Geçtiğimiz hafta ailecek duygusal bir olay yaşadık. Ege (yeğenim) Mart ayında paralı kısa dönem askerlik yapacak. Kendi aramızda kuluçka askerliği diyoruz, çünkü askerlik süresi bir aydan kısa, yani yumurtaya otursa civciv çıkartacak kadar var yok. Ancak askerliğin süresi önemli değil, üzerine yüklenen anlam önemli. Ablası Nil, en az iki aydan beri asker uğurlama havasına girdi. Vatan sana ev bana emanet / Aramasın gözler, o şimdi asker/ En büyük asker, bizim asker/ Keep calm and join army/ kız arkadaşı için; Tencerem var tavam var, asker yâriyim havam var/ yatağı için; Ege şimdi asker gibi pankartlar hazırladı. Bütün bir ay boyunca o konser senin, bu şenlik benim gezdirdi. Teslim için Ankara’ya arabayla götürecekti, ama Ankara’ya kar yağınca, Bolu Dağını düşünerek, Ege’yi tek başına uçakla gönderdi. Hava alanına giderken, kendisi asker parkası ve kamuflaj şapkası taktı, Yaylalar, Yaylalar çığırarak, kardeşine tam bir asker uğurlama yaşattı. Ege de ablasından geri kalmadı, sanki Yemen’e gidiyor, telefonda bütün Türkiye ile görüştü yanılmıyorsam. Şu an itibarıyla oğlumuz teslim oldu, hayırlı teskereler diliyorum. Bir ay sonra artık askerlik de bittiğine göre evlenmek için mümeyyiz sayılır. Kısa mısa anlamam, oğlumuz asker oldu, bize ne oluyorsa fena halde havalıyız.
Köy hayatına gelince; Mart ayı bu yıl da, geçen sene olduğu gibi kazma kürek yaktıracak belli ki. Sözüm ona derece olarak hava sıcaklıkları fena değil, ancak resmen iliklerime kadar kar soğuğu hissediyorum. Önümüzdeki hafta ortasından itibaren yine çok soğuk bir hava dalgası geliyormuş. Zaten cemreler sırasında havanın bozması, hatta kar yağması beklenmedik bir şey değildir. Umarım geçen yıl Mart ayında yağdığı kadar ağır bir yağış olmaz, bu yıl bizim köy çok kar almadı, ancak aşırı ayaz yaptı. Aslında 2 yıldan beri kış ayı bir hafta kış, bir hafta bahar şeklinde geçiyor. Gene bütün bademler, erikler çiçek açtı ve sanırım gene donacaklar.
Muhtemelen bahçede geçen yıl olduğu gibi don hasarı çok olacak, zaten şimdiden bütün lavantalar kurumuş gibi görünüyor. Geçen yıl Mart başında köydeki metruk bir bahçedeki reçellik gülden çelik yapmıştım, çelikler birkaç günde yaprak vermeye başladıktan sonra yağan karda donmuştular. Bu yıl biraz akıllandım, bu kez çelikleri bir saksıya dikip evin içine aldım. Nisan ayında gece sıcaklıkları 10 derece üzerine çıkana kadar evde bakacağım. Ekim ayında ise bahçedeki yerlerine dikeceğim. Umarım bu sefer başarırım.
Bu yıl kış sebze bahçesi de ağır hasar aldı, artık nasıl bir kuru soğuk yedilerse karalahanalar, pazılar bile dondu. Önümüzdeki kış naylonla malç yapacağım, sistemi öncelikle yaz bahçesinde deneyip, öğrenmek istiyorum. Aslında bu ay ağaçlara budama, ilaçlama, yabani otlarla çeşitli yöntemlerle mücadele etme zamanı, ancak bir türlü işlere başlayamıyoruz. Çünkü o kadar çok yağmur yağdı ki tarlalar balçık halinde, çalışmaya uygun değil. Beklenen soğuktan sonra ne halde olacak o da hiç belli değil. Umarım Martın son yarısı havalar iyi gider de ramazan gelmeden işlerin çoğunu bitirebiliriz, yoksa oruçlu işçiyi nasıl çalıştıracağım?
Köyde yaşarken öncelikler sıram, düşünce sistemim tamamen değişti. Çalışırken, son yıllarda kar yağdığı günler işe gitmiyordum, her şeyi telefonla idare ediyordum, kar bir çeşit tatil zamanıydı. Evde tembellik yaparak kendimi ödüllendiriyordum, şimdi ise bu ayda tembellik yapmak zorunda kalmak ceza gibi geliyor.
Gelelim köydeki aksaklıklara, ama önce köyde yaşadığımız krizin bende uyandırdığı anılarla başlamak istiyorum.
Yıllar önce İbrahim Özen, yeni başhekim olmuştu (sonra dekanlık, rektörlük de yaptı). O dönemde hastaneye yeni kısımlar eklenmemişti, bütün hastane; dekanlık, idari bölümler, poliklinikler, laboratuvarlar, derslikler, kantinlerin bulunduğu, en yüksek yeri 4 katlı olan binalar kompleksi halindeydi. Tek istisna, 11 katlı servis bloğuydu. Bu hastane söylentiye göre mimarlık ödülü almış bir binaydı, bana sorsan mimar başarısızlık ödülü almalıydı; çünkü bütün servislerin bulunduğu kata çıkan son derece yetersiz asansörleri vardı, hasta bekleme salonları geçiş koridorundaydı, en mahrem odalara bile elinizi kolunuzu sallayarak girebiliyordunuz, sekreterlikleri yoktu, daha ne sayayım; binada yangın merdiveni bile yoktu. Bence hiç hastane binasına benzer bir yeri yoktu. O kadar kullanışsız bir binaydı ki, yıllar içerisinde; koridorlara, oraya buraya yapılan eklentiler, kapılar ve bir sürü değişikliklerle günden güne iyice labirent halini aldı, şimdi gitsem, yıllarca çalıştığım binada yolumu bulabilir miyim bilmem.
İbrahim Beyin, baş hekim olur olmaz ilk işi, yüksek olan bloğa bir yangın merdiveni yaptırmak oldu. İronik olarak hastanenin tarihinde bildiğim kadarıyla tek yangını işte bu yangın merdiveni inşaatı sırasında kaynak makinesinden çıkan bir kıvılcım başlattı. Yangın intörnlerin yattığı sünger yatağı tutuşturdu, çok çabuk yayıldı, inanılmaz etkili görüntülü ve çok zehirli dumanlar çıkarttı. Ayrıca içinde mutfak tüplerinin bulunduğu mama mutfağını tehlikeye soktu. Yani eğer hızlıca müdahale edilmese patlamalar olacak, durum çok daha beter hale gelecekti. Trabzon’da itfaiyede ne kadar yangın söndürme aracı varsa gelmişti. Ben ancak yangın söndürüldükten sonra yetişmiştim.
Her musibette bir hayır vardır misali, yıllarca uğraşıp oradan başka bir yere taşınmasını sağlayamadığımız mama mutfağı bu kez mecburen yer değiştirdi. Bunun dışında aklımda kalanlar ise yangından tüpleri kaçıran, kimseyi incitmeden hastaları servisten boşaltan doktorlar ve hastane personeli, solunum cihazındaki hastaları uzaklaştıramadıkları için ailelerini tahliye edip hastalarının başlarında kalan kahraman hemşireler. Yeri gelmişken sağlık personeline yapılan saldırıları bir kez daha kınıyorum.
Köyümüzde an itibarıyla bir çeşit su krizi yaşıyoruz, peki su kriziyle bu olayın ne ilgisi var? Vallahi her iki senaryonun kurgusu birbirine çok benziyor. Yönetici uzun süreli bir sorunu çözmeye çalışırken, yaptığı şey, önlemeye çalıştığı en kötü ihtimale sebebiyet veriyor. Murphy kuralları iş başında mı desem, ne desem bilemedim.
Köyde aslında su meselesi olmaması lazım, şebeke suyumuz orman içindeki kaynaklardan geliyor. Köyde ayrıca tatlı su dedikleri ve bölge halkının içmek için çok tercih ettiği, kaynağı, tadı, deposu, şebekesi farklı çeşmesi de var. Evlerdeki musluklardan akan su ise birkaç kaynaktan besleniyormuş (ben sadece bir kaynağını gördüm). Orman içinde gözesinin bulunduğu yerde bir depo var, muhtemelen diğer kaynaklarda da bu şekildedir bilmiyorum. Köye gelen suyun ana deposu ise köyden 700/800 metre uzakta, evlerden biraz yukarıda mezarlığın bir yerde bulunuyor. Salgında doğa yürüyüşü yapacağım diye etrafı geze, geze her yeri keşfettim.
Eski depo küçüktü, suyu bazı yıllar yaz aylarında, özellikle de hayvanlara su içirme saatlerinde yani akşam 17/ 21 arasında ihtiyacı karşılamıyordu (Allah tarafından bu saatlik kesintilerden ürküp, eve bayağı kallavi bir su deposu yaptırmıştım, bu hafta can kurtardı). Bu depo bize günlerce yetebilir, ancak bizim Nermin su tasarrufu diye bir şey bilmez, günde en az 50 kere el yıkar, her el yıkamada benim saç yıkadığımdan daha çok su akıtır. Su deposu en alt katta olduğu için suyun üst katlara çıkması için motor çalışıyor. Her musluk açışta, sifon çekişte evde baykuş gibi öten motor sayesinde hiç birimizde uyku filan kalmadı. Malum hepimiz belli yaşın üzerindeyiz, gece WC hiç boş kalmaz. Sabaha kadar bir sifon, bir baykuş sesi, bir el yıkama ritüeli, bitmeyen bir baykuş sesi, bir sifon, bir baykuş, bir el yıkama, bir baykuş, aralarda yarım saat baygın düşüyorsak, bütün uyku o kadar.
Muhtarımızın seçim propagandasında köye daha büyük bir su deposu yaptırmak vardı. Gerçekten de eski deponun 3-4 katı büyüklükte yeni bir depo daha yaptırdı. Ama su kış aylarında zaten yettiği için, yeni depoyu kullanıma sokmak için havaların düzelmesini bekledi sanırım. Geçen hafta Salı günü, yeni depo şebekeye bağlanana kadar birkaç saat su kesintisi olacağını anons ettiler ( duyurular, camiden anons ediliyor). Buraya kadar her şey çok güzel, ancak 2 saat bile sürmeyeceği sanılan su kesintisi tam tamına 3 gün sürdü.
Yeni deponun contalarında bir sıkıntı varmış, onunla uğraşırlarken şebekeye muhtemelen taş ya da bir alet kaçtı ve boruyu tıkadı. Bu kez tıkalı yeri bulmak için şebeke hatlarını kazdılar, bir noktada kepçe çamura battığı için durmak zorunda kaldılar. Depo ile köyün arasında tarlalar, harman yerleri var, bu bölgenin bir özelliği de çok bol suyu var, hatta kendi kaynakları var, bu mevsimde bayağı bataklık halini alıyor. Bu yıl zaten çok yağmur aldık, yerler dize kadar balçık.
Bundan sonra, balçık kısmı atlayıp, suyun köye giriş noktasında, tatlı suyun deposunun hemen yanında, kazı yaptılar, bu noktaya su gelmiyordu. Belli ki kazı yapılan iki nokta arasındaki 400 metrelik boruda bir tıkanma var. Önce iki uçtan hortumlar sokuldu, olmadı. Belediyeden araç getirtildi. Bu arada tuhaf araçlar var, hortumunun ucunda tıkır, tıkır ses çıkartan kırma kafası olan, bizim endoskopi cihazları ( daha da benzer olarak idrar yolları taşı kırma cihazı) mantığına göre işleyen (bizimkinde optik özellik yok, yani hortumun diğer hortum içindeki hareketini gözlemek mümkün değil) bir cihazdı, bu da işe yaramadı.
Sonunda bir kepçeyi, bataklık alanda gidebileceği son noktalara kadar ilerletip tarlalarda ve iki yeni kazı daha yapıldı. Sonuçta borunun tıkalı olan kısmını 100 metreye kadar indirebildiler. Bu iki nokta arasına toprağın üzerinden salma boru ile bağlantı yaptılar. Şimdi evlerde basıncı az da olsa musluklardan akan su var.
Pazartesi günü bu kez deponun contaları değişecek, umarım suyumuz artık tam randımanlı bağlanır. Baykuş susar.
Bir de önümüzdeki hafta Sibirya soğukları gelecekmiş, muhtarı açıkta kalan borudaki suyun donmaması için, boruyu kapatmaya ikna ettim. O bölgeye makine soksa batar, bence naylona sarıp, saman ile kapatarak boruları donmaktan koruyabilirler. Saman nereden aklıma geldi derseniz, zaten açıkta olan borunun her iki ucunda saman balyası depoları var, yani samanı taşımak bile gerekmeyecek. Toprak kuruyunca da usulüne uygun gömerler artık.
Vallahi baykuş sesini kesince evde 3 gün 3 gece temizlik var.
Benim de Kayınbiraderin oğlu Kuluçka Asker olarak; Manisa/Alaşehir’e gitti…