Geçen ilkbaharda, salgının Türkiye’ye de bulaştığı fark edildikten sonra, hayatımıza sosyal izolasyon dediğimiz bir kavram girdi. Böylece, bırak gezip tozmayı; ev gezmesi yapmak bile hayal oldu. Meğer hiç farkında olmadığımız ne güzellikler yaşıyormuşuz, şöyle gönlünce sarılıp merhabalaşmak, dostlarla amaçsızca sohbet etmek, birlikte gezmek ne kadar değerliymiş. Bırakın turistik bir gezi yapmayı, bir lokantada hoş bir yemek yemeyi, korkusuzca marketlere gitmek, sokaklarda amaçsızca dolaşmak bile ne büyük özgürlükmüş anladık.
İlk kez evlere kapandığımız dönemde çok canım sıkılmıştı. Çünkü bütün dünya hakkında henüz hemen hiçbir şey bilmediğimiz bir salgınla, sonu belirsiz bir döneme girmişti.
İlk izolasyon döneminde, her şey hayatta kalmanın belirsizliği ile ilgiliydi. Benim pek çok arkadaşım eğer emekliyse eve kapandı, bütün ihtiyaçlarını yapabildiğince kendi yaptı, marketlerden kurye ile alış veriş yaparak, kapalı düzen bir yaşam şekli geliştirdi. Biz ise köyde böyle bir kurye rahatlığına sahip olamadık, mecburen market alış verişlerini ben yaptım, buna karşılık köyde bol bol açık havadan faydalandık, hatta bahçede basbayağı ırgatlık yaptım.
Bu dönemden en çok aklımda kalan görüntülerden biri, herkes evde ekmek yapmaya başlamış olacak ki, sosyal medya hesaplarından boy, boy, çeşit çeşit ev ekmeği resimleri paylaşıldı. Marketlerde haftalarca maya bulunmadı.
Düşününce bütün besin alışverişi gibi ekmek de kuryelerle getirtilebilirdi. Sorsan, herkes bulaş endişesi ile dışarıdan ekmek almadı. Şehirlerde zaten pek çok insan ambalajlı ekmek aldığı için bu çok yüzeysel bir açıklama gibi görünüyor.
Kendimce insanların o dönemde ekmek yapmaya bu kadar merak salmalarının çok daha derin bir sebebi vardı. İnsanoğlu bu topraklar üzerinde ancak buğdayı evcilleştirip, ekmek yapabilmeye başladıktan sonra hayatta kalması kolaylaşmış ve nüfusu artmıştır. O ilk izolasyon döneminde her duyguyu ilham eden gerçekler yarının belirsizliği ve hayatta kalmaktı. Bence DNA’larımızda binyıllar önce bu topraklar üzerinde nasıl hayatta kalındığına dair o kadim bilgi bir şekilde işlenmiş halde mevcut. İlk izolasyonda insanlar karın doyurmaktan çok daha derin bir ihtiyaçla evde ekmek yaptılar. Bence, asıl amaç bu dünyadaki var oluş hakkını teyit etmek, hayatta kalma isteğini evrene bildirmekti.
Çünkü ekmeğin anlamı yemekten çok daha fazlasıdır.
İlk izolasyonda, derhal mevcut sanal ilişki ağları artırıldı, yeni görüntülü, sanal toplantı yöntemler geliştirildi. Deyim yerindeyse yüz yüze yapmaktan mahrum kaldığımız sosyal ilişkiler, yüz yüze görüşmenin yerini tutmasa da bir şekilde sanal mecraya taşındı.
Bir çok arkadaş gurubumla her zamankinden daha çok haberleştik. Bu sırada herkesin bir şekilde atalarından yardım istediğini ve kendi öz yaşamını şifalandırmaya çalıştığını fark etim. Örnek olarak hiç olmadığı kadar çok eski resimler, anılar paylaşıldı. Bizim yaş gurubumuzda gençliğimizi travmatize eden terör olaylarından, arkadaşlığımızdan, fakülte ve asistanlık yıllarımızdan, artık aramızda olmayan arkadaşlarımızdan, hocalarımızdan sıkça bahsederek hayatımızın o dönemini şifalandırdığımızı fark ettim.
Bu sırada hiç konuşmadığımız kadar da anne babalarımızın hayatlarından ve onlara dair anılardan konuştuk. Şimdi bana sorsan hangi fakülte arkadaşımın anne babası köy enstitüsü mezunu, kimlerin babası cumhuriyetin ilk nesil memuru, öğretmeni, kaymakamı, vallahi sular seller gibi sayarım.
Belki bütün bunların hiç biri bilinçli bir çaba ile yapılmadı, ancak o belirsizlik ve yalıtım günlerinde bize tanıdık gelen şeylere (kökler, atalar, anılar) sığınmak ve öz yaşam travmalarımızı bilinç düzeyine çıkartıp söze dökmek (dolayısıyla şifalandırmak, yaralarını sağaltmak) çok önemli ihtiyaçlardı.
Arada yaz günlerinde bulaş hızı düşünce biraz rahatlamış olduk, ancak havalar soğumaya başlayınca vaka sayısı yeniden fırladı ve Aralık ayından itibaren evlere kapandık. Henüz resmi olarak önerilmeden önce daha Kasım ayında ben zaten kocaman bir alışveriş yapmış ve eve kapanmıştım. Bu sefer eve kapanmak nedense daha kolay geldi. Ya rölantide yaşamaya alıştım, ya da artık korkum azaldı, oysa şimdi durum çok daha vahim. O kadar çok arkadaşım, tanıdığım hastalığa yakalandı ve hatta hayatını kaybetti ki, sayamıyorum.
Korkumun azalma sebebi ise belirsizlik duygumun azalmasından kaynaklanıyor; çünkü artık hastalığa dair epeyce bilgi sahibi olduk, tedavi şekilleri bir hayli belirginleşti, çeşitli aşıların geliştiğine dair bilgiler geliyor.
Gerçek olan şu ki, resmi açıklamalar asla gerçeği yansıtmıyor, ne hasta sayısı ne de ölümler bize bildirilen kadar az değil, hatta kanaatime göre gerçek rakamların yanına bile yaklaşamıyor. Aşı meselesine gelince, ne zaman ülkeye gireceği, ya da ne zaman aşıya ulaşabileceğimiz hakkında bir bilgi sahibi olmak da pek mümkün görünmüyor.
Gene de belirsizlik duygum azaldı, çünkü uzunca bir süre kişisel korunma yöntemleriyle devam edecek gibi görünüyoruz.
Bu ikinci izolasyon döneminde ise hepimize hakim olan duygu, hüzün, öfke ve umut olarak karmakarışık, ama artık eskilerle değil, anla ve gelecekle ilgili. Hüzün ve yas elbette kaybettiklerimiz için, öfke krizin yönetilme/ yönetilememe şekline karşı. Umut da artık zaten bir ölçüde, doğal yollardan sürü bağışıklığı kazanıldı, eğer aşı ülkeye sokulabilir ve aşılanma programı da ihtiyaca göre yapılabilirse birkaç ay içerisinde salgının en azından en alevli kısmının geçebileceğine karşı gelişiyor.
Şimdi artık anılar, atalar, ekmekler paylaşılmıyor. Şu sıralar kişisel gelişim, gezi, doğa koruma, salgın ve aşılanma konusunda bilgilendirme sohbetleri revaçta.
Bir başka fark da ilk izolasyonda çoğumuza çok ağır gelen minimalist yaşama oldukça ayak uydurmuş olmamız. Mesela artık kimse saçımı kendim kesiyorum demeyi gerekli bulmuyor.
Her iki yalıtım sürecinde de değişmeyen şey, herkes inanılmaz derecede arkadaşlarını, yüz yüze konuşmayı, sarılmayı, gezmeyi, kısaca insan ilişkilerini özledi. Eh o kadar da olacak, ne de olsa sürü hayvanıyız.