Monthly Archives: Kasım 2020

GÖĞE BAKAN KOCAKARI, 2020 ARALIK

GÖĞE BAKAN KOCAKARI, 2020 ARALIK

Bu ayın 16sında Hicri takvime göre 1441 yılının Rebiulahir ayından Cemzielevvel ayına geçiyoruz. Rumi takvime göre ise ayın 14ünde Aralık ayı başlayacak.

Aralık ayı ismi Türkçe olan nadir olan aylardan biridir.

Bu ay içerisinde bazı önemli gök olayları ise şöyledir; 14 Aralık günü 19;16da, yay burcunda güneş tutulmalı bir yeniay gerçekleşecek, 30 Aralık günü ise Yengeç burcunda bir dolunay var. Bu dolunay aynı zamanda kadim zamanlardan gelen Nardugan bayramıdır.

Aralık ayı bilindiği gibi yılın en kısa günlerini yaşadığımız bir aydır, 21 Aralık günü kış gündönümü yani en kısa günü yaşadıktan sonra, 25 Aralıktan sonra günler uzamaya başlar. Güneş kültünün ön planda olduğu Minthraizimde bu gün Minthranın(güneşin) doğumu olarak kutlanır. Daha sonra Hristiyanlığın yayılmak istediği bölgelerde çok miktarda bu kadim dine inananlar sayesinde bu gün Hz. İsa’nın doğum günü olarak kutlanmaya başlamıştır.

Nardugan bayramı ise 25 Aralıktan sonra gelen ilk dolunay günü kutlanmaktadır. Geçen yıl Ocak ayında olan Nardugan bu yıl Aralık ayının son dolunayına denk gelmektedir.

Nardugan bayramı da hem Ayaz Ata ile Noel babanın benzerliğinden (Noel baba giysileri eski Türk giysileridir) hem de karlı kışlı kutlamalardan ötürü (orta doğu kökenli bir dinde beklenmeyen) Nardugan Bayramından esin aldığını söylemek çok kolaydır.

Bu yıl bir de 21 Aralık günü Satürn ve Jüpiterin, kova burcunun sıfır derecesinde kavuşumları var. Bu kavuşum, astrologlar tarafından çok önemsenen bir olaydır, ayrıca 1200lü yıllardan beri ilk kez bu iki gezegen bu kadar yakın olacaklar. Aynı gün ay neredeyse ilk dördün fazında olduğu için umarım bu göksel olayı izlemek mümkün olur.

Aralık ayında beklenen fırtınalara gelince; 2 Aralık; Ülker dönümü fırtınası, 6 Aralık Zemheri Fırtınası, 9 Aralık Karakış Fırtınası, 21 Aralık Gün dönümü fırtınası olarak bilinir.

Zemheri, yani yılın en soğuk günleri 21 Aralıkta başlar ve 31 Ocakta sona erer.

Aralık ayında hamsi, lüfer, uskumru gibi balıklar kar suyu yedikten (iyi bir soğuktan) sonra yağlanırlar ve gayet lezzetli olurlar. Bu tip balıkların ızgarası ya da kendi yağında buharla pişirilmesi anlamına gelen çıtlaması çok lezzetli olur.

Bu ay bahçelerin derince kazılarak havalandırılması gerekir. fidan dikmek için de uygun bir aydır, genel olarak lahana, karnabahar, ıspanak, pazı, marul, havuç gibi kış sebzelerinin güzel olduğu zamanlardır. Bir de don olan yerlerde bazı ağaçlara malçlama yapılması gerekir.

Gün ışığını en az göreceğimiz ay olduğu için, uzun akşam saatlerinde yapılacak işler bulmak gerekir.

Bu yıl pandemi zamanı geceleri dolduracak sosyal etkinliklerden mahrum kalacağımız için ev içinde yapılabilecek aktiviteler düşünülmelidir.

Gelecek yılın bu yılı aratmaması en büyük dileğimizdir.

BEZDUM DA, BEZDUUUMMMM.

Pandemi, bütün düzenimizi alt üst etti. Arkadaşlıklarımızın şekli değişti, günlük işlerimizi daha çok internet üzerinden yapar olduk. Bütün yemeklerimizi evde yemeye ve sosyal hayattan ister istemez uzak kalmaya başladık.

Şu anda yine sokağa çıkma kısıtlamaları var. Pandeminin ilk günlerinde olduğu gibi 65 yaş üzerine tamamen yasak olmasa da günde sadece 3 saat sokağa çıkma izni var. Evde sadece ben kısıtlı değilim, ancak ben de, her gün sadece Sermin’le birlikte yürüyüşe çıkıp, geri döndüğüm için kendi gönlümle, kısıtlıyım.

Ben köyde yürüme taraftarıyım, ama Sermin köyde yürümek tamamen yasaklı olduğum günleri hatırlatıyor diyerek köyde yürümeyi ret ediyor. Biz de her gün ya Çanakkale, ya da Lapseki’ye giderek bomboş kordonlarda yürüyoruz. Kordonlar bomboş, çünkü yeme içme yerleri kapalı.

Geçen gün köyde yürüdüm. Bizim köyün kahvesi de kapalı. Kahve kapalı olunca köyde sosyal yaşam duruyor. Mevsim dolayısıyla toprakla uğraşma işi de bitti, hava soğuyunca büyükbaş hayvanları da artık otlamaya götürmüyorlar.

Sonuç, köy sokaklarında birkaç tavuk, kedi ve köpekten başka canlı kalmadı. Tabii bir de gezenti ben.

Gelibolu yarımadasında benden çok daha izole yaşayan bir arkadaşım var. Tamamen izole bir koyda özellikle kışın tamamen tek başına yaşıyor. Onun yaşadığı yere 5 kilometre uzaklıkta bir köy var, zaman zaman oradaki evine de gider. Şimdi o köyde de salgın varmış, köye bile gitmiyor. İstanbul’da yaşayan bir köylü, temaslı olunca 14 gün karantina önerilmiş, o da bir koşu köye gelip oturmuş, kimseye de karantinada olduğunu söylemediği için köyde bir salgın patlamış.

Bir başka arkadaşıma konuştum, eşinin bütün ailesi hastalanmış, eşi de her gün onlara gidip, eve dönüyormuş. Bir başka arkadaşımın baldızının kızının istenmesi aktivitesi nedeniyle sülalece hastalandılar. Sonuç olarak artık bu hastalık yabancılardan, kalabalıklardan bulaştığı kadar en yakınlarımızdan da bulaşıyor.

Sağlık Bakanlığı her gün hasta ve ölüm sayısını bildiriyor, ilginç bir şekilde bu rakamlara kendi de inanmıyor.

Bir yandan da sevindirici aşı haberleri gelmeye başladı. Biz yüksek risk gurubu olmadığımız için hemen aşılanma gayreti içinde olmayacağım, şimdilik mümkün olduğu kadar kendimizi korumaya, önlemlerimizi almaya çalışıyoruz. Bu kadar izole yaşama şansımız varken, aşı önceliği bizde değil. O nedenle aşı  biraz bekleyebilir.

Dün itibarı ile bahçede çalışma işim Mart ayına kadar bitti diyebilirim. Böylece bütün bu aylar boyunca beni oldukça oyalayan bahçe işinden mahrum kaldım, ne yapacağımı şaşırdım.

İyi ki bu kışın bu şekilde geçeceğini ön görüp açık öğretime başlamışım, hiç olmazsa böylece günde bir saatimi neyle geçireceğimi biliyorum.

Bir saat yürüyüş, bir saat ders, bir saat de piyanoya eziyet etmekle geçiriyorum. Her gün biraz da yoga yapmaya zaman ayırıyorum, uyku sürem de en fazla 6 saat. Yani her gün 14/ 15 saati dolduracak bir şeyler bulmak lazım. Öyle televizyon kuşu da değilimdir, vallahi ne yapacağımı şaşırdım.

Dün öğretmenler günüydü, birçok asistanım arayıp kutladı. Herkes evde nasıl zaman geçireceğini şaşırmış durumda yani yalnız değilim. Bu arada en şanslı olanlar yeni bebeği olan anneler (doya doya bebekleriyle zaman geçiriyorlar), en şansızlar ise okula gidemeyen (akranlarından uzak kaldılar) çocuklar ve ergenler diye düşünüyorum.

Bütün çalışma hayatım boyunca günde yüzlerce kişiyle muhatap olurdum. Odama giren çıkanın haddi hesabı olmadığı için, en soğuk kış günlerinde bile oksijensiz kalmamak için pencerem açık olurdu. Kışın soğuğu sırtıma vurur, bütün kış omuzlarım tutuk geçirirdim. Akşam eve gittiğimde, gün boyu bir türlü fırsat bulup da gidemediğim tuvalete zor yetişirdim. Sonra da koltukta yarı baygın yatardım.

Her zaman insansız yaşam sahası özlemiştim. Şöyle 2-3 ay tek başıma ıssız bir adada ya da dağda yaşamak gibi bir fantezi kurardım.

Ne dilediğine dikkat etmek lazım, olur da gerçekleşir.

Şimdi bütün hayatım boyunca dilediğim ıssız dağda, insansız yaşam sahasındayım. Vallahi çok zor. Zaman nasıl geçecek bilemiyorum.

Kuzenlerimden biri en çok lokantada yemek özlemiş, onu getir, bunu getir, çay getir, kahve getir ne mutluyduk diyor. Onun için dibin dibi, saçımı kendim kesiyorum daha ne olsun?

Ben ise en çok kaplıca ve masaj sayıklıyorum. Söyle sırtıma derin  bir masaj, göbek taşında kese köpük için neler vermezdim ki? Benim için dibin dibi evde oturmak. Vallahi bir yerlere gitsem kaldırım taşlarını bile yerim, o derece gezmeyi özledim.

Benim asıl korkum, uzun zaman böyle yaşadıktan sonra nasıl tekrar normale döneceğiz. Mesela ben evde 15/20 kişi ağırlar, hiç de zorlanmazdım. Şimdi, bugün eve bir kişi gelse elim ayağım dolanır diye korkuyorum.

Galiba bu işten sağ çıkarsak, soluğu psikiyatristlerde alacağız, tabii onlarda da akıl kalırsa.

SONBAHAR BURALARDA ZEYTİN ZAMANI, ZEYTİN NEDİR NE DEĞİLDİR? ZEYTİNE DAİR BİR KAÇ BİLGİ

Kasım ayında doğa çok güzel, yapraklar önce yavaşça sarı, sonra  turuncu ve kırmızının birçok tonunu göstere göstere dökülüyor. Gök bulutlarını kuşandığı için daha gösterişli ve daha ürkütücü bir hal aldı. Deniz ise dalgalara büründü.

Bu görsel şölen birkaç hafta sonra yerini karakışa bırakacak.

Sonbahar burada çiftçiler için çok çalışma vakti. Çünkü kışlık sebzeler dikiliyor, sonbahar meyveleri toplanıyor, tarlalar sürülüp, havalanmaya bırakılıyor, ağaçlar ilaçlanıyor, daha birçok şey yapılıyor. Mesela zeytinler toplanıyor, büyük bir kısmı yağ için sıkıma götürülüyor, bir kısmı yemeklik kuruluyor.

Bu yıl hem ayva hem de nar çok güzel ve bol, kavaklar da yapraklarını aşağıdan itibaren dökmeye başladılar. Ben ‘kocakarı’ bu yıl kışın ağır geçeceğine kanaat ettim.

Zeytin hakkında öğrendiklerimin bazılarını yazmak istedim.

Zeytin ağaçları eğer iyi verim almak istiyorsanız bakım gerektiriyor.

Zeytinden verim alabilmenin olmazsa olmazı, Mart ayında oldukça derinden güzelce budamak lazım. Eğer budamayı düzgün yapmazsan verim filan beklemeyin, çünkü budayarak ağacı meyve vermeye mecbur bırakıyorsunuz. Geçen yıl Gaziantep’te konuştuğum biri onların ağaçların bir yıl sol diğer yıl sağ taraftaki dallarını tamamen gövdeden budadıklarını söyledi. Böylece her yıl bir tarafın dalları uzarken, diğer taraftan zeytin toplamak mümkün oluyormuş ve her yıl eşit miktarda zeytin topluyorlarmış. Bizim bölgede bu usul bilinmiyor, budama her yıl bütün ağaca, gerekli görülen dallara yapılıyor.

Bu usule göre bir yıl zeytinin var yılı diğer yıl yok yılı oluyor.

Bakımın ikinci şartı ilaçlama; Kasım, Mart ve çiçek zamanı olmak üzere 2/3 kere ilaçlama yapılıyor. Biz doğal ilaçları tercih ettiğimiz için, Kasım ve Mart ilaçlamaları bakır sülfat (göz taşı, bordo bulamacı) ve gülleci bulamacı (yanık kireç) ile, çiçeklenme zamanı ise bor ile ilaçlıyoruz.

Bir başka şart ise ağaç altlarının kazılması, bu işlem genellikle sonbaharda yapılıyor. Kazma işini ise kökleri zedelememek için ağaca çok yakın değil, gölgesinin dışından yapmak gerekiyor.

Zeytin fazla su istemiyor, hatta çok sulanırsa dökülüyor. En çok temmuz, ağustos ve bir de toplamadan 15 gün önce olmak üzere yılda 3 kez sulanıyor. Büyük ağaçlar daha da az sulanıyor, hatta yılda sadece bir kez su veriliyor.

Zeytinin toplama işlemi ise istediğiniz yağ kalitesine göre erken hasat yapılabilir. Zeytin ne kadar kararırsa yağı o kadar fazla oluyor, ancak erken hasat yağın kalitesi çok daha yüksek. Bizim bölgede Kasım başında meyveler kararmaya başlayınca  toplanıyor.

Çanakkale bölgesi iki çok önemli zeytin bölgesinin arasında kalıyor. Güney tarafında Ayvalık var, ki zeytinyağı mükemmeldir. Öte yandan sofra zeytinin en güzel olduğu Gemlik bölgesine de yakınız. Bizim köylerde zeytinin çoğu sıkılıyor, aynı zamanda herkes kendi yiyeceği zeytini de kendi kuruyor.

Toplama işi oldukça zahmetli, ancak çok da zevkli. Önce ağaçların altları otlardan temizleniyor. Çünkü toplamak için önce yere kocaman yaygılar seriliyor, zeminin düzgün olması lazım. Daha sonra dallar tek tek elle tutulup, özel taraklarla sıvazlanarak zeytinler yere bu yaygının üzerine dökülüyor. Üst dallar için toprak üzerinde daha dengeli durması için A şeklinde özel yapım zeytin iskeleleri var. Çok ağacı olanlar ise genellikle elle toplamıyorlar, traktöre takılan bir ağaç sallama aparatı var, onunla ağaçları silkeleyerek topluyorlar.

Sonra bir kısım zeytin yemeklik ayrılıyor, büyük bir kısmı ise sıkıma götürülüyor. Bu mevsimde sıkım fabrikaları 7/24 açık. Eğer götürdüğünüz zeytin 100 kg’dan azsa hemen 1/8 oranında yağ alıp dönüyorsunuz, daha fazlaysa yağınızı almak için sıraya giriyorsunuz. Galiba makineler bir seferde birkaç yüz kilo  zeytin alıyor, eğer bu miktardan fazla zeytin verdiyseniz kendi zeytininizin yağını alıyorsunuz, daha az verdiyseniz diğer az zeytin veren kişilerle aynı seferde sıkılmış bir yağ alıyorsunuz.

Yağ bir hayli yeşil ve henüz yerleşmemiş olduğundan en az 2 ay bekletip kullanmakta fayda var, çünkü altına kahverengi bir pıhtı ‘ana’ birikiyor.

Kendi eviniz için zeytin kurmak istiyorsanız, önce zeytinleri olgunlaşma seviyelerine göre, siyah, pembe ve yeşil olmak üzere 3 ayrı gurup halinde seçiyorsunuz.

Zeytinleri renklerine göre ayırdıktan sonra 5 litrelik su şişelerine ya da aynı miktarda zeytin alan plastik bidonlara ağız kısmı biraz boş kalacak şekilde dolduruyorsunuz. Eğer bidon içine koyarsanız, zeytinleri bastıracak plastik bir süzgeç var, onu da üst kısma yerleştirmek gerekiyor.

Siyah zeytinler oldukları gibi bidona koyulup üzerine bir çay bardağı iri tuz ve bir çay bardağı ay çiçek yağı koyularak ışık ve hava almayacak şekilde 2 ay bekletiliyor. Bu bekleme süresinde 3,4 günde bir bidon yuvarlanarak tuzun her zeytine ulaşması sağlanıyor. İki ay sonunda sulanmış olan zeytinin siyah suları boşaltılıyor. Bir gün boyunca bir tepsi içinde açık havada kurumaya bırakılıyor. Bu şekilde yapılınca sele zeytini gibi buruşuyorlar. Bundan sonra sofra için isteğinize göre suda bekletip tuzunu azaltarak, ya da eğer sizin için tuzu uygunsa sadece istediğiniz şekilde çeşnilendirerek yiyorsunuz. Burada ön önemli şeylerden biri zeytine zeytin yağı sadece bu aşamada koyuluyor, uzun süre kendi yağında kalan zeytin yumuşarmış, ayrıca kullanılan ay çiçek yağı da zeytine parlaklık veriyormuş, istenmezse hiç kullanılmayabilir.

Yarı olgunlaşmış yani pembe renkli zeytinle bıçakla 2 yerinden çizilerek aynı şekilde bidona koyuluyor. Yine 1 çay bardağı iri tuz, bir çay kaşığı limon tuzu koyulup, bu kez bidonun boğazına kadar içme suyu dolduruluyor. Bu şekilde kurulan zeytinin suyun altında kalması önemli, yani zeytinleri suya batıracak plastik süzgeci kullanmak gerekli. Bu şekilde kurulan zeytin de hava ve ışık almayacak şekilde 2/ 3 ay bekletiliyor. Zeytinin acısı çıkınca istendiği şekilde zeytinyağı, limon ile lezzetlendirilerek yeniliyor.

Yeşil zeytinler ise taş ile kırılarak suya koyuluyor. Trabzon’da bu şekilde kurulan zeytine zaguda denir. Kırma zeytin içine sudan başka bir şey koyulmaz, 4/5 hafta boyunca acısı çıkana kadar birkaç günde bir suyu değiştirilir. Bundan sonra bozulmaması için yine bir bidon (5lt) zeytine 1 çay bardağı iri tuz koyulur.

Hem kırma hem de çizme zeytinler, tüketilirken tuzlu, yağlı su içerisinde bekletilir. Bozulmaması için bidonlara 1 çay kaşığı kadar limon tuzu koyulabilir.

Zeytin aslında Akdeniz bölgesinin ağacıdır. Zeytinin klasik yetişme coğrafyasına bakarak, Roma İmparatorluğunun sınırlarını çizmek mümkündür. Çünkü bu dönemde özellikle aydınlatma için kullanılmış, ticari değeri yüksek bir bitkidir. Dünyada insan eliyle monokültürleiştirmenin ilk örneklerinden biridir. Son dönemlerde zeytinyağının önemi anlaşıldıkça dünyanın pek çok bölgesinde de yetiştirilmeye başlanmıştır.

Zeytin, Akdeniz ve çevresinde  o denli önemli bir kültür ögesidir ki, semavi dinlerde de zeytine oldukça önemli atıflarda bulunulur. Örnek; İsa peygamberin son yemeği zeytin bahçesindedir, Kuranı Kerimde Zeytin Suresi vardır. Yani zeytin Yahudi ağacı değildir, insanlığın, ortak değerlerin ağacıdır.

Uygarlığın başladığı bölgelerden biri olan Akdeniz bölgesi, Helen Uygarlığı aracılığıyla bütün Avrupa ve Yeni dünyaya uygarlık ihraç etmiştir. Şimdi de kadim zeytin ağacı aracılığı ile Akdeniz uygarlığı dünyaya ilham vermeye devam ediyor.

Bir hekim, bir metabolizmacı olarak zeytinin bir meyve, zeytinyağının da aslında bir çeşit meyve suyu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. İçerisindeki tekli ve çoklu doymamış yağ asitleri, E vitamini ve bir çok çeşit biyokimyasal madde sayesinde antioksidan özelliği fazla, kalp koruyucu bir yağ olduğu bir çok bilimsel gözlem ve deneyle kanıtlanmıştır.

Trabzon’da ve Rize’de de bahçemizde tek zeytin ağaçları mevcuttu, ancak Çanakkale’ye gelince birkaç ağacı olan bir bahçe aldım, birkaç ağaç da kendim diktim. Şimdilik öğreniyorum.

Bu arada İzmir Foça’da bir köye yerleşen arkadaşlarım Özen ve Haluk Uluutku çiftine zeytin ağaçlarından birine benim adımı verme nezaketi gösterdikleri için teşekkür ederim. Üstelik benim ağacım ‘delice’ imiş, yani yaban ağacı, yani dünya mirası, yani bir biyolojik hazine. Ağaca adımı vermelerine çok sevindim, bir deliceye benim adımı münasip görmelerine daha da çok sevindim.

Sonbahar

GINDIRLANMAYA DEVAM, DÜZÜMÜZE ÜÇ DÖNÜM ÇAY GELDİ DE ACABA YANINDA İSKELETLER DE Mİ MİSAFİR GELDİLER?

Gındırlanıp gidiyk (yuvarlanıp gidiyoruz) dedim ya, her türlü yuvarlanmaya devam.

Geçen haftalarda içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı. Hasta bir arkadaşım var, ona yordum. Evde, bozulan, tamire çalıştıkça iyice iptal olan aletler, ilerlemeyen işlerimiz var, onlara yordum. İzmir depremini biz de bir hayli hissettik, üzüldük, sarsıldık, ona yordum. Yolcum var gelecek, ona yordum.

Ama hayır, ne yaptıysam içimdeki baskı gitmedi. Kendimi kasmaktan sırtım, belim boylu boyunca tutuldu. Ben hala bir felaket beklentisi içindeydim. Derken, Pazar’daki çaylıklardan birinde heyelan oldu, haberini aldık. Demek ki, sıkıntımın sebebi buymuş, can kaybı olmadığını öğrenince huzura kavuştum.

Çanakkale’de yaşama kararı aldığımızda, bölgenin birinci derece deprem bölgesi olması nedeniyle acaba deprem açısından düşük riskli bölgeden yüksek riskliye göçmek doğru mu diye tartışıp, yaşamakta olduğumuz bölgenin sel bölgesi olduğunu yani doğal afetlerden kaçış olmadığını düşünmüş ve depreme dayanıklı bir ev yaptırma koşulu ile göç etmeye karar vermiştik.

Gerçekten de depreme dayanıklı bir inşaat yaptırdık. Ancak elbette buraya geldiğimiz günden beri hiç alışık olmadığımız kadar sık deprem sarsıntısı hissettik. Çanakkale ve Balıkesir’de bize 100 km’den daha yakın birkaç deprem oldu. Gene de, bizim evde hiç biri geçen İzmir depremi kadar şiddetli hissedilmedi. Hatta evin içinde buzdolabı birkaç santim yürüdü. Bu da bize uyarı oldu, şimdi buzdolabını da duvara sabitleyeceğiz. Demek ki inşaatı yaparken gösterdiğimiz özeni eşyaları yerleştirirken gösterememişiz.

Karadeniz’de yaşarken sellere alışıktık, çocukluğumun yazları Yıldızlı köyünde geçti, bu köy bir heyelan sonrası gelişen Sera gölüne çok yakındır. Dahası, Giresun’dan Trabzon’a kadar bütün derelerin taştığı, köprülerin yıkılıp, dağların eriyerek denize karıştığı, 1990 yılındaki büyük selde Trabzon’daydım.

Bunun dışında her yıl dere yataklarının inşaatlarla, derelerin denize kavuşum noktalarının sahil yolu ile tıkandığı bölgeden en az bir önemli sel haberi gelir. Maçka, Çatak’ta atmıştan fazla kişinin öldüğü heyelan olmuştu. Yolda heyelan tehlikesi var diye otobüsler beklemeye alınmıştı, yolcular kır kahvesinde beklerken toprağa gömülmüşlerdi. İşte o heyelan olmadan birkaç saat önce ben de o yoldan geçtim, gerçekten yollarda bir çok mini heyelan vardı (Trabzon/Elazığ yolu üzerinde).

Sermin yıllarca Pazar’da yaşayıp, Rize’de çalıştı. O işte ya da evdeyken yolda heyelan olup da bulunduğu yerde mahsur kalması artık alıştığımız olaylardı. Hatta bir sene yaşadığımız evin karşısındaki evin içine heyelan toprağı girerek komşuların ölümüne sebep oldu. Bizimkiler, bu olaydan sonra yıllarca kış aylarında büyük evde oturmadılar. Yani sel sularının sebep olduğu heyelanlar hayatımızın bir parçası oldu diyebilirim.

Karadeniz’de çocukluğumda da sel olurdu, ancak yanlış yapılaşma, su yollarını tıkayan yol inşaatları ve erezyon sebebiyle sel ve heyelan son yıllarda, neredeyse gündelik hayatın bir parçası haline geldi.

Sel deyince insanların aklına masum bir su birikintisi gelebiliyor, ama işin gerçeği öyle değil, toprak suya doyunca sıvılaşıyor ve artık ortalığa akan su değil, çamur. Hatta bütün bir arazi parçası.

İşte bizim düzlerde de bu tür bir heyelan oldu. Düz kelimesi garip gelmesin ve bilindik anlamda bir ova olarak da düşünülmesin. Bizim oralarda dağlar denizden birden bire fışkırdığı için ev yapacak kadar düzlük alan bile yoktur. Bizim ‘düz’ dediğimiz çaylığımız da sanırım en az 25/30 derece yer yer daha da dik eğimi olan, tepe ile dere arasındaki bir arazidir.

Bizim arazi ile dere yatağı arasında, Karadeniz’e akan her derede olduğu gibi, yukarı köylere çıkan bir asfalt yol var. Ayrıca yine her dere gibi, yolunu tıkayan inşaatlar, sel yatağını hiç düşünmeden inşa edilmiş köprüler ve hatta tam deniz çıkışını tıkayan dev bir cami var.

Karadeniz derelerinin her biri tek bir su yatağından oluşmaz, bir sürü derenin oluşturduğu bir su havzasıdır. Yağmur çok bol olduğundan, derenin etrafı çoğu yerde dik yamaçlarla belirlenmiştir. Ancak gür bir yağmurda ortaya çıkan bir çok tali derecik de bu sisteme dahildir.

Bahsettiğim arazinin önünde dereye komşu yol, arkasında yüksekçe bir tepe ve bir kenarı boyunca da dereye ulaşan bir su kanalı, diğer kenar boyunca yukarıdaki evlere giden bir tali yol vardır. Bu yola yakın bir noktada da ‘yarıcı’ evimiz var.

Karadeniz’de yarıcılık sistemi vardır, mülküne bir aile oturtursun, onlar toprağı ekip biçer (çay yapar), mal ve masraflar senden, emek yarıcıdan, çaydan gelen para yarı yarıya bölüşülür, bu arada yetiştirdiği sebzeler ve hayvan ürünleri kendine aittir, arada sıra hediye niyetine getirirler, bazen de yumurta filan istersin. Bu sistem yüzyıllardır böyle devam eder. Yarıcı ev kirası vermez ve aileden bir kişiye tarım işçisi sigortası yaptırılır. Böylece herkes halinden memnundur. 

Zaman içerisinde düzün yukarısındaki mahalledeki evler, tek katlı köy evlerinden apartmanlara evrildiler. Ancak bu apartmanlara kanalizasyon ya da fosseptik yapmadılar,  atık sularını bizim araziye doğru salıverdiler. Tabii bizim düzün kanal tarafı ciddi şekilde hasar gördü, bataklık haline geldi ve bu bölgece çaylar kurudu.

Bizimkiler bu durumu defalarca belediyeye bildirmişler ve yukarı mahalleye kanalizasyon yapılması talebinde bulunmuşlar. Tabii ki, bu başvurular hiç ciddiye alınmamış.

Apartmanlarda yaşayan nüfus arttıkça atık su miktarı da arttı. Toprak hiç yağmur yokken de suya doygun bir haldeydi, biraz yağmur yağınca tepeden 3 dönüm kadar arazi kopup, bizim bataklık olan alana doğru kaydı.

Neyse ki apartman önündeki çaylık aşağı kaydı, ama heyelan eve tam bir metre mesafede durdu, ama tabii her an aşağı inebilir..

Sonuç bizim bataklık alan üzerinde yukarıdan inen 3 dönüm arazi, üzerindeki çaylar ve muhtemelen 5 tane de mezar var. Bu da bir Karadeniz adetidir, evlerimiz gibi mezarlarımız da dağınıktır, herkes cenazesini çaylığının bir köşesine gömer. Yani köylerde her evin bahçesi mezarlıktır.

Şimdi bizim çaylıkta 5 mezar gömülü olabilir.

GINDIRLANIP GİDİYK VE BÜYÜĞÜ DELİ KÜÇÜĞÜ DELİ BEŞİKTEKİ BAŞINI SALLIYOR, BU SENE EN ÇOK AKLIMA GELEN SÖZLER BUNLAR. GINDIRLANIRKEN BİR DE DOKTORLUK HİKAYEM VAR.

Mecburi hizmet için Elazığ’a gittiğim dönemde, tanıştığım herkes bana yöresel ağızdan bir şeyler anlatmıştı. Mesela birine nasılsın diye sorduğunda ‘gındırlaniyk ha’ ya da ‘gındırlanıp gidiyk’ (yuvarlanıp gidiyoruz) şeklinde bir cevap almanız çok normal diye uyarılmıştım. Her ne kadar hiç kimseden bu cevabı almasam da söz hiç aklımdan çıkmadı.

Bu yıl genel ruh halimi soranlara ‘gındırlaniyk’ cevabı vermeyecek baba yiğit varsa çıksın karşıma.

Ne gariptir ki bütün ülke toprakları da gerçek anlamda gındırlani. Neredeyse bütün fay hatları faaliyete geçti. İran sınır bölgesinden Yunan adalarına sallanıp duruyoruz.

Büyüğü deli, küçüğü deli, beşikteki başını sallar sözü de hemen her ay yeni bir fay hattı aktive olunca aklıma gelen bir söz.

Allah sonumuzu hayırlara ulaştırsın.

Bu yıl emekli olmamın üzerinden 5 yıl geçti. Artık kolay kolay mesleki bir bilgi paylaşmam diye düşünüyordum, ancak geçen ay başımdan geçen bir olayı yazmam gerektiğini düşündüm. Dedim ya gındırlanik, bu kez eskilere gındırlanıp biraz hocalık öğüdü vereyim dedim.

Funda’yı, Çanakkale’de, bir arkadaşım sayesinde tanıdım. Geçen ay bana telefon açarak, bir hemşire arkadaşının 5 yaşındaki kızının vajinal akıntısı ile ilgili danıştı. Vajinal bir akıntı olunca insanların aklına hemen ‘erken ergenlik’ geldiği ve Çanakkale’de çocuk endokrin doktoru olmadığı için, bana ulaşmışlar.

Telefonda çocuğun akıntısının vasfını sorgulayınca adet kanaması değil de içine kan karışık iltihap olduğunu anladım. Yani çocukta ağır bir vajenit (vajen enfeksiyonu) vardı.

Herhangi bir diğer ergenlik belirtisi olmadan adet görmesi oldukça nadir görülen bir durumdur, genellikle kanamadan önce meme gelişimi, ya da kıllanma gibi belirtiler olur. Erken ergenlik durumunda da, ergenlik belirtilerinin sırası genellikle normal ergenlik gibi olur.

Adet kanamasında genellikle akıntı kırmızı kan şeklinde olmasına rağmen, bazen kahverengi sürüntü şeklinde hatta pıhtılı olabilir. Kokusu da kan kokusuna benzemekle birlikte taze kandan biraz daha ağır bir kokudur, bu kokuyu annenin çok iyi tanıması ve tarif etmesi beklenir.

Akıntının pis kokulu ve iltihaplı olması vajenit belirtisidir, bazen bu akıntı sadece çamaşır içine sürüntü şeklinde bazen de bol miktardadır.Sonuç olarak bana telefonda danışılan çocuğun durumu vajenitle uyumluydu. Vajenit bu yaştaki çocuğun henüz vajen pHsı asitleşmemiş olduğundan kolayca gelişir, daha da önemlisi çocuğun bu bölgesindeki anatomik yapılar birbirine çok yakın olduğu için hemen idrar yolları enfeksiyonuna dönüşür.

Bir türlü düzelmeyen  idrar yolu enfeksiyonu olan kız çocuklarında, özellikle de üreyen organizma idrar yollarında enfeksiyon yapması beklenen e coli gibi bir organizma değil de, ciltte enfeksiyon yapması beklenen staf, strep gibi bir mikropsa hemen akla vajenit gelmelidir.

Vejentit genellikle aktif seks hayatı olan yetişkin kadın hasatalığıdır. Bu yaştaki bir çocukta vajen iltihabı olmasının birkaç sebebi olur.

Bu durumda, maalesef, bu kadar küçük bir çocukta bile cinsel taciz akılda bulundurulması gereken ilk şey. Ancak bu durumun sorgulanması telefon ile yapılamayacak kadar nazik bir konu olduğundan hiç sormadım.

Elbette bunun dışında rekto vajinal fistül gibi çok ciddi anatomik sebepler bile olabilir ama bu durumda da daha kronik/ tekrarlayan enfeksiyonlar ya da akut fistüle sebep olabilecek travma ameliyat gibi şiddetli bir hikaye, dışkı kaçırma vb olurdu.

Ancak bu çocuğun hikayesi birkaç gün önce aniden başlamıştı, bu durumda, kıl kurdunu ilk planda düşünmek gerekir. Kıl kurtları anüste kaşıntıya sebep olurlar, kaşınırken, anüsteki bakteriler vajene doğru taşınıp, kolayca enfeksiyon gelişebilir. Buradaki en önemli belirti de kaşıntı ve bazen de dışkı üzerinde ya da anüs çevresinde görülen kıl kurtlarıdır.

Son yıllarda, bu yaşlarda, özellikle de bu kadar yoğun vajenit durumunda en sık sebep olarak vajen içerisinde yabancı cisim görmeye başlamıştım. Bir seferinde bir çocuktan saç tokası çıktığını bile hatırlıyorum ancak vajendeki yabancı cisim genellikle tuvalet kağıdı parçası oluyor. Çocuk temizlik yapmaya çalışırken, kağıt ıslanıp, bir topak oluşturuyor ve bu topak da hymen ( kızlık zarı) açıklığından sığacak büyüklükte olup, içeri itilebiliyor. Vajen içerisinde kalan bu kağıt parçası kolayca enfeksiyon oluşturuyor. Buna benzer en az 15/20 vaka gördüğüm için telefonda hemen büyük olasılıkla vajen içerisinde tuvalet kağıdı parçası olduğunu ve çocuk cerrahları tarafından yabancı cisim çıkartılmadan enfeksiyonun düzelmeyeceğini anlattım.

Telefonda yarım dakikada izah ettiğim durumdan kurtulmak aile için 20 gün süren bir macera halini almış.

Kadıncağız, benimle konuşulduktan sonra, çocuğunu alıp, çocuk cerrahına gitmiş, onlar kadın doğumcuya, kadın doğumcular, çocuk doktoruna göndermişler. Çocuk doktoru da bir idrar kültürü alıp çocuğu eve göndermiş. Herhangi bir iyileşme olmayınca, annenin aklına benim sözlerim gelmiş ve çocuğunu İstanbul’a götürmüş. Orada, vajenden kağıt topağını çıkartan doktor bu kadar basit bir şey için mi buraya kadar geldiniz diye şaşırıp kalmış.

Daha sonra aile kontrol için tekrar gittiklerinde bir de çocuğun psikolojisini bozuldu diye (aslında anneninki bozuldu) bir de psikoloğa gitmişler.

Burada da bütün bu hikayeye rağmen evvel emirde çocuğa cinsel taciz yapıldığı düşünülerek ona göre davranılmış.

Sonuç ne mi? Ey tuvalet kağıdı sen nelere kadirsin.

Bu kadar basit bir olayın büyük bir macera, aile ve çocuk için psikolojik travma haline gelmesinde yani olayın genelinde bilgi ve deneyim noksanlığı gördüğüm için yazmayı uygun buldum.

Show Buttons
Hide Buttons