenlerinin retrosuna ayın onunda Mars retrosu da eklenecek.
Bu ay hizmet ayı, ama işler kolayına ilerlemeyecek, aksilikler çıkacak gibi görünüyor.
Anadolu köy takvimine göre, 02 Eylül; Mihrican Fırtınası (Sonbaharın başlangıç dönemi), 07 Eylül; Bıldırcın Geçimi Fırtınası (Poyraz rüzgarları ile Karadenize göç) ,13 Eylül; Çaylak Fırtınası, 28 Eylül; Kestane Karası Fırtınası (Marmarada balığın bollaştığı dönem), 30 Eylül; Turna Geçimi Fırtınası (Turnaların göç zamanı) olacak.
Eylül ayı, Anadolu ve Trakya için, kışa hazırlık zamanıdır. Bağlar, bahçeler, bostanlar bozulacak. Salçalar, turşular, reçeller, tarhanalar, bulgurlar yapılacak, sebzeler kurutulacak zaman. Yani hasat ve üretim zamanı. Bence sonbahar bayramı.
Aylardan beri salgınla yatıp, salgınla kalkıyoruz. Resmi rakamlara göre hasta sayısı azalmış olmasına rağmen gerçek hayatta işler öyle görünmüyor. Bizim köyde henüz bilinen hasta yok ama etrafımızdaki çember giderek daralıyor.
Başlangıçta salgına ruhen çok hazırlıksız yakalanmıştık. İlk aylarda evin içerisinde ne yapacağımızı, nasıl zaman geçireceğimizi bilemedik. Sosyal ilişkilerimiz, günlük aktivitelerimiz iyice azaldı. Bu durumu bir inzivaya, kendi içine dönme fırsatına çevirip, daha yüksek bir ruhani titreşim yakalayanlar mutlaka olmuştur. Bana gelince içe dönmek pek de işime yaradı diyemeyeceğim, aylarca uykusuzluk çektim, gençliğimde yaşadığım terör travmaları ile cebelleştim.
İç bir şeye benzeyecek ki ona dönmek yarasın, bende ters tepince, dışa dönmeye karar verdim. Varoluşun dört elementi ile haşır neşir oldum.
Dışa dönüş aktivitesi olarak önce bahçeye dadandım. Aylardan beri toprakla çok samimi oldum, yoruldum, didindim, sonu gelmez yabani ot savaşına giriştim, bu yıl pek verimsiz olsa da sebze bahçesiyle ilgilendim. Şimdi sonbaharın ilk belirtilerini hissettiğimiz bu günlerde kadim Anadolu geleneklerinin izini sürüyorum. Hasat ve kış hazırlıkları yapma zamanının hakkını veriyorum.
Bu yıl bahçe ile ilgili ana projemiz, geldiğimiz günden beri düşünüp de bir türlü yapmaya fırsat bulamadığımız patates yetiştirmekti. Bozulmaya yüz tutan patatesleri, köklenmeye başlayan kabukları, kumlu ve geçirgenliği yüksek bir toprağa gömerek bile üretim yapılabilir. Bu yaz, bahçenin bir köşesini bir sıra briketle yükseltip içine kumlu toprak doldurup, patates yatağı yaptık. Sonbaharda patates kabuklarını gömmeye başlayacağım.
Bu köyü tercih sebeplerimizin biri de suyunun bol olması ve yaz aylarında su sıkıntısı çekmemesiydi. Gerçekten köyümüzün genişçe bir orman alanı ve kendi kaynak suyu var ve köyün çeşmesine de, evlerine de yetiyor. Hayvanlar ve bahçeler için ise kuyular ve yaz aylarında dolu olan kanallardan su temin ediliyor.
Bu yıl kışın yağış az olduğundan, su oldukça kıt. Evin önündeki dere çoktan kurudu, sarnıcımız dolmadı. Bu ay süt sağımı saatlerinde köyün suyu azalıyor, hatta kesiliyor. Yani köyde su oldukça değerli. Meğer bizim zeytinlikteki kuyuda bol bol su çekiyorlarmış. Bu yıl kuyunun suyu da geçen yıllara göre az olduğu için ve kapasitesinin üzerinde su çekildiği için kuyu kendini iptal etti. Tamir için 20 gün uğraşıldı. Sonuçta kuyuyu kurtardık, ama kuyuyu açtırırken yaptığım masraf kadar masraf yaptım. Türkün aklı sonradan gelirmiş, kuyunun musluğunun, motor kapağının, ana tahliye borusunun, deponun su çıkışlarının, bahçe kapılarının hepsini kilit altına aldım. Bahçenin bütün sulama işlerini de kendim yapmaya başladım. Bahçeye giderken beni görmek gerek, hapishane gardiyanı gibiyim, belimden kocaman bir anahtar destesi sallanıyor.
Suyun azalması asıl yangınların artışı şeklinde kendini belli etti. Bizim çevremizdeki orman, Çanakkale’deki en yaşlı kızılçam ormanı. Kızılçam zaten yanmaya çok müsait bir ağaç, kabuk reçineleri prizma görevi yapıp, kendi kendine bile yanabiliyor, bir de yaşlı olunca daha da kolay yanıyorlar. Ormanın çok yaşlı olduğunu her sene daha da artan Ağustos böceği seslerinden de anlıyoruz, neyse ki çevremizde yoğun bir orman gençleştirme çalışması var.
Bu yıl son bir ay içinde bizim evin etrafındaki 3-15 kilometre çaplı alan içerisinde ondan fazla yangın çıktı. Bu yangınların çoğu anız yangınıydı, ancak tarlaların arasında ufak orman parçaları var, bir hayli ağaç da yandı.
Hava elementine gelince, onu da özel önem veriyoruz.
Gün doğuşlarını, batışlarını, gece takımyıldızlarını, samanyolunu, meteor yağmurlarını izlemeye doyamıyoruz.
Yani dört elementle de bol bol meşgul oldum.
Geçen hafta, yine bir at çiftliğinde yoga çalışması yaptık. Yoga yaparken amaç, bedeni imkansız pozlara sokarak kas geliştirmek değildir, anda kalarak, zihin, beden, ruh bütünlüğünü araştırmaktır. Bu çalışmayı açık alanda yapmak, salonda yoga yapmaktan çok daha farklı bir deneyimdir.
Geçen yaz ilk kez, atlarla birlikte ormanda yaptığımız yoga ise bir bahçede yoga yapmaktan daha da derin bir şuur (farkındalık) araştırması.
Her şeyden önce yoga matlarımızı, gerçek bir orman arazisine, ağaçların altına seriyoruz. Matları serdiğimiz alan önceden bizim için hazırlanmış bir platform değil, hatta alana neredeyse insan eli değmemiş, sadece at binenlerin ormanda kaybolmaması için toprak yollar var. Bu yolların birleşip hafif bir genişlik yaptığı bir alanda yoga yaptık.
Mat serdiğim alan düz değildi, bedenimin sağ tarafı daha aşağıdaydı, belimin bir yerine ağaç kökü denk geliyordu, elim kolum mat dışına çıkınca kuru çam iğneleri batıyordu.
Üstelik etrafta biri bağlı olmayan, diğerleri yakın ağaçlara bağlanmış, birkaç adet at vardı.
Bedenimde, beş duyumun tam kapasite çalıştığı bir alan açıldı. Yoga pozlarının ortaya çıkardığı iç hisleri şuurlu bir şekilde izlerken, aynı zamanda her fırsatta ellerimi mat dışına köklendirerek toprağa dokundum, rüzgarın ağaç dallarında çıkarttığı sesleri dinledim, ormanı kokladım, toprağı ve gök yüzünü seyrettim. Son dinlenme pozunda bile gözlerimi yumamadım, avuçlarımda toprağı duyumsarken, çam dalları arasından gökyüzünü izledim.
İki saat süren bütün çalışma süresi boyunca, etraftaki ağaçlara bağlı atlar dışında, geçen yıl gene bize eşlik eden tay (Nevruz) serbestçe aramızda dolaşıyordu. Nevruz, gençliğinin verdiği enerji ile kıpır kıpır, tam da yoga yaptığımız alanın ortasından son hızla, bir mamasına koşuyor, bir annesine, bir bize.
Artık beni geçen yıldan mı tanıdı bilemem, bu küçük hanımdan açıkça özel ilgi gördüm, çalışmanın ilk anından sonuna kadar sürekli bana doğru geldi, burnunu burnuma sürdü, birkaç kez hafifçe tosladı. Küçük dediysem gene de benden büyük elbette, ilginç bir şekilde bana koşarken acaba bana zarar verir mi diye en ufak bir endişe duymadım, aksine içim sevinç doldu.
Karamsarlığa çok açık olduğumuz bu günlerde hepimize şifa olan bir zaman dilimiydi.
Yoga hocamız Elçin, bu çalışmayı ‘doğa beden bütünlük’ çalışması olarak isimlendiriyor.
Bu hafta,
fakülteden arkadaşım Gülçin Olcay (Gökseyitoğlu) ziyaretime geldi. Pandemi
günlerinde olduğumuz için dışarıda çok az zaman geçirdik genellikle köydeydik.
Daha geldiği
akşam, onu bahçe sulamaya götürerek sağlam bir kültür şoku yaşamasına sebep
oldum. Bu yıl havalar oldukça dengesiz gittiği için, sebze bahçesi ve bostanda
hiç bereket yok. Ben Gülçin’in kısmetine çok inanırım, sırf ona vermemiz için
sebze olacak sanmıştım, ama giderken yanına bahçeden sadece biraz biber
verebildik.
Hemen her
sabah, kahvaltı yapar yapmaz, denize girmek için Lapseki’ye gittik. Bu yıl
denize girmek için Lapseki plajlarını tercih ediyoruz, çünkü çevredeki albenisi
ve bilinirliği en az olan plajlar bunlar, sadece Lapseki’de yaşayan insanlar geliyor
ve ikindiye kadar oldukça sakin oluyor, plajlar öğlene kadar işletmeye bile
açılmıyor. Biz her sabah denize girip biraz güneşlendikten sonra insanlar
gelmeye başlayınca geri döndük.
Sadece bir
sefer de komşu köyümüzde yeni açıldığı için henüz kimsenin pek bilmediği bir at
çiftliğine gittik, açık havada ve çok güzel bir manzara eşliğinde çay içtik.
Bunun
dışında sürekli evdeydik. Avluya iki şezlong yaptırdım, geniş olduklarından,
üzerlerinde yatak gibi yatılabiliyor. Tam da perseid meteor yağmuru günlerine
denk geldik, geceleri şezlonglara yatıp yıldızları seyrettik. Gökyüzü çok
güzeldi, fakat her nedense meteorlar Gülçin’in bakmadığı zamanlarda kaymayı
tercih ettiler. Ben ise hayatımda gördüğüm en uzun ve güzel yıldız kaymalarını
gördüm. Bu sefamız sırasında her gece bir kurbağanın haç yolculuğu gibi avluya
geldiğini fark ettim, acaba onu öpmemizi bekleyen gizli bir prens mi diye dalga
geçtik.
Kayda değer
bir şey de deniz tarağı yiyişimizdi, çünkü Gülçin, deniz tarağının tadını merak
ediyordu, ben de sırf onun için biraz alıp buzluğa atmıştım. Yemek
programlarında sürekli kararında pişirilmezse çok kötü olduğu söylendiği için
korkarak pişirdik ama gayet başarılı oldu. Böylece Gülçin’e iyi bir doğum günü
yemeği yapmış olduk.
Geçen yıl,
Gülçin’le ağustosun son haftasında beraber Gökçeada’da tatil yapmıştık. Gülçin
ağustos doğumludur, geçen yıl doğum gününden hemen sonra gelmişti, bu yıl ise
hemen önce geldi. Bir türlü doğum gününü denk getiremedik, ancak geçen yıl
temsili bir pasta kesmiştik, bu yıl ise pastaya kimsenin ihtiyacı olmadığını
düşünüp, cevizli sucuk ile tabağa dekor yapıp bir dilek mumu üflettik. Yani
aramızda doğum günü olmayan bir günde doğum günü kutlama gibi bir gelenek
gelişmeye başladı.
Gülçin benim
1974 yılından beri arkadaşım, birlikte geçirdiğimiz ilk yılların anıları artık
zihnimizden silinmeye başlamış, bir türlü netleştiremedik. Benim
hatırladıklarımı o hatırlamıyor, onun anlattıklarını ise ben. Her ikimiz de
Anadolu’dan gelmiş (Gülçin Sivaslı) iki kız çocuğu olarak, Ankara’daki ilk
günlerimizi nasıl geçirdiğimize dair anılar oldukça silinmiş.
Bizden bir
yıl sonra Gülçin’in kız kardeşleri de Ankara’ya geldikleri için onlara bir ev
tutmuşlardı. Bu kız kardeşler (Gülay ve Güler), Gülçin’den sadece bir yaş küçük
olan ikizler. Herkes onları birbirine karıştırırken, benim için sadece normal
iki kardeş kadar benzerlerdi, hiç karıştırmazdım. Çünkü çocukluğumda onlardan
çok daha fazla benzeyen bir başka ikiz kız kardeşle çocukluk arkadaşıydım, onları
uzaktan ve arkadan görsem bile ayırt edebiliyordum. İlk ikizlerden edindiğim tecrübeyle
bu ikinci ikizleri hiç karıştırmadım.
Önce Çankaya
taraflarında bir apartmanda kalıyorlardı. Ben de neredeyse evin dördüncü kızı
olarak o evde epeyce zaman geçirirdim. Dört kız çocuğu bir araya gelince ne
yapar? Mesela ilk manikürümü o evde Gülçin yapmıştı.
Kızların üçü de oldukça şık giyerler, hepsinin vücutları da çok biçimli olduğundan ne giyerlerse yakışırdı. Gerçi hayatımızın bir döneminde o günün koşullarına uygun bir şekilde Gülçin de ben de parka, kot, bot üçlüsüyle ve erkek tıraşıyla militan gibi gezindiğimiz de olmuştu. Bu kıyafetlerle gezindiğimiz halde olaylardan uzak kalırdık. Hatta bir seferinde okulun önündeki meydanda toplanılmıştı, bir anda polis öğrencileri kovalamaya başladı. Herkes Kızılay’a doğru koşmaya başladı, biz muhtemelen sivil polis olan seyyar satıcıdan simit alma numarası ile durduk. Bir anda herkes bizim yanımızdan geçmiş oldu, biz geride kaldık. O gün kaçan herkes ama herkes yakalandı ve geceyi karakolda geçirdi, ertesi gün uykusuz gözlerle okula geldiler. Biz de herkese uyup koşmuş olsaydık, karakolda sabahlayacaktık, belki de o kılıklarımızla militan sanılıp, hırpalanacaktık.
Kısa süreli
militan modamızın dışında Gülçin gayet şıktır, mesela sürekli topuklu ayakkabı
giyer. Ayakları da oldukça biçimli olduğundan ayakkabı mum gibi durur. Benim
ayaklarımda ise sanki hızar var, bir kez giydiğim ayakkabı akşama eskimiş olur.
Tabii bu ayaklarla, sürekli dümdüz ayakkabılar giyerim. Bir gün Gülçin’in
ayakkabı dolabına baktım, gözlerime inanamadım, bütün ayakkabıları en az 10
santim yüksekliğinde, incecik topuklu, benim giymeyi hayal bile edemeyeceğim
ayakkabılar. Bunları nasıl giyiyorsun diye sordum, o da gayet rahat giyiyorum,
ben de senin ayağındaki ayakkabıyı öldürsen giymem dedi. Ben, onunkini giyemeye
kalkışsam beni öldürmeye hiç gerek yok ki, büyük olasılıkla ayakkabının
üstünden düşüp, kafamı yararak, zaten kendim ölmeyi başarırım.
Benden çok
daha feminen bir giyim tarzı vardır, ancak takı takmaz, ben ise takı delisiyim.
İkimiz de pek makyaj yapmayız.
Bir başka
benzemez tarafımız da beden termostatlarımız. Soğuk sever, evini ısıtmaz, kış
günü bana sorsan çıplak dolaşır.
Benzer
taraflarımız da çoktur, mesela ikimiz de yemek yapmayı severiz, mesleklerimiz
konusunda çok ciddiyiz, hatta bu ziyaretinde aynı yazarları okuduğumuz fark
ettik.
Bütün benzer
ve benzemez taraflarımız, bir araya geldiğimiz zaman yok olur, aradan geçen
zaman da silinir.
Gene eskiye
dönecek olursam, Çankaya’daki evden en çok hatırladığım şeyler insan zihninin
tuhaflığını ve gençlik tecrübelerinin hayat boyu nasıl bizimle kaldığını
göstermesi açısından çok ilginç.
İkizlerin
okulu bizimkinden erken kapandığı için, yıl sonunda birkaç hafta Gülçin’le
ikimiz yalnız kalırdık. Yatakların içerisinde oturur, ellerimizde derslerde
tuttuğumuz notlar, birimiz yüksek sesle okuyarak, diğerimiz de kendi notunu
takip ederek, eğer farklı bir şey varsa ekleyerek, tartışarak, anlamaya
çalışarak, çıkacak soruları tahmin ederek, saatlerce ders çalışırdık. İlk sene
Gülçin organik komitesi yüzünden ikinci sınıfa devam edemedi. Yani sınıfta
kalmadığı halde bir yıl kaybetti, o nedenle daha sonra birlikte ders
çalışamadık. Ama o evde edindiğim gece çalışma alışkanlığı devam etti, önceden
hep sabah erken kalkıp ders çalışırdım, o yıldan sonra ise her sınava
hazırlanma sürecimde koynumda kitaplarla uyudum.
Trabzon’da
sapsarı tereyağına alışık birisi olarak, Sivas’tan gelen, kar beyazı manda tereyağını
çok yadırgardım. Manda yağı yiyene kadar sadece rengi koyu sarı olan
tereyağlarının lezzetli olduğuna dair sarsılmaz bir inancım vardı. Her
kahvaltıda o yağı bu kez lezzetsiz bulacağımı düşünerek yerdim ve her seferinde
lezzetli olmasına yeniden şaşırırdım.
İnanılır
gibi değil, ama o yaşımda bile, bir gece uzun uzadıya düşünüp, herhangi bir
şeye karşı sırf benim bildiğimden farklı diye önyargılı olmamam gerektiğini
kararlaştırmıştım. Bir çok insanın önyargılı olduğu pek çok şeye karşı herhangi
bir duygu yüklemediğimi defalarca gözlemlediğime göre bu kararımı daha sonraki
hayatım boyunca kullanacak şekilde içselleştirmişim.
Ey manda
tereyağı sen nelere kadirsin (!).
Bir başka
hatırladığım ufak ama daha sonra bende etki bırakmış olan şey ise, komşuları
olan bir Balkan kökenli hanımın, adet sancısını dindirmek için bize verdiği
elma şarabıdır. Gerçekten de işe yarardı. Bu şarap benim ileride geleneksel
tedavi yöntemlerine sıcak bakma sebeplerimin temeldir.
Elma şarabı
deyip geçmeyin(!)
O evle
ilgili hatırladığım şeylerden biri de bir gün evde yalnızken banyo yapmaya
kalkışıp, şofbeni patlatmamdır. Aslında sadece biraz kirpiklerim yandı, ama çok
korkunç bomba gibi ses çıktı. Apartmandaki bütün komşular kapıya geldi, üzerime
havlu sarılı iken kapıyı açıp insanları yatıştırmam gerekmişti.
Bu konuda da
dejavüler yaşadım (!).
Elazığ’da
mecburi hizmet yaparken de şofben patlattım, kirpiklerimi, kaşlarımı yaktım.
Elazığ’da bir sefer de mutfak dolabım duvardan kopup, büyük bir gümbürtüyle önce
mutfak tezgahına, sonra da yere düşüp,
bütün mutfak eşyamı kırmış, Çankaya’daki evde olduğu gibi, bütün komşuları
kapıma yığmıştı. Bu kez de üzerimde gecelikle komşulara kapı açmak zorunda
kalmıştım.
Çankaya’daki
evle ilgili bir başka hatırladığım şey ise, alt katlarında oturan Pakistanlı
ailenin dairesinden gelen kesif baharat kokusudur. Aile taşındıktan aylar sonra
bile apartman kapısından girerken o koku burnuma dolardı. Hayatım boyunca bu
kokuyu hatırlayıp, yaptığım herhangi bir yemeğin ana malzemesinin kokusunu
bastıracak kadar baharat kullanmadım.
Demek ki doğru dürüst hatırlayamadığımız o evden hayatımıza ne kadar çok şey katılmış.
Aslında ismi
olan evler bizim aile geleneğiymiş, bunu geçen yazılarımda fark ettim.
Pazar’daki aile evlerinin de hemen hepsinin ya bulundukları mevkiden ya da içinde
yaşayan insanlardan gelen isimleri vardı.
Dedemin babasının yani Hasan Ağanın evi, çarşının biraz üzerinde ‘Büyük Ev’ denilen tarihi taş binaydı. Bu ev, Pazar çarşısına biraz yüksekten bakan, Çitat (Aktepe) köyünün yolu üzerinde, siyah taştan yapılmış, oldukça görkemli bir binaydı. Evin bu 3 katlı, ancak oldukça harabe halini ben biliyorum. Sonradan çok ortaklı olan bu evin yerine apartmanlar yapılıp herkese hissesi karşılığında daire verildi.
Hasan Ağa,
her odasına bir oğlunu ve ailesini yerleştirdiği bu evde yaşamış. Dedemin
babası olan Hasan Ağa, gerçek bir derebeyi, sözü kanun yerine geçiyor. Hasan
Ağa bir gün, gece bir rüya görmüş, sabah kalkınca da orijinali 5 katlı olan
evin üstteki 2 katını yıktırmış.
Aslında
galiba bu büyük evden önce o bölgede bir başka ev daha varmış ve yandıktan
sonra büyük ev yapılmış. Bu evin geride kalan ‘ongure’sini İsmail Amca, Mualla
Teyzeme vermiş. Çünkü teyzem, Muş’ta yaptığı mecburi hizmetini bitirip, hakim
olarak çalışmak üzere geri dönmüş, İsmail Amca da kitaplık yapması için
yıllardan beri öylece duran koca kalası teyzeme vermiş. Bu kalasın teyzeme
verildiğini duyan kuzenleri gidip kalası 5 eşit parçaya bölmüşler iki parçayı
alıp ve üç parçasını teyzeme bırakmışlar. Teyzem de tahta yetmediği için
dolabın alt kısmını bu tarihi tahtadan, üst kısmını ise uygun başka bir
tahtadan bir kitaplık yaptırmış. Bu kitaplık daha sonra yıllarca Pazar’daki
evde balkonda mutfak kileri olarak kullanıldı. Şimdi tamir ve restore edilmiş
haliyle bizim evde duruyor.
Tekrar
‘Büyük Ev’ dönecek olursak, benim anneannem (Anneler, Sare Hala) de ilk gelin
olduğu zamanlarda, diğer gelinlerle birlikte bu evde yaşamış. Her odada başka
bir gelin yaşayınca her biri, işleri bir başkası yapsın diye bekler, işler
ortada kalırmış. Anneler bir seferinde şöyle bir olay anlatmıştı; mesela bir
hayvan kesilir, bir odada çengele asılırmış, tabii bundan sonra etin parçalanma
ve pişirilme işleri var, bayağı iş yani. O gelin öteki yapsın, bu gelin beriki
yapsın diye diye bekler, eti çengelde çürüttükleri olurmuş. Anlaşılan bu klan
halinde kalabalık yaşam artık çekilmez
olunca, Hasan Ağa oğullarının evlerini ayırmış, topraklarının her birine bir
oğlunu yerleştirmiş.
Benim dedeme
düşen mülk Pazar’ın girişindeki denizin içerisindeki bir kayanın üzerindeki
‘kız kulesinin’ çok yakınındaki topraklardı. Bu kule Karadeniz sahili boyunca
devam eden, Cenevizlilere ait bir gözetleme sisteminin bir parçası olan bir
yapıdır, ancak ‘Kız Kulesi’ olarak bilinir.
Dedeme ait
bu arsadaki evi de ‘Kız Kulesi’ diye anıldı. Gerçi benim hayal meyal
hatırladığım ilk ev yıkılıp yanına şimdiki ev yapıldı, ama adı hep aynı kaldı.
Son senelerde yapılan tadilatlarla iyice büyütüldüğü ve Sermin’in de o zamanlar
içinde yaşadığı bu eve sanal ortamda tarihi aile evine atıfta bulunarak ‘Büyük
Ev’ ismini takması sonucunda, ismi değişti, Kız Kulesi, Büyük ev olarak
anılmaya başlandı.
Benim çok az
hatırladığım ilk evin yerinde şimdi 2 apartman yükseliyor. Bu eski evin
avlusunun sahildeki çakıl taşlarından yapılmış bir mozaikle kaplı, mutfak
zeminin toprak, çengeline sürekli kazan asılan bir ocak olduğunu hatırlıyorum.
Gene oturma odasının divanla çevrili
olduğunu, arka odalardan birinin gene tavandan asılan sepetler içinde yiyecek
saklandığını, üst kattaki odaların duvarlarına gömülü yıkanma yerleri olduğunu
ve her nedense üst katın bazı noktalarında zeminin sallandığını da
hatırlıyorum. Aslında bu evden o kadar küçükken ayrılmışım ki, bu kadar çok
şeyi hatırlamam şaşırdılar.
Akraba
evlerini ise Mualla Teyzemin bayram ziyareti rotasına göre yazayım.
Mahsar Beyin
Evi (daha önce Azize Hanım? ) diye bilinen ev ilk ziyaret durağıydı, çünkü
Pazar’ın batı çıkışında, gidilecek diğer evlerin ters yönündeydi. Kız Kulesinin
hemen yanındaydı, şimdi üst o evin yerinde tünel var, evi üst yola yakın bir
yerde yenilediler.
Buradan
sonra Musa, Şermin, Yılmaz Telatarlar ve çocuklarının evi olan Gaba’ya gidilirdi. Bu ev de (geçen yazıda
kurabiye yediğimiz diye yazmıştım, Pazar’ın doğu çıkışındaki evdir. Şimdi hala
eski haline en yakın duran ev olabilir.
Bu evden
sonra ya da önce Annelerin genç kızlık evi olan Bulep’e uğranırdı. Bu evde
bizim çocukluğumuzda büyük teyze ve yeğenleri yaşardı. Büyük teyze dediğim,
Annelerin kız kardeşi, Tahsin Bekir
Balta ile nikahlı olup da hiç birlikte yaşamamış olan Mürüvvet Teyzedir.
Bu evden
İsmail Amcanın, Çarşının üzerinde, Çitat yolunun başlangıcındaki evine
gidilirdi. Beylik; Asiye Halanın hamsili
ekmeklerini, salatalık eşliğinde yediğimiz ev.
Buradan
çarşıdaki akraba evlerine inilir, Halit Ağanın evine ( su börekleriyle meşhur),
Ziya Basanın, Macit Amcaların evlerine gidilir. Dönüş yolunda da tabii eğer
Gabadan önce gitmediyse Fazile Teyzenin evine uğrayıp limonata içip dönülürdü.
İkinci gün
ise Zeynep Halanın, Ardeşen’deki evine gidilirdi. Bu ev de, bu güne kadar,
orijinal haline göre bir duvarla ortadan ikiye bölünmüş olması haricinde aslına
oldukça yakın bir şekilde muhafaza edilebildi.
Telatar, Balta, Basa akrabalardan yazım için yeni anılar ve revizyon istiyorum.
Karadeniz’den
çıkıp da dünyanın tropikal bölgeleri hariç, her neresine gidersen git kendini ‘sudan
çıkmış balık’ gibi hissetmemek elde değil. Sudan çıkmış balık betimlemesini
asla ‘darb-ı mesel, özlü söz, atasözü’
(kendini garip, acemi, yalnız hissetmek) anlamıyla kullanmadım.
Karadeniz bölgesinde hava o denli nemlidir ki, bir çok gün neredeyse
solungaçlarınızdan nefes alırsınız, bölge dışında karaya çıkmış gibi olursunuz.
Yağmurlar,
her yıl tekrarlayan seller, heyelanlar zaten biliniyor, ancak yağmayan/havada
asılı kalan sular da çok önemlidir. Havadaki nem oranı % 90’nın üzerine çıkan
bir bölgede yaşamayan kimse ‘ıslak havada’ yaşamanın ne demek olduğunu tarifle anlayamaz.
Çanakkale’de
de bayağı nem olmasına karşın, bir Karadeniz kızı olarak hava bana oldukça kuru
geldi. Mesela deniz kenarında yemek yiyorsun, tuz, tuzluktan kolayca akıyor,
Karadeniz’de böyle bir şey mümkün değildir, tuzlukların içinde, nemi alsın diye
yarıya kadar pirinç bulunur, gene de tuz akmaz.
İşte bu
tuzluktan kolayca akan tuz benim o kadar dikkatimi çekti ki, yaşadığım evin adını
‘Kuru Tuz’ koymaya karar verdim ( İsim koyarak eve bir kişilik atfetmek, emekli
hayatıma bir romans kazanmak istedim).
Bizim
kızların da bu isim çok hoşuna gitti. Fakat bu ismin de bazı sakıncaları var,
çünkü bol parası var anlamına gelen ‘tuzu kuru’ sözüyle karışıyor. Ayrıca, bu
evde hiç evlenmemiş ve yaşları kemale ermiş 3 kız kardeş olarak yaşayacağız,
‘kız kurusu’ terimini de kolayca çağrıştırıyor. İsmin anlamı ise çok hoşumuza
gitmişti, vaz geçmek istemedik. Kuru ve tuz kelimelerinin Lazcasını öğrendik,
sonunda duyuluşu en güzel olan okunuşu ‘kurucumu’ yazılışı ‘kuru m’cumu’ da
karar kıldık. Yani yarısı Türkçe yarısı Lazca bir isim.
Daha sonra
bahçe kapısının yanındaki dik duvarı yaptırınca, kocaman bir tabelaya KURU M’CUMU yazdırıp,
tabelayı yoldan geçenlerinde de görebileceği şekilde, duvar tepesindeki badem
ağacının altına diktim. Şu anda duvarda çıkan yabani sumak ağaçları tabelamı
kapattılar, ancak sonbaharda yazıyı tekrar ortaya çıkartacak şekilde budama
yapacağım.
Gerçi şimdi
isim düşünsem, ‘Boreas Vadisi’ gibi bir isim koyardım, ama bölgedeki herkesin
merakını çeken bu isim eve çok yakıştı diye düşünüyorum.
Neden eve
bir isim vermeye bu kadar önemsediğimi ise geçen yazımı yazarken anladım. Çünkü
ben neredeyse bütün hayatımı bir ismi/lakabı olan evlerde geçirmiştim.
Trabzon’da
doğduğum ve çocukluğumun büyük bölümünü geçirdiğim Kunduracılar Caddesindeki
apartmanın özel bir ismi yoktu, ama yazları yaşadığımız evin adı ‘Yıldızlı’ idi,
oysa o evler ‘doktor evleri’ olarak bilinirdi. Tuhaf olan şudur ki Yıldızlıda
diğer evde geçirdiğimiz zamanın belki yüzde beşi kadar zaman geçirmişizdir,
ancak çocukluktan kalan anıların büyük çoğunluğu ismi olan evde geçmiştir.
Yıldızlı
aslında evin içerisinde bulunduğu/ ya da komşu köyün adıydı, ama ev gerçekten
yıldızlıydı. Şimdi şehrin içerisinde kalan bu bölgede, çocukluğumda hemen hemen
hiç yapay ışık yoktu, geceleri bütün samanyolu ve takımyıldızlar gözlerimizin
önüne serilirdi. Sürekli denize girip, bol bol derine daldığımız için sık sık
kulağım ağrır, gece uyuyamaz, balkonda kapkaranlık ve uçsuz bucaksız denizi ve
gökyüzünü seyrederdim. İlk yıllarda yüzüm denize dönükken sağ tarafta Trabzon,
sol tarafta Akçaabat’ın ışıkları görünürdü (sonradan kapandı), gene de benim
görüşümdeki göğü aydınlatmıyorlardı. Önümde uçsuz bucaksız Karadeniz manzarası
olunca gökyüzünün seyrine doyum olmuyordu.
Trabzon’da Kunduracılar
Caddesindeki evden sonra en uzun süre yaşadığım ev de ‘Güneş Hanım Apartmanı’
olarak bilinirdi, oysa apartmanın ismi yoktu, sırf teyzemin evi olduğu için
herkes bu ismi takmıştı. Adres söylemez, sadece Güneş Hanım Apartmanı derdik
herkes anlardı. Hatta sonradan bir ‘Güneş Apartmanı’ yapıldı, postacılar bir
müddet, oraya gelen mektupları bizim eve taşıdı durdular.
Güneş Teyzem
(Güneş Dobrucalı), Trabzon’da, Güneş Hanım ya da Hakime Hanım olarak tanınır ve
sanırım son 50 yılda adını duymamış çok az insan vardır. Ben daha bebek iken
Nasuh Eniştemle evlenmişler, uzun yıllar boyunca bizim apartmanın en üst
katında oturdular. Ben Sibel’in olmasa da Ahmet’in doğumunu hatırlıyorum.
Teyzemin çocukları da çoğu zaman bizim evde olurlardı, sonuç olarak ev çocuk
yuvası gibiydi.
Teyzem ve
eniştem çok uzun yıllar Trabzon’da hakim olarak çalıştılar. Teyzemin mesleki anılarının bazıları fıkra
gibidir.
Bir gün orta
yaşın üzerinde bir köylü kadını ruhsatsız tabanca taşıdığı için duruşmaya
çıkartmışlar. Tabanca taşımak bölgede o denli normal karşılanan bir şeydir ki
anlatamam. O zamanlar bölgede bol bol silahlı çatışma olur, bir kasabadan
vurgun geldi mi, peşi gelirdi, bir günün içerisinde aynı ailelerde birkaç ölü,
onlarca yaralı olması sıradan olaylardı.
Şimdi bile
yaylaya çıkan herkes, tabancasına sarılıp birkaç şarjör kurşun sıkar. Trabzonspor
maç kazanınsın, çevreden gelen silah seslerinden savaş çıktı sanırsınız.
Teyzem de
kimseye kurşun atmamış bu kadını biraz azarlayıp, bir daha silah taşımaması
için iyice korkutup, salıvermeyi düşünmüş. Kadın karşısında ayakta duruyor,
teyzem ise kürsüsünden kadına ‘yaşından başından utanmıyor musun, silah taşımak
da neyin nesi, hem de ruhsatsız’ anlamında söyleniyor. Konuşmayı iyice anlasın
ve korksun, bir daha silah taşımasın diye uzatıyor. Kadın teyzemi uzun uzadıya,
başı önde sessizce dinliyor, inkar edecek hali de yok, çünkü silah üzerinde
yakalanmış. Neyse dinlemiş, dinlemiş,
sonunda teyzem ‘bu yaşta bir kadının silahla ne işi var’ gibi bir laf daha
edince dayanamamış ve başını kaldırıp ‘ne yani çiplak mi dolanacaktum’
deyivermiş. Silah olmayınca kendini çıplak hissediyor demek ki. Teyzem kadının
karşısında gülmemek için kısa kesip, ‘çıplak’ kalan kadını salıvermiş.
Boztepe’deki
eve geçtiğim zaman, oraya da ‘Güverte’ ismini takmıştım. Çünkü evin salonu ve
ön balkonu Karadeniz manzarasına ve karayele açıktı. Rüzgarlı günlerde denizin
ez azılı halini yukarıdan da olsa evin içinde hissederek seyrederdim. Balkonun
demirlerini de küpeşteye benzeterek, bir gemide yaşadığımı ve fırtınada evin
denizde batabileceğini hayal ederdim. Çok fırtınalı günlerde, bir müddet denizi
seyreder sonra, arkadaki çalışma odasında otururdum.
Güverte ismi bu küçük ve şirin evime çok yakışmıştı.
Kurban bayramı
deyince aklıma Pazar’daki büyük evde geçirdiğimiz bayramlar geliyor. O zamanlar
kurban evin hemen yanında kesilirdi. Birkaç gün önceden alınan hayvan, kurbana
kadar beslenir, o gün usta bir kesici tarafından besmeleyle kesilirdi. Hayvanın
başını yukarı kaldırırlar ve tek hamlede canı çıkacak şekilde boğazını
keserlerdi. Nedense biz çocuklar da bütün kesim işlemini izleyebiliyorduk. O küçük yaşımda aklımdan pek çıkmayacak
sahneleri görmüş oldum böylece.
Usta kesicinin
en iyi becerdiği şeylerden biri de hayvanın derisini kesmeden yüzmekti. Bu işlemi
bir kere gören bir daha kolayına unutamaz. Bir başka ustalık göstergesi de iç
organları deşmeden bulaştırmadan çıkartmaktı.
Annelerin
(anneannem), işkembeyi evin önündeki çeşmeden uzun uzadıya yıkayıp
temizlediğini de net bir şekilde hatırlıyorum.
Daha sonraki
yıllarda bu kesim işlemi evden uzaklaştırıldı.
Her kurban
sabah saatlerinde Teyzecim (MUKE Teyzem) kurban etinin eve varmasını bekler
(yanılmıyorsam o gün de oruç tutardı/ zaten her fırsatta oruç tutardı/ bana
sorarsanız en az 20 ömürlük oruç tuttu), et gelince de kurban merasimleri
başlardı.
Öncelikle o
gün mutlaka kavurma yapılır, ev buram buram kavurma kokardı (Ben hala taze
pişmiş kavurma yiyemem).
Aynı gün
kalan kurban etinin çoğu dağıtılırdı.
Sakatatlar
ise dağıtılmaz, eve kalırdı, bizde sadece ciğer ve işkembe yendiği için pek
çoğu atılırdı. Uzakta kesim başladıktan sonra eve sakatatlar kasaba kalıyordu.
Kurbanda aile
ziyaretleri ilk gün ancak akşama doğru başlayabiliyordu. Bizim aile de oldukça
geniş olduğu için, aile büyüklerinin yaşadığı, bizim ev dahil, mutlaka
gidilmesi gereken birkaç ev vardı. Bayramlarda her eve, şehirlerde yaşayan
gençler de gelmiş olurdu. İlk günler her evden gençlerin bir kısmı gelene
hizmet için kalır, diğerleri ziyaret seferlerine çıkardı. İlk gurubun turu tamamlanınca
eve döner, hizmet nöbetini devralır, evin kalan gençlerini ziyarete yollardı.
Böylece ilk
ziyaret turu tamamlanır, daha sonra orta yaş ekibi sokağa dökülürdü. Bazen bir
eve gittiğinizde, o evin, evde bulamadığınız sakinleri aynı anda sizin evde
ziyarette olurlardı. Böyle köşe kapmaca yaptığınız insanlarla bile bir şekilde
bir yerlerde karşılaşırdınız. Sonuç olarak bu birkaç gün içinde herkesle
görüşülmüş, bayramlaşılmış olurdu.
Asıl mesele her evde bayramlık ikramlar idi. Çikolata tutulur, kahve yapılır, yanında mutlaka ev açımı baklava, süt helvası, börek gibi bir tabak daha olurdu. Bazı evlerin özel ikramı vardı, mesela Beylikte hamsili ekmek olurdu, Fazile Teyzede limonata, Gabada ise kurabiye. Yani bir bayramı şeker komasına girmeden atlatmak, şimdiki şartlarda pek mümkün değildi, ama o zamanlar insanlar her evde koca koca baklavaları mideye indirip, hiçbir şey olmadan bayramı geçirebiliyordu. (Aile evlerinin ve mezarlıkların lokasyon isimleri var, belki Sermin’den yardım alıp bu evleri ve ev halklarını da yazarım).
Bizim evde
ise annemin ölümünden sonra bu bayram ikramlarından baklava kaldırılmıştı. Sadece
kahve çikolata ve süt helvası ikram edilirdi. Bizim evin süt helvası gerçekten
çok güzel olurdu, ayni Kızkulesi spesiali de süt helvası diyebilirim.
Süt helvası,
benzerini sadece İskoçların yaptığı çok özel bir tatlıdır. Yıllar önce Elazığ’dayken
İskoç İngilizce öğretmenimiz bizim geleneksel tatlımız diye bizim süt helvasına
çok benzeyen bir tatlı yapmıştı.
Süt helvasının
da belki bir gün unutulacağını düşünerek buraya bizim ve İskoç kadının tarifini
vereyim.
Bizim tarif
oldukça zor bir tarif.
Sadece süt
ve eşit miktarda şeker ile yapılıyor. Sütü ve şekeri aynı anda tencereye
koyarak karıştırarak kaynatıyorsunuz. O kadar uzun kaynıyor ki miktar yarıya
düşüyor. Bundan sonra bir anda kıvam değişiyor. İşte bütün mesele bu anı
yakalamak, çünkü daha fazla kaynarsa renk bozuluyor.
Helvanın olduğunu
anlamak için bir kaşık dışarı alınıp, test edilir. Bazen de suya dökülerek test
edilir.
Kıvam alınca
tencerenin içinde tahta kaşıkla karıştıra karıştıra bayağı lokum gibi bir kez
daha kıvam aldırılır. Bu karıştırma işlemi helva artık koyulaştığı için daha da
zor olur. Karıştırırken bir miktar soğuyan helva artık tepsiye dökülür.
Bir gece
bekleyince kare şeklinde kesilir.
Tadı süt
reçeli diye satılan şeye benzer, ama çok daha tatlı ve güzeldir.
İskoç kadının
yaptığında ise süt ve şeker bir miktar da un ve tereyağı koyularak kaynatılıyor,
son anda içine karışık kuru yemiş atılıyordu. Böylece kıvam alması çok daha
kolay oluyordu. Diğer aşamalar ise karıştırma kısmı çok daha kısa olacak
şekilde aynı idi. Elbette tadı bizim süt helvasından biraz daha farklı ama oldukça
benziyordu.
İkramın da
bayramlara özel bir ritüeli vardı.
Gümüş bir
tepsi üzerinde, iki gümüş şekerlik bulunur, birine çikolata, diğerine süt helvası doldurulurdu. Gelen
misafirler maratona girmiş gibi birkaç evi ziyaret etmiş, bir kaçını da edecek
olduklarından çok oturamayacakları bilinirdi. Böylece koltuklara oturur oturmaz,
önce bu tepsi dolaştırılır, kahve isteyip istemedikleri sorulurdu.
Bizim evde
çikolatanın yüzüne kimse bakmaz, süt helvası ise çabucak biterdi.
Ben de
bayramlarda Pazar’a giden ekiptendim. Giderken Trabzon’dan tatlılar, börekler,
çikolatalar götürürdüm. Son yıllarda Meydan’da, renk renk, çeşit çeşit meyve
pestilleri satılmaya başlamıştı. İnsanların artık günde 10/15 dilim baklava
yemekten burunlarından şeker soluduklarını bildiğim için değişiklik olsun diye
bu pestillerden götürmeye başladım.
Pestilleri sıra
sıra büyücek tepsilere dizip, onu ikram etmeye başladık. Süt helvası kadar
rağbet gördü, son birkaç bayramda hep pestil ikram ettik.
Geçen sene
ilk defa ben de süt helvası denedim ve tutturdum. Bu yıl Çanakkale’de çok güzel
browni yapan bir işletme keşfettim. Ona browni yaptırıp lokum büyüklüğünde
kestirdim, tabii sosyal izolasyon devam ediyor, eve gelen giden yok, hepsini
biz yedik.
Umarım bundan sonra bayramlar, telefonla değil, eskisi gibi yüz yüze bayramlaşmalı olur.