Bu yıl Mayıs ayına, Ramazanda ve karantina altındayken giriyoruz. Mayıs ayının ismi Latinceden gelmedir ve Roma tanrılarından birisi kabul edilen Merkür’ün annesi Maia’dan, Romalı tanrıça Maies’ten, ya da bilgeler için kullanılan maiores kelimesinden türetilmiş olabilir.
Mayıs ayının 6/7 günleri Hıdrellezdir. Bu gün aslında dünyanın Halley kuyruklu yıldızının yörüngesinden geçtiği, dolayısıyla (Eta aquarid) yıldız yağmurunun gözleneceği bir zaman dilimidir. Bu olaydan sonra artık havaların iyice ısındığı, toprağın tamamen yeşerdiği yılın hemen hemen yarısı boyunca sürecek olan hızır (yeşillik, bereket) günleri başlar. Hıdrellez bundan sonraki toprakla uğraşma zamanı öncesinde güzel bir kutlamayı hak eden bir bayram ve doğadan dileklerde bulunma zamanıdır.
Mayıs ayının ilk günü, 1 Mayıs emek ve dayanışma bayramı, 19 Mayıs ise Gençlik ve Spor bayramıdır.
Hicri takvime göre 13 Mayısta Ramazan ayı ve üç aylar bitip Şevval ayı başlıyor. Bu yıl 8 Mayıs gecesi, Kadir gecesidir, 12/ 15 Mayıs günleri ise Ramazan bayramıdır.
Hem dini hem de milli bayramları bol bir aya giriyoruz, şimdilik 19 Mayıs hariç hepsini karantina altındayken geçireceğiz.
Ay döngüsüne ve astrolojik olarak gökyüzüne kabaca bakacak olursak; 11 Mayısta Boğa burcunda bir yeniay, 26 Mayısta ise Yay burcunda dolunay gerçekleşecek. Dolunay, Asya, Avusturalya ve Pasifikten izlenecek olan tam ay tutulması ile birlikte olacak.
Bu ayın ikinci haftasında ise Satürn, Venüs ve Jüpiter retro harekete başlayacak. Sanırım bu gökyüzü hali, iş konuları ve gönül işlerinde bir durağanlık yaşanabileceği anlamına geliyor, ancak işler artık daha ne kadar durabilir, insanlar evlerde yaşarken gönül işlerinde değişiklik nasıl olacak, işte onu bilemedim.
Biraz da dünyadan hava, su ve toprak işlerine bakalım.
Bahçede yapılacak çok işler var, yabani ot temizliği bu ayda sabırla yapılmalı, ayrıca yazlık bostan için fide dikimi yapılması lazım. Domates, biber, patlıcan, kabak, salatalık fideleri olgunlaşacağı toprakla buluşturulur. Bal kabağı, kavun, karpuz gibi bazı çekirdekler toprağa teslim edilir. Ayrıca sulama borularının çekilmesi, malçlama, gübreleme gibi pek çok iş vardır.
Bilinen fırtına isimleri; 4 Mayıs çiçek fırtınası, 7 Mayıs doğu rüzgarları, 11 Mayıs mevsimsiz soğuklar, 17 Mayıs filizkıran fırtınası, 19 Mayıs Kakulya (ipek böceği) fırtınası, 21 Mayıs Ülker fırtınası, 30 Mayıs kabak meltemi, 31 Mayıs ise artık iyice sıcakların geldiğinin belirtisi Beravih rüzgarlarının (Samyeli) başlaması diye isimlendirilir.
Mayıs ayında tekne ile balık avlama yasağı vardır, olta balıklarının zamanıdır. Gümüş, izmarit, mercan, mersin, mezgit, levrek, kaya balığı bu ayın gözde balıklarıdır.
Bu hafta itibarıyla salgın konusunda çok ilginç bir noktadayız. Her şeyden evvel Türkiye nüfusuna oranla en çok vaka sayısı olan ülke haline geldi. Yani ülkemiz salgında birinci. Bu da yetmemiş gibi Çanakkale de Türkiye’de birinci sıraya yerleşti. Şu anda haftalık vaka sayımız kabaca binde bir. Acil durumunuz yoksa hastanelere gelmeyin deniliyor. Yoğun bakımlar ise dolu durumda. Neyse ki şehrimizde aşı oranı ülke geneline göre daha yüksek. Bizim bölgedeki köylerde ve bizim köyde ilk defa hasta var. Komşu köylerimiz karantina altında, giriş çıkışı önlemek için köye giden yollara mıcır barikatları kurmuş, arkasına da araba park etmişler. Bizim köyde de vaka sayısında artış var yani biz de her an karantinaya girebiliriz.
Elbette biz kişisel önlemleri iyice artırdık, şehre inişleri iyice kısıtladık. Bol bol açık havada yürüyüş yapıyordum, ancak april 5, sitte-i sevr soğukları bu yıl bol yağmur getirdi. Yani yürüyüş yapmak için de bahçede çalışmak için de havalar izin vermiyor. Ben de bahar temizliği yapmaya karar verdim, perdeleri filan yıkadım, yorgunluktan canım çıkıyor. Bu son günlerde Afrika’dan gelen çöl kumları üzerimize yağıyor, ancak bu gibi şeylere son bir yıl içinde artık alıştık, başımıza meteor düşüyor, aldırmıyoruz.
Gene de eski hayatlarımıza dair alışkanlıklarımıza dahil edebileceğimiz en ufak bir sürpriz, farklı bir şey için nasıl bir açlık içindeyim anlatamam.
Geçen hafta İngiltere Kraliçesinin kocası öldü. Ben de bu haberin ve eklerinin ardını takip ederek epeyce oyalandım. Hele bir haber aklımdan çıkmadı, sosyal medyada dük acaba corona aşısından mı öldü diye bir yorum vardı. Vallahi demek ki herkes hem virüsün hem de aşının üzerine komplo üzerine komplo teorisi üretiyor. Gerçek çizmesini giyene kadar yalan dünyayı dolanırmış, kimsecikler bilim insanlarının söylediğine inanmıyor. Bizde aşı sırası gelen her 4 kişiden biri, aşının kendisine zarar vereceğinden emin olduğu için aşılanmadı.(Daha dün, yeni teknoloji aşıdan olacağım diye beklerken hastalanarak yoğun bakıma yatan genç bir pediatristin haberini aldım.)
Evet; bence de kraliçesin kocasını aşı öldürdü, yoksa sadece 99 yaşında, daha hayatının baharında, sapasağlam (yıllardan beri ciddi sağlık problemleri var, ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur) adam durduk yerde neden ölsün, değil mi?
Adam öldü, bana iş düştü. Bütün hafta; cenaze planlarını, kaçak torunun ne yapacağını, karısının törene gelip gelmeyeceğini takip ederek gönül eğledik. Daha sonra da corona tedbirleri altında töreni seyrettik, ancak derdimiz gene ölen değildi, prensler bir araya geldiler mi, kraliçenin çantasında ne vardı, gelinler ne takmıştı gibi dedikodu malzemesi çıkabilecek ne varsa onları izlemekti.
Corona tedbirleri kapsamında cenazede çok az sayıda katılımcı vardı, onlar da kapalı alanlarda maske taktılar. Ancak bence törendeki kilise korosu işi bozuyordu, aralarındaki mesafe, normal konuşma mesafesine göre ayarlanmıştı. Oysa şarkı söylerken nefes daha uzağa kadar gider, yani koro elemanlarının arasındaki mesafeyi uygun bulmadım. Bu kadar dikkatle izledim, ne yalan söyleyeyim.
Neyse ben tek değilmişim, bütün gazeteler de prenslerin konuşmasından tutun, karısının gerdanlığına kadar haber yaptılar.
Kafamdaki dedikodu çarkları tıkır tıkır çalıştı, günlerce kendi dertlerimi unutup fukara Diana’nın gariban yetimciklerine (kazık kadar herifler) yandım.
Aslına bakarsanız, kraliçe ve dolayısıyla İngiltere, bir zamanlar üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun uzantısı kraliyet sayesinde ‘The Commonwealth’ birliğin dolayısıyla muazzam bir gücü, ufacık bir adanın egemenliğinde toparlıyor.
Bence, bu korona ( taç demek) salgını bu birliğin de dolayısıyla Kraliyetin de sonunu getirebilir. Çünkü bu gibi olağanüstü haller, normal zamanlarda akla gelmeyecek çözümler ilham eder. Mesela Avusturalya ve Yeni Zelanda’nın kendilerini imparatorluktan ayrı bir ülke olarak tanımlamaları, Çanakkale savaşı sonrasıdır.
Benim içime doğduğu kadarıyla şimdiki kraliçenin ölümünden sonra, hele de bu arada mesela Kanada ya da Avustralya gibi büyük bir ülke commonwealthdan ayrılmış ise, kraliyetin sonu gelecektir.
Aile fertlerinin, Prens Harry’e bu kadar kızgınlık göstermelerinin bence en büyük sebebi, aileden birinin (hiçbir zaman kral olmayacak, ancak gene de çok önemli birinin) kraliyet ailesinden kendi gönlü ile ayrılması, halkta kraliyetin vazgeçilmez bir şey olmadığı fikrini uyandırır diye korkmaları.
Gördüğünüz gibi bu dar zamanda, hiç başka derdim yokmuş gibi ben de kraliyet ailesi üzerine bayağı zihinsel mesai yaptım.
Aslında bu aileyi masal kahramanları gibi izlemeyen var mı bilemiyorum. Benim gençliğimde Prens Charles modaydı, çok çirkin ve çok demode bir adam olduğu için hiçbir zaman sahne ışıkları üzerinde olamadı. Ne zaman ki piyasaya Diana çıktı, kadın yıllar boyunca, yok düğünüydü, çocuklarıydı, seyahatleriydi, sevgilileriydi, yeme bozukluğuydu, mayın tarlası, AIDS hastası resimleriydi, ölümüydü derken, hepimize bir peri masalı yaşattı.
Kadında belirgin bir şekilde yıldız tozu vardı ve bu cazibesinin kaynağı da olağanüstü ayrıcalıklı yaşamına karşılık, bu dünyadan bir insan olduğunun kolayca anlaşılabilmesiydi.
Benim kanaatime göre, ondaki star ışığı şimdi ailede sadece Harry’de var,(gerçekten artist olan karısı bile onun kadar star tozu taşımıyor). Geri kalan aile fertlerinin hepsi kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan sevimsiz sinameki ordusu. Yani aslında aileden sadece bir prens gitmedi, ailenin sempatik yüzü gitti.
Ne demişler, kızın varsa ölene kadar var, oğlun varsa el kızını alana kadar var. Bazı sosyal ilişki modelleri kişilere, ayrıcalıklara göre değişmiyor. Bence bu çocuğun evliliği de uzun sürmeyecek ama bu gün bu kadar kehanet yeter.
Boş kalan zihin şeytanın çalışma odasıymış, ben de zihin boşaltıyorum böyle.
Bir yıldan uzun süreden beri bütün dünyayı kasıp kavuran salgın, son günlerde Çanakkale’de ciddi bir artış gösterdi. Çanakkale’de yoğun bakımlar doldu. Salgın bizim köylerimizin olduğu bölgeye de girdi. Bir yıl boyunca hiç hasta görülmeyen köylerimizde durum değişti, şimdi çevremizde hastası olmayan köy kalmadı, birkaç köy ise karantinada. Karantinaya alınan alanlara her gün yenileri ekleniyor. Zaten vaka sayıları ülke genelinde inanılmaz artış gösterdi, bütün ülke için yeniden kısmi kısıtlamalar koyuldu. Her an bizim köy için de karantina kararı çıkabilir. Şimdilik hane halkı olarak kendimizi gönüllü karantinaya aldık, zaten şehre oldukça kısıtlı iniyorduk, şimdi iyice kısıtladık.
Bu genel tablo içerisinde bir takım hayat motifleri tekrar edip duruyor. Mesela; elbette bu salgın süreci boyunca bir yandan hayat akıp gidiyor, insanlar çeşitli hastalıklara yakalanmaya devam ediyorlar, fakat bu süreçte artık yumurta iyice kapıya dayanmadan kimse hastaneye baş vurmaya cesaret edemiyor, sonuç olarak bir çok hastalık oldukça gecikmeli tanı alıyor.
Bir başka dikkatimi çeken motif de bu süreçte mutlu haberler alma olasılığı oldukça düşük, ama bol bol hastalık haberi alıyoruz. Tanıdıklar arasında elbette bir çok kişi corona geçirdi, ancak çevremde corona dışı sebeplerle de hastalanan bir çok kişi oldu.
Felç geçiren mi ararsın, gecikmiş kanser tanısı alan mı, kalp hastalığı çıkan mı, psikiyatrik hastalık krizi geçiren mi, ne arasan var. Geçen hafta tanıdığım gencecik bir kızcağız kalp ameliyatı sırasında hayatını kaybetti. Kuzenim tansiyonu düştüğü için gece tuvalette düşüp kafasını çarptı. Bir arkadaşım geçici felç geçirdi…
Telefon elimden düşmüyor, sürekli birilerine teselli veriyorum ya da baş sağlığı diliyorum.
Geçen günlerden birinde bir arkadaşım bu yıl on yaş yaşlandığını söyleyince halime şükrettim ama ben de tükendiğimi hissediyorum.
Ciddi bir hastalığım yok, ama hayatıma, hemen her gün, ruh ve beden sağlığıma zarar veren yeni bir problem daha ekleniyor.
Aylardan beri tansiyon problemi çekiyorum, bizim kızların tansiyonları yükselmesin diye tuzsuz yemek yapa yapa, tuzsuz yemeğe alıştım, oysa normalde oldukça tuzlu yerdim. Hal böyle olunca da benim tansiyon yerlerde sürünüyor, zaman zaman içim eziliyor, başımı kaldıramaz hale geldiğim oluyor. Son aylarda tansiyonum genel olarak 100/50 mmHg civarında seyrediyor en yüksek 115/60 mmHg ölçtüm. Önceleri 9’a düşünce kafam sersemliyordu, ama artık aşırı düşük tansiyona alıştım, 8/4ün altına düşmedikçe başım dönmüyor artık. Hatta bir sefer 75/35 mmHg’ye kadar düştü, o zaman bile aşırı bir rahatsızlık hissetmedim.
Kuzenime tansiyonumun kaç olduğunu söyleyince olamaz, doğru olsa şoka girmen lazım alet bozuktur dedi. Alet bozuk filan değil, kızlarınkini doğru ölçüyor, ben temsili şoktayım dedim.
Daha bitmedi. Haftalardan beri, sağ kulağımda bitmek bilmez bir kulak uğultusu var. Sol kulağımda zaten on yılı aşkın zamandır, baro travmaya bağlı çınlama var. Sağ kulak zarım ise daha önceden çökmüş ve tüp takılması gerekmişti. Şimdi olay şu; sağ kulağım ya yeniden tüp istiyor, ya da düşük tansiyondan uğulduyor (diğer kulağımda zaten çınlama olduğu için o kulakla uğultuyu duymuyorum). Ama salgın bu durumdayken hastaneye gitmek istemiyorum. Şimdilik bildiğim usul ilaçla tedaviye çalışıyorum, bir yandan da tuzlu yiyerek tansiyonumu kontrol etme gayretindeyim.
Gene bitmedi. Uyku düzenim yine hayatımı etkileyecek derecede bozuldu, geceleri bir türlü uyuyamadığım için de sabahları feci bir baş ağrısı ve inanılmaz bir sersemlikle yataktan çıkıyorum. Hiç gözümü kırpmadığım günün ertesinde hasta gibi yatmak zorunda kalıyorum. Yıllardır, bu son haftalarda çektiğim kadar şiddetli baş ağrısı çekmemiştim. Sonunda melatonin almaya başladım ve oldukça işe yaradı. (Uyku ilaçları, beni daha beter hale getirdiği için alamıyorum.) Hiç değilse bu problem sarmalına çare bulabildim.
Bu arada bir de son yıllarda başıma dert olan ve aylardan beri kurtulduğumu sandığım idrar yolları enfeksiyonu da yokladı. Neyse ki tedaviyle bu dertten de kurtuldum.
Hala bitiremedim. Bir de bitmek tükenmek bilmez kas ve eklem ağrıları çekiyorum. Bütün yıl boyunca sırtım, omuzlarım özellikle de belim neredeyse her gün tutuldu. Bunların hep psikolojik kaynaklı olduklarını düşünüyorum ve mekanik masaj ve yoga ile epeyce üstesinden gelebildim. Her iki dizim, omuzlarım, ayaklarım, bir eklemim birinin ağrısı bitmeden diğeri ağrımaya başlıyor. Bir eklemim ağrımaya başlayınca da aylarca ağrısı geçmiyor. Daha önce çektirdiğim MR’ların hiç birinde bursit dışında bir şey çıkmadı.
Sonuç olarak idrar yolları enfeksiyonu hariç, bütün şikayetlerimin psikolojik bir alt yapısı olduğuna inanıyorum. Öyle kendimi dinleyip dertlerime sarılıp yaşamıyorum, internette bulduğum her eğitime katılıyor, her gün yürüyor, bahçede çalışıyor ve kafamı bir şeylere takmamaya gayret gösteriyorum.
Gene de tuhaf şeyler düşünüyorum. Örnek mi istiyorsunuz; mesela gençler ve çocuklar okula gitmiyorlar, arkadaşlarından uzaklar, peki bunların hali ne olacak. Normalde çalışma arkadaşını, ortağını arkadaşlarının arasından seçersin. İş kuracaksın, ortak aramazsın bile, mutlaka güvendiğin bir okul kankan vardır, birlikte hayata atılırsınız. Evde okumak ne kadar olur, belki teorik bilgiyi alırsın, ama ya sosyal ilişkiler ne olacak, vallahi bilmiyorum.
Zaman ilerleyecek ve bu sürecin kendi hayatlarımız üzerindeki etkilerini göreceğiz. Tabii şimdilik en önemli konu hastalığa yakalanmamaya, şok, mok demeden hayatta kalmaya çalışmak.
Bizim köy, HES programında ilk günden bu güne kadar hep düşük riskli bir bölge sayılıyor. Türkiye’de tespit edilen ilk vakanın üzerinden 14 ay geçti ve geçen hafta, bizim köyde ilk vaka görüldü.
Son ay içerisinde çevre köylerdeki vakalarda aşırı artış görüldü, Çanakkale genelinde de ilk kez bu denli yüksek hasta sayısı oldu.
Bizim köy henüz karantinaya alınmadı ama, çevremizdeki köyler ikişer, üçer 14 gün boyunca kapatılıyor, hatta köylerden birinde karantina süresi ikinci kez uzatıldı. Sanırım yakında resmen karantinaya girmesek bile, bütün yollarımız kapalı olduğu için fiilen karantina durumunda olacağız. Şimdilik köyden şehre iniş yollarımızın hepsi kapalı değil.
Salgının başından beri il genelinde bu kadar az sayıda vaka olduğu için böyle bir zamanın gelmesini bekliyordum. Salgının bizim köye bu kadar geç ulaşmasının olumlu tarafı; hane halkı olarak aşılanmış olmamız, olumsuz tarafı ise bu kadar geç kalınca gelen virüsün mutasyonlu olması. Neyse ki olduğumuz aşı bize kadar gelen varyanta karşı da biraz koruma sağlıyor, tabii tedbiri elden bırakmıyoruz, zaten bu haftaya kadar köyde maskeli gezen sadece bizdik.
Sevgili Yavuz Özoran hocamın kulakları çınlasın, kendine sürekli bir takım işler yaratır ve bu halini ‘meşguliyet terapisi’ uygulamak şeklinde yorumlar. Ben de sürekli meşgul olması gereken huzursuz bir ruh olduğum için bu yıl evde zaman geçirecek bir yığın online eğitime başlamıştım. Geçen hafta bu eğitimlerin bazılarından sertifikalarım geldi, toplamda 4 adet sertifika sayesinde kendime ‘sertifika manyağı’ lakabı taktım. Bu da yetmez tabii; hafta sonu Anadolu Üniversitesi açık öğretim sınavına gireceğim.
Sanal ortam dışında da evde ve bahçede kaliteli zaman geçirmek için hazırlık yaptım. Evde yığınla kitap, el işi malzemesi var.
Geçen hafta etrafımızdaki köylerde hızlı vaka artışı olunca 14 günlük karantina hazırlıklarımı tamamlamaya çalıştım. En önemlisi şehirden gelen (hatta gidip aldığım) bahçıvanın yapması gereken bir günlük iş vardı, hava muhalefetinden bir türlü adamcağızı alamıyordum. Geçen hafta iki günlük yağmursuz havayı bulunca hemen adamı alıp, zeytinleri budattım. O gün işi bitirebilsin diye kendim de arı gibi çalıştım. Artık bundan sonra bu ay içinde bahçede yapılacak işleri biraz mesai harcayarak kendim de yapabilirim.
Bu sene evin arkasında yaptığımız ufak bostanı malçlamaya karar verdik. Malç diktiğiniz bitki köklerinin kapatılması anlamına geliyor. Bu sayede bostan hem yabani bitkilerden korunmuş oluyor, hem de ısı ve nem dengesi daha iyi sağlanıyor, su tasarruf ediliyor. Aslında kapatma işi organik maddelerle de yapılabilir, ancak o maddelere ulaşamam, mecburen naylonla kapatacağız. Yanılmıyorsam bu işi kendim yapmak zorunda kalacağım, oysa bahçıvandan yardım almayı düşünüyordum, ne de olsa ilk kez deneyeceğimiz bir şey.
Bu naylonları köyden edinebilme şansımız olmadığı için bir koşu gidip tedarik ettim. Sırf bu ihtiyaç kalemini bile önceki yaşamıma göre nasıl bir paralel evrende yaşadığımın kanıtı olarak kaydediyorum.
Bunun haricinde bahçe için alınabilecek ne var ne yoksa (fideler hariç) hepsini aldım. Yeme içme işleri tedarikine gelince, bence birkaç ay köyden hatta evden çıkmadan yaşamamız mümkün. Gene de geçen hafta un, içme suyu, laktozsuz süt gibi şeyler depoladık.
Bir de hesapta olmayan şeyler çıktı. Mesela dişler. Bizim kızların her ikisi de dişten yana çok şanssızdırlar, ömür boyu ev ve iş yerleri dışında, en çok vakit geçirdikleri yerler dişçi muayenehaneleri olmuştur muhtemelen.
Nermin’in ağzında, alt çenedeki 4 diş kökü haricinde hiç kendi dişi yok, totale yakın protezleri var. Gerçi bu protezleri de ağzında sadece dışarı çıkarken estetik amaçlı kullanıyordu. Bundan birkaç ay önce ön diş köklerinin kaplamaları çıktı. O zaman onu buradaki bir diş merkezine götürmüştüm, bize salgın önlemleri nedeniyle ağızdan toz çıkarak işlemler yapamayacaklarını söyleyerek hiçbir şey yapmadan, salgının bitmesini beklemek üzere eve göndermişlerdi.
Aylardan beri, sanki bilmiyormuşuz gibi, her gün bize ağzında diş olmadığını duyuruyordu. Mesela süt reçelini çok sever, ama en son aldıklarımızı nedense beğenmedi galiba, neden yemediğini sorunca, reçel yemek için dişe ne gerek varsa ‘dişim yok ya yiyemiyorum’ dedi. Aylardan beri sevmediği yemeklerin hepsi (ki çoktur) ne kadar yumuşak olursa olsun, ‘dişi olmadığı için yiyemeyeceği kadar sert’, sevdiği yiyecekler ise ne kadar sert olursa olsun yiyebileceği yumuşaklıkta. (Onu tekrar diş merkezine götürmek için vaka sayısının azalmasını bekliyordum, bu arada bana her fırsatta hatırlatıyordu.)
Sermin’in ağzında ise birkaç implanta yerleştirilmiş, kalıcı protezler var. Geçen hafta sonu onun da alt çenesindeki protez çıktı. Onun doktoru İstanbul’da olduğu için kendi fikri ona gitmek idi, ancak uzun yolda araba kullanmaz, bu salgında otobüse binmez, İstanbul’daki yeğenimiz gelsin beni alıp İstanbul’a götürsün demeye başladı.
Aklıma bu ikisi de özel bir hekime götürmek fikri geldi ( ne de olsa özel muayenehaneye, diş merkezindeki kadar kalabalık olmaz). Acaba dişlerini burada yapıştırmayı kabul eder mi diye Sermin’e sordum. Sanırım o sırada İstanbul’daki hekimi ile konuşmuş, o da gelme, orada yapıştırsınlar demiş, hemen kabul etti.
Çanakkale’de en yakın 2 arkadaşımın birinin lise, diğerinin fakülte arkadaşı olan bir diş hekimi var. Üstelik bu adamın bizim köyde arazileri var. Yıllardan beri (ta kendim için arazi aradığım zamanlardan beri) bu adamla tanışmam gerekiyordu, ancak bir türlü kısmet olmamıştı. Arkadaşımı arayıp, ikisi için de bu hekimden randevu aldırdım. Sağ olsun bizi temiz muayenehaneye almak için kendi çalışma saatinden bir saat öncesine randevu verdi.
Neyse sonuç olarak Sermin’in dişini yapıştırdı. Nermin’in dişileri artık çekilecek sanıyorduk, ama onu da yapıştırmaya karar vermiş. Bu arada ben adamcağıza bir paket çikolata yaptırmak için dışarı çıkmıştım. Ben dışardayken Sermin aradı, benim dişimi yapıştırdı, Nermin’inkine de yapıştıracakmış dedi. Ben peki ne zaman diye sordum, doktor ne zaman isterseniz dedi, diye bir cevap aldım. Sağlıkla ilgili işlerini bana yaptırmaya o kadar alışmışlar ki randevu almak akıllarına gelmeden dışarı fırlamışlar.
Neyse ertesi güne randevu aldırdım, bu kez benim başka işim vardı, ikisi Nermin’in protezleriyle gitti, fakat bu aylar içerisinde diş kökleri yer değiştirmiş, yani eski protez uymamış, doktor yeni kalıp almış ve yeni protez ısmarlamış. Vallahi ne varsa eski hekimlerde var, bizim nesil hastaya yapışır, işini bitirmeden bırakmaz, yeni nesil hekimlerin çoğu kendi uzmanlık alanı dışında en ufak bir şeyi bile ellemiyor.
Umulmadık bir şey ise dün durduk yerde araba kazası yapmış olmam. Suç tamamen bende, adamcağız kavşakta duruyordu, ben frene geç bastım ve ona arkadan çarptım. Adam emekli jandarma çıktı, sulh içinde tutanak tuttuk. Vuru, nasıl bir yere denk geldi ise şoför kapım açılmıyor, mecburen arabayı servise bıraktım.
Artık, benim arabayı almak ve Nermin’in dişlerini prova yapmak dışında köyden çıkmamız için sebep yok. Gene de, umarım bizim köy karantinaya girmez ve bütün çıkış yollarımız kapanmaz.
Şimdilik evde kalmanın tek sakıncası, köyde korona vakası olduğunu duyunca Nermin’in iyice azıtan sinirsel öksürüğü. O tahta göğüsten bu kadar yüksek sesi nasıl çıkarabiliyor, bilmiyorum. Yemin ederim, İl Pandemi Kurulu, kükreyen öksürük seslerini duysa bizim evi tek başına karantinaya alır.
Bizim evden yükselen tek vahim ses Nermin’in öksürüğü değil. Ben de kaç yıldan beri hiç müzik yeteneğim olmadığı halde yeniden piyano dersleri alıyorum (şu sıralar Online). Çıkarttığım seslerin çevredeki inekleri sütten keseceği konusunda endişelerim var.
Bu yıl evde sıkılmamak için bin bir takla atıyorum. Aklıma artık bol gelen kot pantolonlardan çanta yapmak fikri geldi. Meğer internet ‘eskiyen kotlardan çanta yapanlar’ çarşısıymış, bu konuda bir yığın eğitici video buldum. Bu videolardan özellikle de cep yapma konusunu ayrıntılı gösteren bir kaçını defalarca izledim. Sonunda kendi çantamı yapacak kadar fikir sahibi olduğuma karar verdim.
Dikiş konusunda çok deneyimsiz ve sabırsızım, en ufak bir zorlukta hemen vaz geçme ihtimalim var, mesela dikiş makinesinin en ufak bir tersliğinde tamamen iptal oluyorum.
Önce günlerce, kendimi ruhen dikiş makinesini kullanmaya hazırladım, sonra ütü masasının ve dikiş makinesinin açık durabileceği bir yer ayarladım.
Evdeki sandıklardan birinden çanta astarı olarak kullanabileceğim çizgili bir kumaş buldum.
Birkaç boyda ve renkte fermuarlar, gerekirse kullanacağım bazı markalar, iplikler, tela aldım.
Birkaç yıl önce gene kendi yaptığım ancak oldukça küçük geldiği için kullanamadığım fakat desenini kendim çizdiğim ve işlediğim için atmaya da kıyamadığım, kumaş bir çantayı da parçalara ayırdım. İşli parçayı yeni yapacağım çantanın ön cebi olarak kullanmaya karar verdim.
Bu nakışı, Osmanlı çini desenlerinden esinlenerek kendim çizmiş ve dizayn etmiştim. Çiçekleri, klasik çini desenlerinden çok kullanılan Hatayi desenlerden esinlenerek çizmiştim. Fakat yapmayı planladığım çanta için gözüme çok küçük görünmüşlerdi. Böylece çiçeklerin etrafına Çintemani örnekleri eklemiştim. Bu sefer de çiçeklerle çintamani desenler çok ilgisiz kaçmıştı, çintemani desenleri kalın bir çerçeveyle çevreleyerek kendimce çok hoş bir bütünlük sağlamıştım.
Yapacağım sırt çantası için, sadece ön ve arka yüzler için kağıt bir patron çizip, bu patronu ölçü olarak kullanmaya, diğer bütün kısımları elimdeki kumaşın ölçülerine ve üzerindeki dikiş izlerine uygun bir şekilde doğaçlama yapmaya karar verdim.
(Sonuç olarak ortaya, oldukça kullanışlı yüksekliği 44 cm, eni 35 cm, kalınlığı 8 cm boyutlarında bir sırt çantası çıktı.)
Bütün hazırlıklardan sonra, pantolonu ana dikişlerinden kesip, kullanabileceğim bazı düzgün kumaş parçaları çıkarttım.
Çantanın ön ve arka ana yüzleri için istediğim boyutlarda kesintisiz kumaş yoktu.
Böylece iki ana parçanın enini kurtarmak için ortadan yukarıdan aşağıya bir dikiş olacak şekilde ayarladım. Çantanın boyunu kurtarmak için de alt kısmına üçüncü parça daha hazırladım.
Önce 14x 26 cm boyutlarındaki iki düzgün kumaşı ortadan birbirine diktim, telaladım ve bütün kumaşa elimle kapitone dikiş yaptım. Bu kapitone sırasında makine kullanma konusundaki kararlılığım arttı.
Her iki ana yüzün bir yarısını kesintisiz olarak pantolonun bir paçasından çıkarabildim. Arka yüzün diğer yarısını çıkarabilmek için alt tarafta arka cebin olduğu kısmı kullandım. Bu parçada hem pantolonun kendi cebini, hem de bütün parçayı (çıtçıtla kapanan, astarlı) bir cep olarak tasarladım. Çift cepli parçayı, arka yüzün yarısını oluşturacak şekilde tamamladım. Daha sonra iki yarıyı birleştirdim ve bütün arka yüzü tela ile astarladım.
Ön yüzde de parçalardan birini yamalı yaptım. Ön yüze nakışlı cebin haricinde, nakıştaki kahverengine uygun bir fermuarla kapattığım astarlı bir cep daha diktim. Bundan sonra bu parçayı da tela ile astarladım. Ayrıca pantolonun cebini çıkardığım yerde görünen koyu mavi çizgiyi desen haline çevirmek için, bunun yanına bir marka, bir de ‘hand made’ logosu yerleştirdim.
Çantanın saplarını yapmak için diğer paçanın boyundan çıkardığım (ölçüyü göz kararı almıştım) iki uzun parçayı kullandım. Önce uzun parçaları katlayarak çanta sapı olabilecek şekilde diktim. Fakat boyları istediğim uzunlukta olmadı. Zaten ön yüzdeki yamayı yapabilmek için arka ceplerden birini sökmüştüm. Bu cebi de tela ile astarlayarak uzunlamasına ortadan katladım, sapları bu cebin alt kısmına sokarak bütün parçayı dikişlerle birleştirdim. Bu cebi çantanın arka yüzünün üst ortasına, sapların açıkta kalan uçlarını da arak yüzün alt yanlarına kuvvetlice diktim.
Ön ve arka yüzleri bitirdikten sonra alt kısımlarından ilk yaptığım kapitone parça ile birleştirdim. Daha sonra sapları dikmemeye özen göstererek kenar dikişleri çektim. Kapitone parçanın köşelerini kulak gibi katlayarak, çaprazlama tekrar diktim. Böylece kapitone parça çantaya sadece uzunluk değil, aynı zamanda kalınlık katan kısım oldu.
Astarı ise tek parça halinde kestim, bir tarafına fermuarlı, diğer tarafına açık bir cep ekledim. Astarı da ayrıca tela ile astarladım.
Son olarak çantaya ve astara üst kısımdan fermuar dikerek çantayı tamamladım.
Çantanın son halini gören Sermin, artık ne anlama geliyorsa, birkaç kullanmadığı kot pantolonunu önüme koydu.
Şimdi yeni tasarımlar peşindeyim ama makine de hır çıkarmaya başladı, bakalım ne olacak?