Zaman çok garip bir kavram, herkes farklı bir şekilde algılıyor, hatta aynı kişi bile farklı durumlarda farklı değerlendirme sistemine sahip olabiliyor.
Bana kişinin sözlerinden bir demet sunun size, söyleyenin kaç yaşında olduğunu söyleyeyim. Örnek mi; insan ergenlik yaşındayken kendini herkesten akıllı hissediyor, ancak çevresi tarafından ciddiye alınmadığını düşünüyor. Eğer birisi, ‘akıl yaşta değil baştadır’ atasözünün çeşitlemelerini kullanıyorsa bilirim ki en azından 25 yaşından daha gençtir ve ciddiye alınma talep etmektedir. Buna karşılık ‘insan hissettiği yaştadır’ sözü ve çeşitlemelerini sıkça kullanıyorsa bilin ki minimum 50 yaşındadır ve bedensel olarak artık eskisi gibi olmadığının da pekala farkındadır, ama kuyruğu dik tutma gayretindedir.
Eğer yaşlanmak yerine ‘yaş almak’ demeyi tercih ediyor ise bu birey bilin ki 60 yaş üzerindedir. Hafızasını oldukça güvenilir bulmaktadır, zevklerinin iyice rafine olduğunu, yaşam deneyimleri sayesinde özellikle fazla beden çalışması gerekmeyen işleri çok daha kolay halledebildiği için pek çok açıdan genç halinden daha üstün olduğunu düşünmektedir. Geçen günlerden birinde bir arkadaşım; yaşlanmayan, yaş alan bir insanın 60 yaş üzerinde çok daha değerli olduğunu öne süren bir yazı paylaştı. Buna cevap olarak bir başkası yaşla ilgili problem yok, mesele önümde az zaman kalması diye cevapladı. Bu söz üzerine bir hayli düşündüm, zaman nedir, az zaman, çok zaman ne demektir, yani felsefe yaptım kendimce.
Evet, biz modern toplumlarda zamanı hep doğrusal bir şekilde algılıyoruz, oysa tarım toplumlarında döngüsel algılanır. Çünkü şehir yaşamında işler mekanik saatle, tarım toplumlarında ise doğanın döngülerine ayak uydurarak yapılıyor.
Çalışırken işe gidiş saatim, hangi gün, hangi saatte ne yapacağım çok büyük ölçüde belliydi. Üstelik bütün işlerimi özellikle masa taksimlerine yazarak, oradan takip ettiğim için günlük zaman çizelgemi çok başarılı bir şekilde yönetebiliyordum. Her saat diliminde yapılması gereken işlerim belli olduğundan, o dilimdeki işi vakitlice bitirme gayretinde olurdum. Bu sayede günlük işleri bitirmek için saatlerce fazladan hastanede kalmam gerekmezdi. Hastaneden geç çıkma sebebim ya acil hasta ya da en fazla bizzat asistanımla birlikte okumam gereken bir çalışma filan olurdu.
Şimdi çok kısıtlı da olsa toprakla uğraştığım için, işlerimi ancak aylık, hatta mevsimlik olarak planlayabiliyorum. Zamanı planlama işi; hava şartlarının uygun olmasını beklemek ve bu uygun zamanlarda gereken ekipmanı ve elemanı bir araya getirmek şeklinde değişti. Örnek olarak bu ay sonuna kadar yazlık sebze tarhlarını hazırlamamız uygun olur, çünkü Hıdrelleze kadar dikim işini tamamlamak gerekiyor. Oysa şu anda çok şiddetli yağmur yağıyor, bütün dereler, su yalakları başına kadar dolu, toprak balçık gibi. Bu durumda önce yağmurlu günlerin bitmesini, daha sonra birkaç gün de toprağın üzerinde çalışılabilecek kadar kurumasını bekleyeceğim. Bundan sonra ise fideleri, naylonları, gübreleri, su borularını hazır edip, bahçıvan çağıracağım. Bahçıvanımın bir sürü yapacak işi var, onu ayarlayabilmek için yağmurun bittiği günden önce aramam lazım. Daha önceden de bir işi yapabilmek için birçok değişkeni bir araya getirecek organizasyonları yapmam gerekirdi, ama o zaman önemli olan bu birlikteliği, şu gün bu saatte ayarlamaktı. Şimdi ise organizasyon yapabilmek için takvimden çok, meteorolojik verilere ihtiyacım var.
Aslında hem şehir hem de köy hayatı yaşadığım için, hem yapay hem de doğal zaman göre ayarladığım işler oluyor.
Geçtiğimiz hafta sonu yurt dışında yaşayan kuzenim Emre; İstanbul’a geldi, orada buluştuk. İstanbul’a gelme sebebi çok ilginç; birkaç ay önce nüfus idaresinde çalışan bir akrabamızdan Emre’nin bir silah ruhsatı için arandığını öğrendik. Meğer rahmetli annesinde aileden kalan antika bir tüfek varmış ve annesinin üzerine ruhsatlıymış, annesi öldükten sonra kimsenin aklına bu 100 yıllık Rus yapımı silahı (Çarık döneminden kalma, aile yadigarı) Emre’nin üzerine ruhsatlamak gelmemiş, yani yıllardan beri evde ruhsatsız silah bulunduruyor görünüyor. Emre de silahın ruhsatını üzerine almak için geldi, hem de bu kısıtlı zamanı arkadaşları ve bizlerle buluşarak değerlendirmek istedi. Ben de onu görmek için 2 günlüğüne İstanbul’a gittim. Yeğenlerim, kuzenlerim ve onların arkadaşları ile zaman geçirmek güzeldi, ama ben gene paralel evrenlerde yaşadım. Emre’nin arkadaşları da kendisi gibi, masası dekanlar, rektörler, profesörler, dünya çapında adamlarla dolu oluyor.
Neyse bir akşam gayet lüks bir yerde resmen bir üniversite kurmaya yetecek kadar akademisyenle birlikte gırgır şamata yemek yiyoruz, aniden telefonuma Sermin’den şöyle bir mesaj geliyor; komşunun bahçesinde çakal gördüm (Daha önce sıkça yazdım, köyde oldukça değerli yaban hayatı var ).
Resmen komşunun, imam nikahlı olarak da benim kedim olan Sarıgacı geçen hafta doğum yaptı ve mekanına bu kadar sadık hayvan, ilk kez yavruları her zamanki ahırından farklı bir yere taşıdı. Birkaç gün ortalıkta görünmedi, çok merak içindeydim. Bahçesine çakalın dadandığını duyunca ortadan kaybolması anlam kazandı tabii. Bu hayvan dünya kedi federasyonu olsa başkanlığını yapabilecek kadar kedilik biliyor, bayağı gurur duydum onunla. Üniformaları içerisinde garsonların etrafımızda dört döndüğü bir masada aklımın çakaldan kaçan kedide olması paralel evren değil de nedir?
Merak etmeyin kedi sağ, bu gün gayet sırnaşık bir şekilde yemeye geldi, birkaç gün bende yemedi ya karnı iyice içine kaçmış; onun lüks lokantası da benim.
Anne babasının dilleri farklı olan bebeler gibiyim, bir köylü, bir şehirli, zaman bir öyle, bir böyle, aklım bir orda, bir burda.
Biz de SARIGACI gibiyiz. Ne zaman iyi yemek aklımıza gelse adresimiz Ayşenur Hoca…