Geçen gün eski asistanlarımdan biri daha arayıp doçent olduğunu haber verdi. Ona, ilk bilimsel yazılarını ben yazdırmışım, akademisyen olma isteğini benim sayemde edinmiş, tabii bunu duymak beni onurlandırdı.
Onun akademik hayatında başarılı olacağından eminim, ancak madem bu konuda bana öykündü, o halde ardından gelen gençlerin (tabii ki çalışan, üreten, araştıran gençlerin) yolunu tıkayan değil, açan bir hoca olmasını öğütledim.
Ne yazık ki, çalışma hayatım boyunca ‘ben profesörlüğe yükseltilmeden, sen doçentlik sınavına giremezsin’ koşuluyla yardımcı doçent alan ya da ‘bizim yan dal ihtisasımız yok, şimdi size yan dal yaptırsak başımıza hoca kesilirsiniz’ diyerek, yardımcı doçentlerin yan dal ihtisası yapmasını engelleyen, hiç ihtiyaçları olmadığı halde, bölümden çıkan her yayında, kendi emeği olmasa da ilk isim yazılmak isteyen hocalara sıkça rastladım. Üniversitede bir gruplaşma olduğunda, kendi kanadında yer alır düşüncesiyle, kendi politik inanışına yakındır, ya da kendi kasabasının çocuğudur diye yetersiz, yeteneksiz, dar kafalı insanları üniversiteye dolduranları ise daha farklı bir gözle irdelemek lazım.
Sanırsın ki bu kürsüler babalarının malıdır, ardından gelenler akademik açıdan daha başarılı olursa taht elinden gidecek. Oysa tek tek kişiler değil, kurumlar/ üniversiteler önemlidir. Sonuç olarak ister kimse benden daha üstün olmasın düşüncesiyle olsun, ister politik olarak bana yakın dursun düşüncesiyle olsun, kapasitesi kısıtlı gençleri tercih etmek, ya da gençlerin heves ve çalışma alanlarını kısıtlamak, üniversitenin yerinde saymasına neden olur. Oysa üniversitelerden bilimsel atılımlar, toplumda fikir öncülükleri, yenilikler beklenir, doğal olan budur. Üniversiteleri yerinde sayan ülkeler yerinde sayar.
Bence kendinden sonra gel gençlerin yolunu tıkayan hoca, kendine güveni olmayan hocadır. Kürsümdeki gençler neden benim gölgemde kalsınlar, neden beni takip etsinler ki, önümde koşsalar ve bu sayede kürsüyü, dolayısıyla beni de daha ileri çekseler daha iyi olmaz mı? Böylece kurum genç enerjiyle, giderek daha ileri bir noktaya taşınır. Ben de onların başarısından hocaları olarak nasiplenir, keyif alır, ‘bu yayın benim öğrencimin çalışması’ diye hava bile atarım.
İhtisas yapmakta olan genç doktorlardan bazıları, eğitim ortamından etkilenir ve akademisyen olmaya heveslenir. Bence özellikle üniversite hastanelerinde ihtisas yapmakta olan doktorlara sadece uzman olma yolunda değil, akademisyen olma yolunda da formasyon vermeye gayret etmek gerekir.
Ben kendim, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanı olup, mecburi hizmet için kura çektim ve hiç niyetim olmadığı halde yeni kurulmakta olan Fırat Üniversitesinde akademisyen olmak zorunda kaldım. Bu kuranın ayrıntılarını daha önce defalarca yazdım. Kısmet neyse onu yaşıyor insan.
İhtisas sınavına girerken artık okumaktan, ders çalışmaktan, sınavlara girmekten usandım, okuma yazmayı bile unutacağım, şampuan etiketi bile okumayacağım diyordum. Şimdi gerçekten market alışverişi yaparken hiç etiket okumam, ama o günden beri girdiğim sınavların sayısını unuttum. Şu anda bile açık öğretim ikinci üniversite okuyorum.
Ben hiç düşünmediğim halde bir kura çekerek akademik hayata adım attım. Eğer Hacettepe Üniversitesinde bu kadar kapsamlı bir eğitim almamış olsaydım, asla çocuk ana bilim dalında tek öğretim üyesi olarak o ilk yıl yaptığım çalışmaları yapamazdım.
İşte, iş hayatımın o ilk yılında okulumun bana verdiği akademik formasyon o kadar hayat kurtarıcı oldu ki, ben de bu formasyonu kendi öğrencilerime vermek istedim.
İş hayatımın hemen tamamında, fakülte eğitim kurullarında, akreditasyon çalışmalarında seve seve görev aldım ve canla başla çalıştım. Mezuniyet öncesi dersliklerde hangi dersler anlatılacağı ve saatleri zaten bellidir. Anlatılacak dersin içeriği ve verilecek bilgileri güncel tutmak ise, sadece tıp eğitiminin olmazsa olmaz bir gereği değil, aynı zamanda hocanın kendine ve öğrencilerine gösterdiği saygının göstergesidir. Öyle ders notu bir kere hazırlanıp, yıllar boyunca tekrar, tekrar anlatılamaz, çünkü verdiğiniz bilgiler eski kalır.
Genel olarak ders içerikleri ve saatleri konusunda amfi dersleri şanslıdır. Asıl mesele çocuklar stajlara geldiğinde başlar, burada da genellikle dersliklerde işlenen dersler daha düzenli giderken, hasta başı pratiklerde ipe un serilir. Hocanın, hasta yükü oldukça ağır olduğu için, vizit, hasta bakımı, ya da ameliyat gibi hasta işlerini yapar, ya pratiğe gitmez, ya öğrencileri bir asistana devreder ve öğrenciler çoğu pratik saatlerini kantinlerde geçirir. Tabii hasta yükü çok ağır, ancak öğrencileri mesela vizite katmak, asistanla hasta konsülte ederken, intörne de neden bunu böyle yapacağını anlatmak da, programsız olsa da oldukça etkin ve öğrencinin ufkunu açan bir eğitim yöntemidir.
Asistan eğitimi ise daha da çok gümbürtüye giden bir şeydir. Çünkü genel olarak asistandan hasta işi yaparken öğrenmesi beklenir, oysa o da hala eğitim sürecindedir.
Ben kendi hayatımdan aldığım örnekten yola çıkarak hem genel pediatri eğitim programını, hem de endokrin yandal eğitim programını hiç aksatmadan sıkı sıkıya takip ettim. (Aslında son yıllarda artık ihtisas eğitimlerinin de mezuniyet öncesi tıp eğitimi gibi, ülke genelinde standardize edilme gayretleri var.)
Ben, Ana bilim dalı başkanı olunca, kürsünün eğitim düzeyini ileri taşımak amacıyla ilk iş, bütün ana yandal kürsülerini resmi olarak kurup, öğretim üyelerinin yan dal ihtisaslarını resmi olarak tamamlamasını sağladım. Tabii bu iş yazdığım kadar kolay olmadı, 6 yıl boyunca o zamanlar yandala henüz sınavla girilmediği için önce yanına adam göndereceğim hocayı ayarlamak için bin bir dil döktüm, sonra da yandala gönderdiğim herkesin işi yükünü kendim üstlendim. Bu arada Dr. Nilgün Kurucu’ya özel bir teşekkürüm var, çünkü hematolog arkadaşımızın işini o yüklendi, bunun dışında başka hiç kimseden tek kuruşluk yardım görmedim. Şimdi ise, KTÜ Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı ana bilim dalının hemen bütün yandal bilim dalları mevcut. Her türlü hastanın derdine daha üst düzeyde çare olunabiliyor, öğrencilere daha çağdaş yöntemler gösterilebiliyor. Demek ki o sıralarda gençlerin yolunu açmam ve o kadar sıkıntıya girmeme değmiş. Şu anda, görevimi yerine getirdim diye gönlüm rahat.
Ana bilim dalı başkanı olunca sadece öğretim üyelerinin eğitimlerine yüklenmedim. Asistanlarımız zaten oldukça yeterli bir eğitim programı uyguluyorduk, ben de kendi dönemimde onların en az bir genel pediatri kongresine bildirili bir şekilde gitmesini ve bir de yayın yapmasını şart koşmuştum. Hepsi kongreye bildiri ile gitmeyi sevdiler, ancak yazı yazmayı pek azı sevdi. Yazı yazmayı sevenlerin çoğu da akademisyen oldu, şimdi pek çok üniversitede öğrencim var. Hocaların hocasıyım.
Zaten benim dönemimden önce de asistanları kendi eğitim süreçlerinin aktif birer katılımcısı olmak zorunda bırakıyorduk. Hepsi en az birkaç kez vaka sunumu yapmak, makale ve konu anlatmak zorundaydılar. Yani bir sunum yapmanın, bir topluluğa bir konuyu enikonu anlatmanın bütün inceliklerini öğreniyorlardı. Böylece aslında onları sadece bir pediatri servis ve polikliniğinin sorumluğunu üstlenecek şekilde yetiştirmiyorduk, aynı zamanda birer eğitimci olabilecek donanımı da kazandırmaya çalışıyorduk. Böylece asistanlarımız, gittikleri başka üniversitelerde de ders anlatma konusundaki becerileriyle hocalarının gözlerini doldurmayı başardılar.
Birlikte çalıştığınız insanların yolunu açın, önlerinde engel olmayın. Başarıyı sizin desteğinizle kazansınlar, size rağmen değil. Ancak desteklediğiniz kişiden de he durumda size boyun eğmesini beklemeyin, çünkü aslında kişiye değil kurumun geleceğine yatırım yaptınız.
Doktor olmanın hele ki, akademisyen bir doktor olmanın bence en önemli kamplikasyonu da bir türlü emekli olamamaktır.
Galiba en iyi yaptığım şeylerden biri de vakitlice emekli olmak oldu. Dün sınıf arkadaşlarımızdan birini daha kaybettik, çok üzüldüm. Demek ki henüz sağlığın yerindeyken, birkaç yıl da kendin için yaşamak üzere emekli olmayı bilmek lazım.
Şimdi emekli bir hocaların hocası, bir ikinci üniversite öğrencisi, kendi çapında bir çiftçiyim.
Bu yazi bana universite yillarimi hatirlatti. Asistanligimda benden aldigi kitaplari bir daha geri vermeyen; makale yazmak istedigimde “hele dur bakalim, bu ne acele ?” diyen; derslere ugramayip asistanlari kullanan, ders kitabi yazdiran anli sanli hoca kisvesiyle ortalikta dolanan ama simdi ismi bile hatirlanmayan insanlarla calistim. Televizyonlarda ahkam kesen, profesor mahlasini siyaset ve ticarette kullanan, muayenehanelerde taksimetre calistiran, ozel hastanelerde ameliyat pesinde kosan hocalari gordukce Universitelerin bugun bile cok farkli yerler oldugunu sanmiyorum.