Bu hafta, fakülteden arkadaşım Gülçin Olcay (Gökseyitoğlu) ziyaretime geldi. Pandemi günlerinde olduğumuz için dışarıda çok az zaman geçirdik genellikle köydeydik.
Daha geldiği akşam, onu bahçe sulamaya götürerek sağlam bir kültür şoku yaşamasına sebep oldum. Bu yıl havalar oldukça dengesiz gittiği için, sebze bahçesi ve bostanda hiç bereket yok. Ben Gülçin’in kısmetine çok inanırım, sırf ona vermemiz için sebze olacak sanmıştım, ama giderken yanına bahçeden sadece biraz biber verebildik.
Hemen her sabah, kahvaltı yapar yapmaz, denize girmek için Lapseki’ye gittik. Bu yıl denize girmek için Lapseki plajlarını tercih ediyoruz, çünkü çevredeki albenisi ve bilinirliği en az olan plajlar bunlar, sadece Lapseki’de yaşayan insanlar geliyor ve ikindiye kadar oldukça sakin oluyor, plajlar öğlene kadar işletmeye bile açılmıyor. Biz her sabah denize girip biraz güneşlendikten sonra insanlar gelmeye başlayınca geri döndük.
Sadece bir sefer de komşu köyümüzde yeni açıldığı için henüz kimsenin pek bilmediği bir at çiftliğine gittik, açık havada ve çok güzel bir manzara eşliğinde çay içtik.
Bunun dışında sürekli evdeydik. Avluya iki şezlong yaptırdım, geniş olduklarından, üzerlerinde yatak gibi yatılabiliyor. Tam da perseid meteor yağmuru günlerine denk geldik, geceleri şezlonglara yatıp yıldızları seyrettik. Gökyüzü çok güzeldi, fakat her nedense meteorlar Gülçin’in bakmadığı zamanlarda kaymayı tercih ettiler. Ben ise hayatımda gördüğüm en uzun ve güzel yıldız kaymalarını gördüm. Bu sefamız sırasında her gece bir kurbağanın haç yolculuğu gibi avluya geldiğini fark ettim, acaba onu öpmemizi bekleyen gizli bir prens mi diye dalga geçtik.
Kayda değer bir şey de deniz tarağı yiyişimizdi, çünkü Gülçin, deniz tarağının tadını merak ediyordu, ben de sırf onun için biraz alıp buzluğa atmıştım. Yemek programlarında sürekli kararında pişirilmezse çok kötü olduğu söylendiği için korkarak pişirdik ama gayet başarılı oldu. Böylece Gülçin’e iyi bir doğum günü yemeği yapmış olduk.
Geçen yıl, Gülçin’le ağustosun son haftasında beraber Gökçeada’da tatil yapmıştık. Gülçin ağustos doğumludur, geçen yıl doğum gününden hemen sonra gelmişti, bu yıl ise hemen önce geldi. Bir türlü doğum gününü denk getiremedik, ancak geçen yıl temsili bir pasta kesmiştik, bu yıl ise pastaya kimsenin ihtiyacı olmadığını düşünüp, cevizli sucuk ile tabağa dekor yapıp bir dilek mumu üflettik. Yani aramızda doğum günü olmayan bir günde doğum günü kutlama gibi bir gelenek gelişmeye başladı.
Gülçin benim 1974 yılından beri arkadaşım, birlikte geçirdiğimiz ilk yılların anıları artık zihnimizden silinmeye başlamış, bir türlü netleştiremedik. Benim hatırladıklarımı o hatırlamıyor, onun anlattıklarını ise ben. Her ikimiz de Anadolu’dan gelmiş (Gülçin Sivaslı) iki kız çocuğu olarak, Ankara’daki ilk günlerimizi nasıl geçirdiğimize dair anılar oldukça silinmiş.
Bizden bir yıl sonra Gülçin’in kız kardeşleri de Ankara’ya geldikleri için onlara bir ev tutmuşlardı. Bu kız kardeşler (Gülay ve Güler), Gülçin’den sadece bir yaş küçük olan ikizler. Herkes onları birbirine karıştırırken, benim için sadece normal iki kardeş kadar benzerlerdi, hiç karıştırmazdım. Çünkü çocukluğumda onlardan çok daha fazla benzeyen bir başka ikiz kız kardeşle çocukluk arkadaşıydım, onları uzaktan ve arkadan görsem bile ayırt edebiliyordum. İlk ikizlerden edindiğim tecrübeyle bu ikinci ikizleri hiç karıştırmadım.
Önce Çankaya taraflarında bir apartmanda kalıyorlardı. Ben de neredeyse evin dördüncü kızı olarak o evde epeyce zaman geçirirdim. Dört kız çocuğu bir araya gelince ne yapar? Mesela ilk manikürümü o evde Gülçin yapmıştı.
Kızların üçü de oldukça şık giyerler, hepsinin vücutları da çok biçimli olduğundan ne giyerlerse yakışırdı. Gerçi hayatımızın bir döneminde o günün koşullarına uygun bir şekilde Gülçin de ben de parka, kot, bot üçlüsüyle ve erkek tıraşıyla militan gibi gezindiğimiz de olmuştu. Bu kıyafetlerle gezindiğimiz halde olaylardan uzak kalırdık. Hatta bir seferinde okulun önündeki meydanda toplanılmıştı, bir anda polis öğrencileri kovalamaya başladı. Herkes Kızılay’a doğru koşmaya başladı, biz muhtemelen sivil polis olan seyyar satıcıdan simit alma numarası ile durduk. Bir anda herkes bizim yanımızdan geçmiş oldu, biz geride kaldık. O gün kaçan herkes ama herkes yakalandı ve geceyi karakolda geçirdi, ertesi gün uykusuz gözlerle okula geldiler. Biz de herkese uyup koşmuş olsaydık, karakolda sabahlayacaktık, belki de o kılıklarımızla militan sanılıp, hırpalanacaktık.
Kısa süreli militan modamızın dışında Gülçin gayet şıktır, mesela sürekli topuklu ayakkabı giyer. Ayakları da oldukça biçimli olduğundan ayakkabı mum gibi durur. Benim ayaklarımda ise sanki hızar var, bir kez giydiğim ayakkabı akşama eskimiş olur. Tabii bu ayaklarla, sürekli dümdüz ayakkabılar giyerim. Bir gün Gülçin’in ayakkabı dolabına baktım, gözlerime inanamadım, bütün ayakkabıları en az 10 santim yüksekliğinde, incecik topuklu, benim giymeyi hayal bile edemeyeceğim ayakkabılar. Bunları nasıl giyiyorsun diye sordum, o da gayet rahat giyiyorum, ben de senin ayağındaki ayakkabıyı öldürsen giymem dedi. Ben, onunkini giyemeye kalkışsam beni öldürmeye hiç gerek yok ki, büyük olasılıkla ayakkabının üstünden düşüp, kafamı yararak, zaten kendim ölmeyi başarırım.
Benden çok daha feminen bir giyim tarzı vardır, ancak takı takmaz, ben ise takı delisiyim. İkimiz de pek makyaj yapmayız.
Bir başka benzemez tarafımız da beden termostatlarımız. Soğuk sever, evini ısıtmaz, kış günü bana sorsan çıplak dolaşır.
Benzer taraflarımız da çoktur, mesela ikimiz de yemek yapmayı severiz, mesleklerimiz konusunda çok ciddiyiz, hatta bu ziyaretinde aynı yazarları okuduğumuz fark ettik.
Bütün benzer ve benzemez taraflarımız, bir araya geldiğimiz zaman yok olur, aradan geçen zaman da silinir.
Gene eskiye dönecek olursam, Çankaya’daki evden en çok hatırladığım şeyler insan zihninin tuhaflığını ve gençlik tecrübelerinin hayat boyu nasıl bizimle kaldığını göstermesi açısından çok ilginç.
İkizlerin okulu bizimkinden erken kapandığı için, yıl sonunda birkaç hafta Gülçin’le ikimiz yalnız kalırdık. Yatakların içerisinde oturur, ellerimizde derslerde tuttuğumuz notlar, birimiz yüksek sesle okuyarak, diğerimiz de kendi notunu takip ederek, eğer farklı bir şey varsa ekleyerek, tartışarak, anlamaya çalışarak, çıkacak soruları tahmin ederek, saatlerce ders çalışırdık. İlk sene Gülçin organik komitesi yüzünden ikinci sınıfa devam edemedi. Yani sınıfta kalmadığı halde bir yıl kaybetti, o nedenle daha sonra birlikte ders çalışamadık. Ama o evde edindiğim gece çalışma alışkanlığı devam etti, önceden hep sabah erken kalkıp ders çalışırdım, o yıldan sonra ise her sınava hazırlanma sürecimde koynumda kitaplarla uyudum.
Trabzon’da sapsarı tereyağına alışık birisi olarak, Sivas’tan gelen, kar beyazı manda tereyağını çok yadırgardım. Manda yağı yiyene kadar sadece rengi koyu sarı olan tereyağlarının lezzetli olduğuna dair sarsılmaz bir inancım vardı. Her kahvaltıda o yağı bu kez lezzetsiz bulacağımı düşünerek yerdim ve her seferinde lezzetli olmasına yeniden şaşırırdım.
İnanılır gibi değil, ama o yaşımda bile, bir gece uzun uzadıya düşünüp, herhangi bir şeye karşı sırf benim bildiğimden farklı diye önyargılı olmamam gerektiğini kararlaştırmıştım. Bir çok insanın önyargılı olduğu pek çok şeye karşı herhangi bir duygu yüklemediğimi defalarca gözlemlediğime göre bu kararımı daha sonraki hayatım boyunca kullanacak şekilde içselleştirmişim.
Ey manda tereyağı sen nelere kadirsin (!).
Bir başka hatırladığım ufak ama daha sonra bende etki bırakmış olan şey ise, komşuları olan bir Balkan kökenli hanımın, adet sancısını dindirmek için bize verdiği elma şarabıdır. Gerçekten de işe yarardı. Bu şarap benim ileride geleneksel tedavi yöntemlerine sıcak bakma sebeplerimin temeldir.
Elma şarabı deyip geçmeyin(!)
O evle ilgili hatırladığım şeylerden biri de bir gün evde yalnızken banyo yapmaya kalkışıp, şofbeni patlatmamdır. Aslında sadece biraz kirpiklerim yandı, ama çok korkunç bomba gibi ses çıktı. Apartmandaki bütün komşular kapıya geldi, üzerime havlu sarılı iken kapıyı açıp insanları yatıştırmam gerekmişti.
Bu konuda da dejavüler yaşadım (!).
Elazığ’da mecburi hizmet yaparken de şofben patlattım, kirpiklerimi, kaşlarımı yaktım. Elazığ’da bir sefer de mutfak dolabım duvardan kopup, büyük bir gümbürtüyle önce mutfak tezgahına, sonra da yere düşüp, bütün mutfak eşyamı kırmış, Çankaya’daki evde olduğu gibi, bütün komşuları kapıma yığmıştı. Bu kez de üzerimde gecelikle komşulara kapı açmak zorunda kalmıştım.
Çankaya’daki evle ilgili bir başka hatırladığım şey ise, alt katlarında oturan Pakistanlı ailenin dairesinden gelen kesif baharat kokusudur. Aile taşındıktan aylar sonra bile apartman kapısından girerken o koku burnuma dolardı. Hayatım boyunca bu kokuyu hatırlayıp, yaptığım herhangi bir yemeğin ana malzemesinin kokusunu bastıracak kadar baharat kullanmadım.
Demek ki doğru dürüst hatırlayamadığımız o evden hayatımıza ne kadar çok şey katılmış.
Sevgili Ayşenur doktorumuz, bahsettiğiniz arkadaşınız benim liseden öğretmenlerim Gülay ve Güler öğretmenlerimin kardeşleri. Yazınızı okuyunca dünya meğer gerçekten küçükmüş dedim.Kdz.Eregli Ticaret Lisesinde okurken öğretmenimiz olmuşlardı. Baha öğretmenimizin Gülay ogretmen evlendiler.velhasil, siz,ogretmenlerim ve ben nasıl ortak noktamız olur diye dusunseydik herhalde bulamazdik.Ama oluyormuş. Fındıklı-Rize Hülya İnce yil 1999 nöroganglioma tespitiniz olmustu. Sayenizde sağlıklı bir gida muhendisi kızım var. Sizi hiç unutmuyoruz. Sağlıklı günler dilerim. Sevgiler ❤
merhaba, sizi çok iyi hatırlıyorum. selam ve sevgiler. dünya küçük gerçekten