Geçen hafta sonu fakülteden sınıf arkadaşlarımızla birlikte kahvaltı yapacağımız bir toplantı için İstanbul’a gittim. İstanbul’a en son gidişimin üzerinden neredeyse 2 yıl geçti, son gidişim Anadolu tarafındaydı, Avrupa tarafına son gidişimi ise tam hatırlayamasam da sanırım en az 2,5 yıl olmalı.
Son iki yıldır, neredeyse bütün vaktimi köyde geçirdim, aşılandıktan sonra sınırlı sosyalleşme olanağı bulsam da ciddi ölçüde münzevi hayatı yaşadım.
İnsan tuhaf bir yaratık; ya da en azından ben, kendim tuhafım. Bütün hayatım, özellikle de çalışma hayatım boyunca kalabalıktan şikayet ettim. KTÜ’de çalıştığım 25 yıl boyunca her gün ortalama 500 kişi ile muhatap oluyordum. Bu sayıyı uydurmadım, günlük poliklinik hasta sayımız, onların anne babaları (çok zaman daha da kalabalık olabiliyorlar), serviste yatan hasta sayısı, girdiğim derslerdeki öğrenci sayısı, asistan sayısı, meslektaşlarım derken sadece iş saatlerimde iletişime girdiğim kişi sayısını, minimumda tutarak hesapladım.
Bir gün boyunca hiç üşenmeyip anlık olarak defalarca, hastane odamdaki kendim dışında kafa sayısı saydım, gün içerisinde 7-14 arasında değişiyordu, bir an bile yalnız kalmıyordum. Kışın en soğuk günlerinde bile bu ufacık odada havasızlıktan ölmemek için pencereyi açık tutardım.
Kimse, ama hiç kimse sıra beklemek istemezdi, ben de aynı anda hem telefonla konuşup, hem hasta sahibine hem de o anda odama dalan asistan, görevli, şikayetçi (Allah o an için artık ne verdiyse) ile konuşmayı başarmayı öğrenmiştim.
Sonra bir anda, ben gene iki kişiyle aynı anda konuşup sorun çözerken, odama baş asistan daldı ve artık aile saadetini tehdit edecek şekilde bunaldığından, asistanların nöbet listelerine yaptıkları itirazlardan bahsetmeye başladı. Hiç unutmuyorum o saniyede birden bire sesler kafamda uğuldamaya ve karşımdaki kişiler bir sis perdesinin ardından görünmeye başladı. İşte bu tek andan sonra, biri konuşurken bir diğeri araya girdiğinde ben bloke oldum, ne yeni konuşmayı ne de devam etmekte olan konuşmayı duyabildim. Bence bu beynimin bana artık tükendiğini söyleme şekliydi. Ben de insanlara artık tek tek konuşun demeye başladım. Bu kez benim anında cevap vermeme alışık kişiler için bu kibir olarak algılandı. Neyse ki bu durumdan kısa bir süre sonra muayenehane açtım ve gerçekten artık odama giren, çıkanı kontrol edebilmeye başladım, böylece işler düzene girdi. Muhtemelen bu yeni işim, oldukça yoğun olmasına rağmen bir şekilde dinlenebilmemi, hastama istediğim kadar zaman ayırabilmemi, akşam eve kurşun yemiş gibi dönmememi sağladı ve beni tükenmişlikten kurtardı.
Sonuç olarak özellikle de çalışma hayatımın son 15 yılında alabildiğim yıllık izinleri (çoğunu yaktım) evde sadece yatarak geçirdim. Bütün bu yıllar boyunca hep, şöyle en azından 3 ay insansız bir adada yaşamayı hayal ettim.
Meğer bu hayallerden bir kaçı eşref saatine denk gelmiş, şimdi kaç 3 aylardır insansız yaşamak zorunda kaldım. Bu kadar yoğun çalışınca sosyal hayatım, hiç son senelerdeki kadar nakıs olmasa da zaten kısıtlıydı, özellikle de gece hayatı hiç bana göre değildir. Ama bu kadar izole olunca da arkadaşsızlıktan içim kurudu. Şu anda sıradan bir misafirlik, bir kahvaltı bana eskiden olduğundan çok daha fazla şey ifade ediyor. Sanırım herkes benimle aynı durumdadır.
Geçen hafta, (nasıl olsa her birimiz aşılarımızı da yaptırdık) büyük bir hevesle İstanbul’daki kahvaltısına katılmak, önceden gidip birkaç işi halletmek ve biraz da alışveriş yapmak istedim.
İstanbul trafiğine alışık olmasam da ev merkezden uzak, genellikle kendi aracımla gider, şehre inerken metro kullanırım. Bu sefer gidişte ilk şokumu evin kapısını bulamayarak yaşadım, karşımıza yeni hastane açıldı (son gidişimde inşaat henüz başlamıştı), mahallede yollar değişmiş, 3 kere evin önünden geçip siteye ondan sonra girebildim. İstanbul merkezine kendi aracımla gitmemek için bindiğim metroda, alışveriş merkezinde, sokaklardaki kalabalığı görünce gene ödüm patladı, bir an önce köye dönmek için can attım. Özellikle metrodaki kalabalık, insanların maskelerini yalan yanlış kullanmaları beni bayağı ürküttü. Dönüşte taksi kullanmaya karar verdim.
Alışveriş merkezinde dolaşmaktan pek hoşlanmam ama, aylardır, İkea’ya gitmek ve biraz orada vakit geçirmek, birkaç şey bakmak istiyordum. Fakat tam içeri girecekken önünde park etmiş boş bir taksi görünce, belki sonra bulamam endişesiyle, hemen içine atlayıp eve döndüm.
Eğer sınıf arkadaşlarımı bu kadar özlememiş olsaydım, toplantıya falan katılmadan geri dönerdim. Tekrar bir metro hikayesi yaşamamak için toplantıya mecburen kendi aracımla gittim, çantamı da yanıma almış olduğum için, kahvaltıdan sonra derhal dönüş yoluna geçtim. Neyse ki navigasyon beni paralı yollara soktu da trafiğe takılmadan İstanbul’dan çıkmayı başardım. Tabii sınıf arkadaşlarımı görmek bana çok iyi geldi.
Döndükten sonra kalabalıktan bu kadar bunalmamın sebebini düşünmeye çalıştım. Çünkü neredeyse yetişkin hayatım boyunca yalnızlık özlemi çektiğim kadar son iki yılda kalabalık özlemi çekmiştim.
Anlaşılan bu endişe, yalnızlık, gelecek endişesi, ekonomik zorluklar, sosyal uyarı eksikliği, kendini yenileyememe süreci kalan 3 kuruşluk aklımı da başımdan uçurmuş. Tanıdığım pek çok kişi de benim gibi zorluklar çekiyor. Mesela hayatımda hiç olmadığım kadar vesveseliyim, uyuma zorlukları yaşıyorum, hiç olmadığım kadar derinden fiziksel ve zihinsel konfor alanlarıma bağlıyım. Bu salgının, sadece benim değil, bütün bir nesil olarak hepimizin akıl sağlığı üzerinde kalıcı etkileri olacağı endişesi taşıyorum.