Gındırlanıp gidiyk (yuvarlanıp gidiyoruz) dedim ya, her türlü yuvarlanmaya devam.
Geçen haftalarda içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı. Hasta bir arkadaşım var, ona yordum. Evde, bozulan, tamire çalıştıkça iyice iptal olan aletler, ilerlemeyen işlerimiz var, onlara yordum. İzmir depremini biz de bir hayli hissettik, üzüldük, sarsıldık, ona yordum. Yolcum var gelecek, ona yordum.
Ama hayır, ne yaptıysam içimdeki baskı gitmedi. Kendimi kasmaktan sırtım, belim boylu boyunca tutuldu. Ben hala bir felaket beklentisi içindeydim. Derken, Pazar’daki çaylıklardan birinde heyelan oldu, haberini aldık. Demek ki, sıkıntımın sebebi buymuş, can kaybı olmadığını öğrenince huzura kavuştum.
Çanakkale’de yaşama kararı aldığımızda, bölgenin birinci derece deprem bölgesi olması nedeniyle acaba deprem açısından düşük riskli bölgeden yüksek riskliye göçmek doğru mu diye tartışıp, yaşamakta olduğumuz bölgenin sel bölgesi olduğunu yani doğal afetlerden kaçış olmadığını düşünmüş ve depreme dayanıklı bir ev yaptırma koşulu ile göç etmeye karar vermiştik.
Gerçekten de depreme dayanıklı bir inşaat yaptırdık. Ancak elbette buraya geldiğimiz günden beri hiç alışık olmadığımız kadar sık deprem sarsıntısı hissettik. Çanakkale ve Balıkesir’de bize 100 km’den daha yakın birkaç deprem oldu. Gene de, bizim evde hiç biri geçen İzmir depremi kadar şiddetli hissedilmedi. Hatta evin içinde buzdolabı birkaç santim yürüdü. Bu da bize uyarı oldu, şimdi buzdolabını da duvara sabitleyeceğiz. Demek ki inşaatı yaparken gösterdiğimiz özeni eşyaları yerleştirirken gösterememişiz.
Karadeniz’de yaşarken sellere alışıktık, çocukluğumun yazları Yıldızlı köyünde geçti, bu köy bir heyelan sonrası gelişen Sera gölüne çok yakındır. Dahası, Giresun’dan Trabzon’a kadar bütün derelerin taştığı, köprülerin yıkılıp, dağların eriyerek denize karıştığı, 1990 yılındaki büyük selde Trabzon’daydım.
Bunun dışında her yıl dere yataklarının inşaatlarla, derelerin denize kavuşum noktalarının sahil yolu ile tıkandığı bölgeden en az bir önemli sel haberi gelir. Maçka, Çatak’ta atmıştan fazla kişinin öldüğü heyelan olmuştu. Yolda heyelan tehlikesi var diye otobüsler beklemeye alınmıştı, yolcular kır kahvesinde beklerken toprağa gömülmüşlerdi. İşte o heyelan olmadan birkaç saat önce ben de o yoldan geçtim, gerçekten yollarda bir çok mini heyelan vardı (Trabzon/Elazığ yolu üzerinde).
Sermin yıllarca Pazar’da yaşayıp, Rize’de çalıştı. O işte ya da evdeyken yolda heyelan olup da bulunduğu yerde mahsur kalması artık alıştığımız olaylardı. Hatta bir sene yaşadığımız evin karşısındaki evin içine heyelan toprağı girerek komşuların ölümüne sebep oldu. Bizimkiler, bu olaydan sonra yıllarca kış aylarında büyük evde oturmadılar. Yani sel sularının sebep olduğu heyelanlar hayatımızın bir parçası oldu diyebilirim.
Karadeniz’de çocukluğumda da sel olurdu, ancak yanlış yapılaşma, su yollarını tıkayan yol inşaatları ve erezyon sebebiyle sel ve heyelan son yıllarda, neredeyse gündelik hayatın bir parçası haline geldi.
Sel deyince insanların aklına masum bir su birikintisi gelebiliyor, ama işin gerçeği öyle değil, toprak suya doyunca sıvılaşıyor ve artık ortalığa akan su değil, çamur. Hatta bütün bir arazi parçası.
İşte bizim düzlerde de bu tür bir heyelan oldu. Düz kelimesi garip gelmesin ve bilindik anlamda bir ova olarak da düşünülmesin. Bizim oralarda dağlar denizden birden bire fışkırdığı için ev yapacak kadar düzlük alan bile yoktur. Bizim ‘düz’ dediğimiz çaylığımız da sanırım en az 25/30 derece yer yer daha da dik eğimi olan, tepe ile dere arasındaki bir arazidir.
Bizim arazi ile dere yatağı arasında, Karadeniz’e akan her derede olduğu gibi, yukarı köylere çıkan bir asfalt yol var. Ayrıca yine her dere gibi, yolunu tıkayan inşaatlar, sel yatağını hiç düşünmeden inşa edilmiş köprüler ve hatta tam deniz çıkışını tıkayan dev bir cami var.
Karadeniz derelerinin her biri tek bir su yatağından oluşmaz, bir sürü derenin oluşturduğu bir su havzasıdır. Yağmur çok bol olduğundan, derenin etrafı çoğu yerde dik yamaçlarla belirlenmiştir. Ancak gür bir yağmurda ortaya çıkan bir çok tali derecik de bu sisteme dahildir.
Bahsettiğim arazinin önünde dereye komşu yol, arkasında yüksekçe bir tepe ve bir kenarı boyunca da dereye ulaşan bir su kanalı, diğer kenar boyunca yukarıdaki evlere giden bir tali yol vardır. Bu yola yakın bir noktada da ‘yarıcı’ evimiz var.
Karadeniz’de yarıcılık sistemi vardır, mülküne bir aile oturtursun, onlar toprağı ekip biçer (çay yapar), mal ve masraflar senden, emek yarıcıdan, çaydan gelen para yarı yarıya bölüşülür, bu arada yetiştirdiği sebzeler ve hayvan ürünleri kendine aittir, arada sıra hediye niyetine getirirler, bazen de yumurta filan istersin. Bu sistem yüzyıllardır böyle devam eder. Yarıcı ev kirası vermez ve aileden bir kişiye tarım işçisi sigortası yaptırılır. Böylece herkes halinden memnundur.
Zaman içerisinde düzün yukarısındaki mahalledeki evler, tek katlı köy evlerinden apartmanlara evrildiler. Ancak bu apartmanlara kanalizasyon ya da fosseptik yapmadılar, atık sularını bizim araziye doğru salıverdiler. Tabii bizim düzün kanal tarafı ciddi şekilde hasar gördü, bataklık haline geldi ve bu bölgece çaylar kurudu.
Bizimkiler bu durumu defalarca belediyeye bildirmişler ve yukarı mahalleye kanalizasyon yapılması talebinde bulunmuşlar. Tabii ki, bu başvurular hiç ciddiye alınmamış.
Apartmanlarda yaşayan nüfus arttıkça atık su miktarı da arttı. Toprak hiç yağmur yokken de suya doygun bir haldeydi, biraz yağmur yağınca tepeden 3 dönüm kadar arazi kopup, bizim bataklık olan alana doğru kaydı.
Neyse ki apartman önündeki çaylık aşağı kaydı, ama heyelan eve tam bir metre mesafede durdu, ama tabii her an aşağı inebilir..
Sonuç bizim bataklık alan üzerinde yukarıdan inen 3 dönüm arazi, üzerindeki çaylar ve muhtemelen 5 tane de mezar var. Bu da bir Karadeniz adetidir, evlerimiz gibi mezarlarımız da dağınıktır, herkes cenazesini çaylığının bir köşesine gömer. Yani köylerde her evin bahçesi mezarlıktır.
Şimdi bizim çaylıkta 5 mezar gömülü olabilir.