Geçen hafta aylar hatta bir yıldan daha uzun süreden beri ilk kez doya doya Lapseki pazar yerini gezdim.
Hayatta gezmekten en çok keyif aldığım yerler üreticinin kendi ürününü sattığı pazar yerleridir. Muhtemelen insanların içinde bir yerlerde şehirde yaşamanın getirdiği anlatılmaz yaşanır bir özlem var ki, tanıdığım hemen herkes üretici pazarlarında gezmeyi sever.
Çocukken, Trabzon’da, Kunduracılar caddesinde yaşardık, o dönemde, pazara gittiğimizi pek hatırlamıyorum, ancak pazarı aratmayacak tazelikte sebze meyve satan bir bakkalımız olduğunu ve ondan alışveriş yaptığımızı hatırlıyorum.
Bakkal aldıklarımızı, her esnaf gibi, eski usul terazi ile ölçerdi. Bu terazide ölçü yapmak için üzerinde kaç gram olduğu yazan demir ağırlıklar vardı, bir kefeye sebzeyi koyar, diğer kefeyi de bu ağırlıklarla dengelerdi, zaman içinde göz kararları gelişmiş olmalı ki, genellikle aldığın malzemeyi dengelemeyi çok kısa sürede başarırlardı. Aldığın sebzeyi ise ham kağıttan yapılmış, birleşim yerleri alçı gibi bir şeyle yapıştırılmış, kese kağıtlarına koyarak bize verirlerdi. Bizde de ipten örülmüş file olurdu, bu filelerle eve taşırdık. Zaman zaman evde birikmiş gazete kağıtlarını bakkala götürür, kese kağıdı yapması için verirdik.
Alışveriş dönüşü ambalaj çöpü diye bir kavram yoktu.
Çocukluktan hatırladığım ilk köy pazarı ise, Annelerle (anneannemiz) yazın, Rize’nin Pazar ilçesinde gittiğimiz köy pazarıdır. Biraz daha büyüyünce yazlarımızı, Trabzon ile Akçaabat arasında bulunan Yıldızlı köyündeki doktor evlerinde geçirmeye başladık. O zaman da Annelerle, Akçaabat’ta pazara gittiğimizi hatırlıyorum.
Anneler bu pazarlardan canlı tavuk alır, bu tavukları iki hafta kendi eliyle besledikten sonra keserdi. Tavukların tüylerini yolmasını, ince tüyleri tütsülemesini bu gün gibi hatırlıyorum. Bu tavuklar şimdiki çiftlik tavuklarından çok farklıydı. Hem pişmesi inanılmaz derecede zordu, hem etleri çok daha koyu renkliydi, hem de çok daha farklı bir lezzeti vardı.
Akçaabat’taki pazarda ‘zaguda’ pazarı denilen bir kısım vardı. (Karadeniz bölgesinde de, Marmara ve Ege kadar olmasa da zeytin ağaçları vardır. Trabzon’da yeşil zeytinin taşla kırılmış, suda bekletilerek acısı alınmış şekline zaguda denilir.)
Daha sonra Trabzon’da küçük Ayvasıl kilisesinin olduğu sokağa yerleştik, böylece ‘Pazarkapıya’ çok daha yakın oturmaya başladık. Pazarkapıda bir sürü manav, bakkal dışında bir de kapalı köylü pazarı vardır. Bu pazarda haftanın her günü, kadınlar kendi ürettikleri ürünleri satarlar. Bu pazardan alışveriş yapmayı çok severdim.
Boztepe’ye taşındıktan sonra en çok bu pazarı özlemiştim, daha sonra birkaç sokak öteye Pazar günleri köy pazarı kurulmaya başlandı. O dönemde her pazar sabahı mutlaka bu pazara gider, haftalık alışverişimi yapardım.
Aslında hiçbir şey almasan bile pazar yerlerini gezmenin, insanı mutlu eden, tuhaf bir büyüsü vardır.
Dünyada bir çok memlekete turist olarak gittim, hemen her ülkenin köy pazarlarını gezdim. Şimdi beni bir Pazar yerine koysanız, pazarın şeklinden, ürün çeşitlerinden hangi memlekette olduğumuzu kabaca söylemem mümkündür.
Mesela Avrupa’daki pazarlar, genel olarak sınırları oldukça belirgin bir alanda, küçük bir parkta ve onu çevreleyen sokaklarda kurulur. Satıcıların önünde neredeyse seyyar bir dükkan denilebilecek, tezgahlar bulunur.
Satılan ürün eğer sebze, meyve ise küçük şeffaf plastik kaplar, hatta bardaklar içerisinde, bazıları dilimlenmiş şekilde, tane işi olanlar da neredeyse sayılabilecek kadar az miktardadır. Ürünlerin çoğunluğu, işlenmiş et (salam, sucuk, pastırma), pasta, ekmek gibi hamur işleri, dondurma ya da atıştırmalık alabileceğiniz yiyecek tezgahlarıdır. Bu pazarlarda genellikle canlı çiçekler de bulunur.
Eğer mesela Uzak Doğu’da bir Pazar gittiyseniz, burada egzotik meyveler, balık ve su ürünleri ön planda olabilir. Eğer eski Sovyet topraklarındaysanız, ürünler bizim pazarlara benzer, ancak sergilenişi çok daha düzenlidir. Bir kere pazar yerleri bayağı tanzim edilmiş, sırf bu işe ayrılmış alanlarda kurulmuştur, ikincisi de ürünler tezgahlarda neredeyse askeri nizamda dizilidir, üçüncü olarak benzer ürünleri satan tezgahlar bir araya toplanmıştır.
Beni en çok etkileyen pazar yeri ise Peru’da gezdiğim ve hala unutamadığım pazardır. Burada şehirde, ucu bucağı olmayan, tanıdığım, tanımadığım her türlü sebze meyvenin her çeşidinin olduğu bir pazar, köylerde ise daha ufak ve yöresel ürünlerin satıldığı bir sürü pazar gezmiştik. Papaya, ejder meyvesi, ananas, adını bilmediğim bir sürü tuhaf meyve, bir sürü kök sebze görmüştüm. Ayrıca bildiğimiz her türlü meyve de vardı, üstelik bin bir çeşitlerdi. En çok aklımda kalan ise mısır ve patateslerdeki renk, şekil ve boy farklılıklarıydı. Oradan getirdiğim mısırları üretememiştik, yıllar sonra gene güney Amerika kıtasından getirdiğim domates ise bizim bahçede şekil değiştirdi.
Türkiye’de ise bölgeden bölgeye satılan ürünler değişiyor, Ege bölgesi malum çeşit çeşit otları ile ünlü. Doğu’da bir pazara gitseniz, tahıl, peynir, salçalar gibi ürünler dikkatinizi çeker.
Çanakkale bir tarım havzası, pazarlar gerçekten sosyal hayatta hayati önem taşıyor, her iş köy pazarlarına göre ayarlanıyor. Örnek olarak Cuma günleri bizim köyde hiç kimseyi bulamazsınız, çünkü herkes şehirdeki köy pazarındadır. Pazarlar, sadece alışveriş alanı değil, sosyal hayatın vaz geçilmezi, diğer köylerden ve kasabalardan haber alınmasını sağlayan kadim bir gelenektir.
Hemen her kasabada özel Pazar yerleri yapılmıştır, ancak Gelibolu ve Lapseki’de pazarlar hala sokaklarda kuruluyor. Şimdi karantina nedeniyle şehirdeki sebze ve tuhafiye pazarı günleri ayrıldı, ama önceden birlikte olurdu.
Biz salgın öncesinde hemen her hafta Çanakkale’deki, arada Lapseki’deki, zaman zaman da Çan, Biga, Ezine, Gelibolu pazarlarına giderdik. Bir kere de Bayramiç pazarına denk geldik, eski köy pazarlarına en fazla benzeyen galiba oydu.
Lapseki pazarı da, eski köy pazarlarına şehirdekine göre çok daha fazla benzer. Geçen gün Lapseki’ye yürüyüş için gittiğimde, pazara denk geldim. Yolun deniz tarafındaki sokaklarda kıyafet, kumaş filen satılan kısım kurulmuştu, havludan, payetli şalvar kumaşına kadar her şey satılıyordu, eski usul kara lastik bile vardı, nostalji yaparak bahçede giymek için kendimize kara lastik ayakkabı aldım.
Yolun yukarısındaki sokaklarda daha da büyük nostalji yaptım, her türlü sebze meyve, kadınların evde pişirdiği ekmek vs vardı. Ancak iki şey var ki beni hatıraların dibine vurdurdu.
Hani eskiden açıkta satılan, kesme şeker diyemeyeceğiniz kadar büyük, sert mi sert çay şekerleri olurdu, hatta bunları istediğiniz ölçüde kırmak için özel kıskaçları olurdu. İşte yıllar sonra bu şekerlerden buldum ve aldım.
Daha da inanılmazı canlı civciv bile vardı. Hem tavuk hem de ördek, ya da kaz civcivi satılıyordu. Bir de bu bölgede beçtavuğu bir hayli yetiştiriliyor. Bu tavukların yumurtaları beyaz olmuyor, aksine mavi, yeşili kahverengi, sarının her tonu rengarenk oluyor. Bu renkli yumurtalardan da gördüm.
Bu şehirde bir de Giresun, Ordu taraflarından alışık olduğum, zamanları geldiğinde yerel mantar görmek de mümkün. Kültür mantarı ise her zaman satılıyor. İzmir pazarlarındaki kadar çok yabani ot satılmasa da her pazarda hangi otun zamanıysa bulmak mümkün.
Yerel tohumlar aslında arz kürenin, o noktasındaki toprağın, suyun, havanın birleşiminden oluşan doğal çevreye en uygun haliyle milyonlarca yıldan beri evrimleşmiş, yöresel DNA bankasıdır. Bir bakıma o coğrafi bölgenin ‘Levh-i mahfuz’udur. Umarım bizden sonraki nesiller de bu biyolojik çeşitliliği görme şansına sahip olur.
Bu yıl denizdeki salyaları gördükçe dünyaya neler yaptığımızı ve daha ne kadar zarar verebileceğimiz düşünmeden edemiyorum. Pazar yerini gezerken duyduğum sevinç, şimdi yazarken yerini kaygıya bırakıyor.