Ben yaş aldıkça Dünya Sağlık Teşkilatı, ömür süreçlerini tekrar tekrar tanımladı, son tanıma göre, şu anda içinde bulunduğum 63 yaşımda hala ‘genç’ kategorisine giriyorum. Benim gençliğimde bu yaştaki kadınlar, çoktan dünyadan ellerini eteklerini çekmiş, kefen parasını hazırlamış, köşesinde namaz kılıp, ölümü bekliyor olurdu. Zaman değişti bu günlerde kimse böyle davranmıyor.
Belki de gençliği kayıp bir neslin bireyi olarak, bir ‘gençlik uzatmalarını’ yaşamaktan memnunum. Bu aşamada en önde gelen görevimin, beden, zihin ve ruh dengemi sağlamak, kendimi her yönden sağlıklı tutmaya gayret etmek olduğunu düşünüyorum.
Dünya Sağlık Teşkilatının, 65 yaşa kadar insanları genç olarak tanımlaması bana çok iyi geldi, çünkü aslında, gençliği hoyratça elinden alınmış bir neslin mensubuyum. Üniversite çağlarım, ülkenin içinden geçtiği en zor şartların yaşanmakta olduğu bir zaman dilimine denk geldi. Kavganın gürültünün asla eksik olmadığı, tehlikenin en yakın arkadaşından bile gelebileceği, son derece tehlikeli, son derece güvensiz bir ortamda, o kadar zor bir okulu nasıl okuduğumuza hala inanamıyorum. Şimdiki çocuklar gibi olsak, hiç birimiz psikolog muayenehanelerinden çıkamazdık. Bizim zamanımızda psikoloji, misikoloji yoktu, kimsenin aklına, o günlerde yaşadığımız zorluklardan dolayı ömürlük izler taşıyacağımız gelmezdi.
Günü birlik yaşardık.
Sabah kalkıp, bugün boykot mu olacak, silahlı çatışma mı çıkacak, akşama sağ mı, ölü mü olacağım, önümüzdeki geceyi yurtta mı, hastanede mi, yoksa karakolda mı geçireceğim bilmeden, yola çıkardık. Yıllarca her sabah savaşa gider gibi okula gittik. Üstelik bu durumda bu kadar zor bir eğitimin üstesinden geldik.
Şimdi geri bakınca o günlerde değil okumak, günlük yaşamını idame etmenin bile, ne kadar büyük başarı olduğunu, ne kadar güçlü bir irade, ne kadar olağanüstü bir öz gerektirdiğini idrak ediyorum.
Bu direnci nereden bulduğumu anlamaya gayret edince, içinden geçtiğimiz o korkunç zamanlarda, olaylara duygu yüklemeden, çevremde olan her şeyi olduğu gibi kabul ederek, gözleyerek ve yüreğimde korkuya hiç yer vermeyerek, başardığımı fark ediyorum. Mesela, o gün panzerin altından canını zor kurtarmışsın, şangır şungur kırılan koca bir camın altından son anda kaçmışsın, amfinin içinde silahlı baskına uğramışsın, yüzüne emniyeti açık silahlar doğrultulmuş (hepsi gerçektir, hatta çoğu vardır) ama akşam yurda gittiğinde oturmuş aklının ve dikkatinin her bir zerresini vererek anlaşılması çok zor, yepyeni bir konuya, odaklanmayı başarıyorsun.
Neredeyse çizgi film kahramanı gibi yaşamışız, değil mi? Biraz da olsa duygusala bağlansam, korksam, başımdan geçenleri yorumlama, gün içinde yaşadıklarımı zihinsel geviş getirme gayreti içinde olsam, herhalde delirirdim. Yıllarca, günü birlik bile değil, bir an sonra olacakları öngöremeden, sadece içinde bulunduğum anda yaşadım.
Bizim okul aşırı siyasi bir ortamdı, kendi başımıza ürettiğimiz olaylar yetmezmiş gibi, Ankara’nın hangi üniversitesinde bir olay çıksa eninde sonunda, yürüyüp, bizim sınıfların olduğu meydana ulaşırlar, bizim okulu da olayın içine çekerlerdi.
Sınıflarımız, kendini sağcı, solcu (Beytepe kampüsü ayrılıp, Hacette kampüsünde ağırlıkla solcu öğrenciler kaldıktan sonra, devyolcu, devsolcu, igedeli, maocu, kurtuluşcu, apocu ve daha bilmemneci) olarak tanımlayan militan arkadaşlarla doluydu. Bazı sınıf arkadaşlarımı zihnimde yalnızca, suratının ortasında damga gibi siyasal tercihini açıklayan bıyıkları, sırtında (silah saklayabileceği) parkasıyla, bir hışım kürsülerin, sıraların üzerine sıçrayıp, bağıra çağıra, (birkaç kez dinleyince hep aynı nakaratı tekrarladığını anladığım), siyasal içerikli konuşmalar haykırırken ve bizleri sınıflardan dışarı çıkmaya zorlarken hatırlıyorum. Kimse canını sokakta bulmadığı için (kolay değil günde 30-40 siyasi cinayet işleniyordu), herkes istese de istemese de, kürsüye fırlayanın sözlerini bitirmesini bile beklemeden, sınıfı terk ederdi.
Öyle zamanlar olurdu ki, bir hafta boyunca, normalde bir günde girmemiz gerektiği kadar saat derse bile girememiş olurduk. Okul da o kadar zor ve zahmetle okunan bir okul ki, bu günlerin telafisi çok zor olurdu. Bazen de olaylar nedeniyle okul birkaç gün, birkaç hafta kapatılırdı (hatta bir sefer bütün bir yıl kapatıldı, ancak aradan 2 ay geçince bizi geri çağırdılar).
Bu zor zamanların bir başka etkisi de arkadaşlarımızla normal sosyal ilişkiler kuramamak oldu. Gençtik, ancak saat 18 oldu mu sokağa çıkamaz, değil eğlenmeye gitmek, gece hastalansan hastaneye gidecek taksi bulamazdık. Gençken ne sinema bildik ne tiyatro ne de sosyal bir arkadaş toplantısı. Hacettepe yurdunda kalanlar, ya odasında ders çalışır ya da toplanıp siyaset konuşurlardı. Ben Hacettepe yurdunda kalmadığım için hiç olmazsa geceleri bu ortamdan uzak durabiliyordum. Kaldığım özel kız yurdunun da başka türlü handikapları vardı ya neyse.
Tuhaf bir şekilde gençken sosyalleşemesek de, okuldan sonra geçen yıllar bizi birbirimize yaklaştırdı, her yıl çeşitli şehirlerde sınıf toplantıları yapıyoruz, sosyal medya üzerinden de olsa her daim haberleşiyoruz.
Son günlerde sosyal medya guruplarımızda, o zamanlar aşırı militan olan arkadaşlardan birinin paylaşımlarından, benim de karışmış olduğum bir olaydan ötürü bir süreliğine okuldan uzaklaştırılma cezası aldığını ve bu nedenle hala beni suçladığını tekrar hatırladım.
Ben de olayın benim tarafımdan görünen yüzünü yazmayı kendime borç bildim. Üçüncü sınıfa başlamış, endokrin komitesine kadar gelebilmiştik (gelebilmiştik sözünü rastgele seçmedim, o yıl ortam çok karışıktı, ders yapabilmek bir lüks gibiydi). O zamanlar, artık başımdan her günü belirsizlikle geçen yıllar geçmişti, olayları kanıksamış, çevremi saran gerginlikten korkmuyor, sadece bıkkınlık duyuyordum.
Bir gün, gene birileri kürsüye sıçrayıp, dışarıdaki meydanda sol bir fraksiyonun Ankara çapında bir mitingi olduğunu söyleyip, bizden dersi terk etmemizi istedi. Fakat bu sefer, her zamankinden farklı bir istekleri daha vardı; bu fraksiyondan olmayanlar mitinge katılmasınlar ama derse de girmesinler hemen okulu terk etsinler diye pek beklenmedik emir verdiler (normalde miting kalabalık olsun diye katılmamızı isterlerdi). Artık canıma tak etmişti, güya okumaya gelmiştik, bütün zamanımız, günlerimiz boşa geçiyordu.
Nasıl olsa bizim mitinge katılmamızı istemediler, meydanda göremeyince gittiğimizi düşünürler, bizim derse girdiğimiz fark bile etmezler diye düşündüm. Benim gibi düşünen 5-6 kız arkadaşımla birlikte sınıfta kaldım. Hocamız derse geldi, o kadar az öğrenciye şaştıysa da dersi anlatmaya başladı (Hocamız, benim yengemdi, ancak sınıfta kalma kararımda bu durumun en küçük bir etkisi yok).
Meğer sınıfta kalan var mı diye gözleniyormuşuz, ders başladıktan çok kısa bir süre sonra yukarıda sözünü ettiğim arkadaş hışımla sınıfa daldı ve birkaç kişi olmamıza rağmen, başka hiç kimseye bakmadan direk benim önüme geldi ve çok sert bir sesle sınıftan derhal çıkmamı istedi. Ben de ‘hayır çıkmıyorum, yeter artık zorbalığınız, sen dışarı çık’ diye sertçe karşılık verdim.
Ya o güne kadar hiç kimseden böyle karşılık almadığından şaşkınlıkla, ya da bütün zalimler gibi o da korkak olduğu için benden korkarak -bilmiyorum neden- ama kös kös, dışarı çıktı.
Aradan birkaç dakika daha geçince, bu sefer arkasında kendisinden de korkunç görüntülü, silahlı mı bıçaklı mı bilemeyeceğim, ama bıyıklı, parkalı, postallı, belli ki militan, (ancak muhtemelen bizim okuldan bile değil) 5-6 kişiyle birlikte geri geldi.
Gene kimseye bakmadan direk önümde durdu, önümdeki sıraya yumruklarını koyup, iyice üzerime eğilerek, yüzüme, tehdit dolu bir sesle, ‘ çabuk, çık dışarı, yoksa çok fena olacak’ diye tısladı. Canımı sokakta bulmamıştım, söylenerek dersten çıktım, ben çıkınca diğer arkadaşlarım da çıktı.
Geçen yıllar içerisinde bu arkadaşın, sınıftan birkaç kişiye, bu olaydan sonra hakkında soruşturma açıldığını, benim ve yengemin yalancı şahitlik yaptığımızı, bu yüzden okuldan atıldığını söylediğini duydum.
Bu nedenle yengem sağken onunla da görüştüm. Ondan duyduklarımı da ekleyerek yazıyorum; ne ben, ne de yengem bu soruşturmada hiçbir zaman şahit olarak dinlenmedik, bu arkadaşı tespit edenler, okuldaki sivil polislerdi. Hakkında açılan soruşturma ise sadece bu olaydaki rolüne ait değildi, başka vukuatları da vardı.
Neler olduğunu tam olarak bilemem tabii, ama tekrar yazıyorum, ben yalancı şahitlik yapmadım. Zaten şahit olmam bile istenmedi. Eğer benden şahitlik yapmamı isteselerdi, yukarıda yazdığım gibi tamamen doğruları, olduğu gibi anlatırdım. Beni tehditle sınıftan çıkardığını olduğu gibi söylerdim, bu da yalancı şahitlik olmazdı.
Gelelim olayın (benim tarafımdan) devamına; olaydan sonra sınıfımızda hepimizin ödünü koparan, aşırı militan ‘AAAA’ isimli bir arkadaşımız peşime takıldı. Sınıfta nerede otursam o da bana en çok 2-3 kişilik bir mesafede son derece tehditkar bir vücut diliyle oturuyor, ders dinlemeden, not tutmadan, elinde tespih çevirerek, gözünü ayırmadan, dik dik, saatlerce bana bakıyordu. Akşam ders çıkışı Kızılay’a doğru (kaldığım yurt Kızılay semtindeydi) yürürken, gene yüzünde bıyık, elinde tespih, sırtında parka, ayağında postal, gözlerinde karanlık bakışlarla, beni takip ediyordu.
Bu durum günlerce devam etti, sonunda dayanamadım, beni takip ettiği bir anda yanına gittim ve benden ne istediğini sordum. Karşılık olarak ‘bacım, konuşma, yürü önümden’ diye beni azarladı. Ben ise ‘hayır, esas sen yürü git, nedir bu, usandım senden, günlerdir neden peşimde geziyorsun’ diye diklendim.
O zaman açıklamak zorunda kaldı.
Meğer, tehdit edilerek dersten atıldığım günün akşamında, militan taifesi (öğrenciyken sosyalist, hatta komünist idiler, sonradan hepsi buz gibi kapitalist oldu, şimdi gün batımına doğru şarap kadehlerini kaldırarak siyaset konuşmaya devam ediyorlar), Hacettepe’nin öğrenci yurdunda bir ‘halk mahkemesi (!)’ kurmuş ve gıyabımda beni yargılamışlar. Sonuç olarak yaptıkları mitingin yanlış tarafları olduğunu kabul etmişler, ancak gene de beni ‘devrimci hareketin bütünlüğünü bozmaktan’ suçlu bulup, güzel bir dayağı hak ettiğime karar vermişler. Üstelik bu kararı, o zamanlar benim erkek arkadaşım olmak ister gibi davranan biri önermiş, elbette geri kalan herkes de benim sıkı bir dayak yememi uygun bulmuş. AAAA, ise bu mitingi yapanlarla karşıt görüşte olduğundan sanırım, beni savunarak ‘kimsenin benim kılıma dokunmasına izin vermeyeceğini’ bildirmiş.
Sonuç olarak, beni gözlerken, peşimden dolaşırken, beni korkuturken, aslında beni korumaya gayret ediyormuş.
Şimdi aradan bunca zaman geçti, köprülerin altından bir sürü sular aktı. Ben tehdit edildiğim gün bile bu arkadaşıma karşı içimde bir nefret beslememiştim, şimdi geri dönüp baktığımda ‘o günler böyleydi’ diyerek hala ona sinirlenemiyorum.
Ancak bazı düşüncelerimi de yazmaktan kendimi alamıyorum.
Sosyalist düşünce bence, diğerkamlık (kendinden çok başkalarının iyiliğini düşünmek) gerektirir. Bana bu yaptıklarının neresinde karşındakini düşünmek fikri var?
Belki gençlik heyecanı ile devrim yapmak, rejim değiştirmek gibi siyasi fikirlerin olabilir, bu fikirlere kendini adamış olabilirsin, düşüncelerini hayata geçirmek için insanlara zarar vermeyi bile göze alabilirsin. Ancak böyle bir ruh haline sahipsen, bazı bedeller ödemeyi de göze alman gerekmez mi?
Sen, insanları senin istediklerini yapmaya zorlarken, tehdit ederken, dayak atarken kendini haklı buluyorsan, bedel ödemeye sıra gelince onu da sineye çekeceksin.
Bu günlerde o arkadaşın daha bir kaç olayını daha öğrendim, en yaşlı hocalarımızdan birini (normal dersin dışında fazladan slayt göstermek istemiş, iki sınıf birlikte seyredin demiş) sırf diğer sınıfta farklı fraksiyondan arkadaşlar var diye, önce bir kolundan biri, diğer kolundan diğeri tutup yaşlı adamı çekiştirmişler. Adamcağız da daha güçlü çekenin peşinden gidip, ilk olarak bahsettiğim arkadaşın gitmesini istemediği sınıfta slayt göstermiş. Daha sonra ise yüce gönüllülük yapıp öğrencilerim her iki sınıfta da slayt göstermemi istediler diye bizimkinin istediği sınıfa da gitmiş. Ancak bizim kabadayımız sözüm ona ders dinlemeye bu kadar hevesliydi, derse girmemiş bile. Yani amaç üzüm yemek değildi.
Sanırım o dönemde bazı arkadaşlarımız, günün siyasi koşullarından da ilham alarak, özlerindeki saldırgan dürtüleri, ‘vatan kurtarma’ sloganı altında mantık çerçevesine oturttular.
İşte bunlardan biri, yıllar sonra hala, beni tehdit ettiği için beni suçluyor. Umarım günün birinde davranışlarının sorumluluğunu üstlenir, karşıt görüşlü olanlar kadar, bizim gibi keskin siyasi fikirleri olmayanlara da verdikleri eziyetleri fark eder, seçimleriyle barışır, ödediği bedelleri kabullenir. Karşılık bulamayacağı nefretlerle içini karartmaktan vaz geçer. Huzur bulur.
Sağlık ve barış dolu bir yürek diliyorum kendisine.
O yıllarda ben kendi şehrimde; Trabzon’da, KTÜ’de okuyor olmama karşın, çok sıkıntılı günler yaşadığımdan biliyorum. Ama sizin bir kız öğrenci olarak, yabancısı olduğunuz bir şehirde; olayların en yoğun yaşandığı Ankara’da, üstelik tıp eğitimini tamamlamış olmakla, her türlü övgüyü hakediyorsunuz.
Lise’de bir yıl aynı sınıfta okuduğumuz için,(Anneniz’in hastalığı nedeniyle kopmuştuk? ne kadar zeki ve başarılı bir öğrenci olduğunu biliyordum. O nedenle eğitim hayatına derslerin zorluğu değil, o günkü kabus dolu günleri. mutlaka olumsuz yanı olmuştur.
Her şeye rağmen zorlukların üstesinden bir kadın olarak gelip, meslek hayatında ulaştığın nokta, sınıf arkasaşın olarak beni hem mutlu etti, hem de gururlandırdı.
Sevgiyle kal, sağlıcakla kal Ayşe
Sağol, bütün ülke olarak çok çektik.