Geçen sene benim evde bir Hıdrellez kutlaması yapmıştım, bu toplantıdaki gurubumuzu baz alarak, birkaç arkadaş bir ‘gez-öğren-öğret’ gurubu oluşturup kendi aramızda Çanakkale ve çevre köylerde geziler düzenlemeye başladık. Ben, bu güne kadar genellikle düzenlenen gezilerden uygun olanlara katılmakla yetiniyordum, bu ay geziyi ben düzenleyeyim diye işe giriştim; bu gezideki her plan gibi bu da boşunaymış, çünkü sonuçta bütün operasyonu Gelibolu’lu arkadaşlar yaptı, ben hazıra konmuş oldum, zaten ilk fikrim de tamamen boşa çıktı.
Gelibolu’daki muhteşem mevlevihaneden çok etkilenirim, yıllardan beri hemen her sene Şeb-i Arus törenlerine katılmaya karar verir, sonra bir şekilde katılamam. Aslında vaz geçmemin en önde gelen sebebi, bu törenlerin tam da havanın bozduğu ve zaman zaman boğazdaki feribot seferlerinin iptal edildiği bir zamana denk gelmesiydi. Bu yıl mademki böyle bir arkadaş gurubumuz var, üstelik de köprü yapıldı feribota muhtaç değiliz, hep beraber bu törenlere gidebiliriz diye düşündüm. Sonra mevlevihanenin programına bakınca her ayın son Pazar güne akşam sekizde başlayan sema gösterisi olduğunu öğrendim. Şeb-i Aruza hazırlık olarak Kasım ayı gösterisini izlemek üzere bir program yapma fikri gurup içerisinde de sıcak karşılandı.
Gurubumuzda Gelibolu’da yaşayan ve sosyal hayatta oldukça etkin olan arkadaşlar da var. Emel Okandan hanımefendiyle konuşarak bir program hazırladık. Bizler Lapseki’ye kadar özel araçlarımızla gelip, feribotla yaya olarak Gelibolu’ya geçecektik, bizi bir minibüs karşılayacak ve gün boyu istediğimiz yerlere götürecekti. Gerçi evdeki hesap pek çarşıya uymadı, sema gösterisi son anda iptal oldu, ancak yıllardır geçirmediğimiz kadar şenlikli bir gün geçirdiğimiz için bu geziyi ayrıntılı yazmakta fayda gördüm.
Hava aniden soğuduğu ve buz gibi rüzgarlar esmeye başladığı için arabaları park ettiğimiz yerden (toplam 200 metre) feribota gidene kadar nemli rüzgardan yüzümüz uyuştu, ciğerlerimiz dondu. Feribotta sıcak salep eşliğinde arkadaşım Zafer Atasoy’u gez öğren öğret arkadaşlarımla tanıştırdım. Bu tanışma için çok mutluyum, çünkü Zafer ne zaman aramıza katılsa çoğunlukla tek erkek olur, bu kez kendi cinsinden birkaç kişiyle birlikte olmak ona da iyi geldi. Her zaman dalgamızı geçtiğimiz gibi etrafında hiç olmazsa onca kıymet verdiği y kromozomlarından birkaç adet vardı.
Limandan şehre girer girmez, bir takım ana yolların trafiğe kapalı olduklarını ve tam da Piri Reis müzesi yapılmış olan eski Osmanlı tersanesinin havuzunun önünde protokol oturma sıraları oluşturulmuş olduğunu gördük, ardından yol boyunca anonslar eşliğinde koşucuların teker teker geldiklerini fark ettik. Biz de birkaç koşucuyu coşkuyla alkışladık. Meğer Gelibolu’da her Kasım ayının 27’sinde Şevki Koru koşusu yapılırmış, adı geçen sporcu Gelibolulu bir koşucu, ve Türkiye’nin ilk maraton koşucusuymuş, anısının bu şekilde yaşatılması çok anlamlı geldi.
Gelibolu’da iş balık pazarına gidip, yiyeceğimiz balıkları seçmek oldu. Burada böyle bir adet var, istersen balıkları kendin alıp lokantaya gönderebiliyorsun.
Bundan sonra minibüse doluşup, Güneyli köyündeki Atıf Bey At Çiftliğine gittik. Burası öyle sıradan bir çiftlik değil, bir kere çiftliğin tarihi 400 yıllık. Yüzyıllar boyunca ailenin de çiftliğin da başına gelmedik iş kalmamış, ailenin tarihçesiyle birlikte yokluk dönemlerini takip ederek Anka kuşu gibi kendi küllerinden tekrar tekrar doğmuş bir mülk. Tarihçede neler yok ki; Çanakkale’de yaşayan hemen her ailede olduğu gibi göçmenlik hikayesi mi dersin, konağın Çetin Tekindor’un oynadığı Baba isimli filme set olması mı dersin, askeri amaçlarla birinci dünya savaşında kullanılmış olması mı? Ama bence en önemlisi Atatürk’ün de burada kalmış ve hatta Anafartalar Raporunu burada kaleme almış olması. Yani mülkün tarihi başlı başına yerel tarihe ayna oluyor. Bir de ailenin Anka kuşu modelinde oluşu hikayesi var. Aile tarihi adeta vahşi batı hikayesi gibi, Orta Avrupa’dan göç edip, yerleşmeye çalıştıkları bu bölgede tesadüfen altın madeni bile bulmuş, bu topraklarda çok düşmanlıkla da karşılaşmış, çok varlık da görmüş, her varlık döneminin ardından yokluk çektikleri dönemler yaşamış. Başlangıçta neredeyse bir kilometrekare olan çiftlik arazisi, istimlak, miras bölünmesi gibi çeşitli sebeplerle artık makul boyutlara inmiş.
Gene bir yıkım dönemini takiben şimdiki sahibi (ben buradaki 11inci kuşağım diyor) çok yeni bir vizyonla burayı bir sanat evi haline getirmiş. Seramik atölyesi, kumaş baskı atölyesi gibi çok değerli hocalar eşliğinde yapılan gurup eğitimleri var. Bizim gittiğimiz zamanda ise parafin kullanarak kumaş baskı çalışması vardı. Tam olarak anlatamayacağım ama bir sebeple Gelibolu’da vakti zamanında para bile basılmış ve bu paranın üzerinde aslan figürü varmış, işte bu eski figürleri canlandırıp, baskı deseni olarak kullanıyorlar. Hatta hoca adımı sorup, kalem dedikleri hokka gibi bir şeyle bir dakikada adımı bile yazdı, eğer almak isteseydim baskı da yapacaktılar.
Çok hoş bir ikram eşliğinde hanımefendiden uzunca bir süre tarihçe dinledik. Ailesi yüz yıllar boyunca günlük tutmuş, bu günlükleri kitap haline getirmişler, önümüzdeki yıl çıkacakmış. Hem bu ilginç mekanın turizme kazandırılmasını hem de kitabın çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.
Buradan çıktıktan sonra yine bölgede çok bilinen ve saygın bir aileden bir başka hanımefendinin (Dilek Mildon) önerisiyle Bolayır’da geçen yıl açılmış bir şarap üretim yerine gitmek üzere yola çıktık. Bolayır’a gelmişken Namık Kemal türbesini ve restore edilip müze haline getirilmiş tarihi hamamı gezdik. Bundan sonra Koruköy’de bulunan işletmeye gittik. Tam da Saroz körfezinin Trakya topraklarına birleştiği noktaya hakim bir alanda oldukça geniş bağların içinde çok hoş bir mekan yapmışlar, şarapları da yeni bir işletme olmasına karşılık oldukça iyiydi, asıl (aile aslen Antepliymiş) içli köftesi muhtemelen bu güne kadar dışarıda yediğim en güzel içli köfteydi. İçli köfte eşliğinde şarap tadımı yaptığımız andan itibaren günümüz çok neşeli, arabesk bir hal aldı.
Şarap tadımından sonra Gelibolu’ya geri döndük, hazır önünden geçerken gündüz gözüyle Mevlevihaneyi görelim diye durduk. Gelibolu Mevlevihanesi gerçekten butik bir binadır, 400 yıllık bir tarihi vardır ve dünyadaki en büyük Mevlevihane olarak bilinir. Tabii ki bölgedeki bütün sağlam binalar gibi burası da uzun süre askeri amaçlarla kullanılmıştır. Gerçekten görülmesi gereken bu bina genellikle kapalı olur. İyi ki önceden uğramışız, binayı gezdik, ama akşamki programın ani bir kararla iptal edildiğini öğrendik. O gece SMA hastası bir çocuk için yardım yemeği yapılacaktı, artık sebep o yemek miydi, başka bir şey miydi bilemiyorum. Ama bu ana kadar bir kültür turu olan gezimiz artık safi eğlence halini aldı.
Bu hüsrandan sonra limanda deniz üzerindeki lokantaya gittik. Emel hanım Türk Sanat Müziği icra edebilen ve bizim için tasavvuf eserleri de hazırlamış olan yerel müzik gurubu ayarlamıştı. Gençler gerçekten de isteğime uyarak 15-20 eserden oluşan tasavvuf konseri, ben de Mevlana’dan, Mevlevi semasının batıni anlamından dem vuran bir konuşma hazırlamıştım. Hepsi güme gitti.
Elbette ki konuşma filan yapmadım. Gurup da Türk müziğiyle başlayıp, istek parçalar, Romen havalarıyla devam etti. Biz ise vur patlasın çal oynasın balık masasının hakkını verdik. Salgından beri böyle eğlenmemiştim.
Bütün günün en olumsuz tarafı, bir günde karakış bastırmıştı, geçen hafta incecik gezerken, kabanlarla bile bir hayli üşüdük.
En olumlu taraf ise bu arkadaş ekibi giderek daha iyi kaynaşıyor. Bir de Gelibolu’da eskiden beri çok merak ettiğim Bahailik konusunda birinci elden bilgi edinebileceğim kaynakların olduğunu öğrendim. Hemen haber gönderdim, ben Akka’da Bahai bahçelerini gezmişim diye (yani Bahai hacısıyım). Önümüzdeki ay beni belli ki yeni bir Gelibolu seferi bekliyor.
Sonuç olarak sema gösterisi seyredip ruhumuzu dinlendirme niyetiyle evden çıktık, sema hariç her boyayı boyayıp döndük. Buna da new age jargonunda akışa uymak deniliyor galiba. Artık neyse ne, kasmaya hiç gerek yok ,vallahi çok iyi geldi.
Hiç bu kadar nizami içli köfte görmemiştim