Monthly Archives: Aralık 2022

GÖĞE BAKAN KOCA KARI 2023 OCAK

Ocak ayı neden yılın ilk ayı olarak kabul edilmiştir, ben asla anlayamadım. Çünkü ne herhangi bir gök olayına tekabül ediyor, ne de modern toplumun iş takvimine uygunluk gösteriyor. Örnek isterseniz, kış mevsimi göksel anlamda en uzun gece (21 Aralık civarında) başlar, yani Ocak ayı mevsim başlangıcı bile değil. Mesela eğitim yılı Eylül ayında başlıyor, Haziran’da bitiyor. Sadece mali yıl diye, para hesaplarının yapıldığı bir dönemdir ki, bu da tamamen uydurma bir takvim. Yılın bu zamanında yeni yıl kutlaması belki sadece upuzun gecelerden yeni çıkmış, soğuk havalarda canı sıkılan insanlara bir umut ışığı aşılamak için uygun olabilir, başka da bir anlam veremiyorum.

Hicri takvimde 1444 yılının Cemazielahir ayındayız, ayın 23’inde üç aylar; yani Recep ayı başlayacak, 26 Ocak günü de Regaip Kandilidir.

Ayın 14’ü; Kalandar günü, yani Karadeniz bölgesinde (eski bir Rum adeti olarak) yeni yılın ilk günüdür.

Bu ay, ayın dört evresi de hafta sonuna denk geliyor; ilk cumartesi dolunay (7) , ikinci hafta sonu Pazar günü ilk dördün(15), üçüncü hafta sonu cumartesi yeniay (21), son cumartesi ise son dördün (28). Dolunay Yengeç, Yeniay Kova burcunda gerçekleşecek.

Merkür Oğlak burcunda retroda, ayın 19’unda düz harekete geçecek, Marsın ikizlerdeki retrosu da ayın 13’ünde, Uranüs’ün boğadaki retrosu 23’ünde bitiyor.

Gökyüzü seyretmek isteyenler için, astronomik olarak önemli bazı olaylar; ayın 3’ünde; ay ve mars birbirine çok yakın, 22’sinde Venüs ve Satürn çok yakın, 26’sında ay ve Jüpiter yakın görünecekler, ayrıca 4’ünde dünya güneşe en yakın, 8’inde ay dünyaya en uzak, 21’inde ay dünyaya en yakın konumda olacak.

Güneş çevresindeki döngüsünü 5,5 yılda tamamlayan bir astreoidin neden olduğu Quadranit göktaşı yağmuru (çıkış noktası çoban ve ejderha takım yıldızlarının arası), 26 Aralık ile 16 Ocak arasında gözlenebilir, gözlem için en uygun olduğu zaman 3/4 Ocak gecesidir, ancak bu yıl o tarih dolunaya yakın olduğu için görmek pek mümkün olmayabilir.

Aralık ayının 22’sinde başlayan zemherir (erbain, karakış, yılın en soğuk 40 günü) Ocak ayının sonunda sona erer diye bilinir. Gerçekte ise mevsimler kaymaya devam ediyor, yılın en soğuk havaları Ocak, Şubat aylarında oluyor. Bu yıl Ocak ayının 8-10’u civarında Sibirya soğukları bekleniyor, bu soğukları ve karı yağışını dört gözle bekliyorum, yoksa bizi ciddi bir kuraklık dönemi bekliyor. Bu yıl Aralık ayının 20’si civarında mini bir kar serpintisi oldu, bu da beni kış mevsiminin, son 2 yılda gördüğümüz gibi gecikerek ilkbahara kaymayacağı ve vaktinde olacağı konusunda umutlandırdı. 

Gerçekten artık bu ay havaların kış gibi olması için dua ediyorum. İnşallah bol bol kar yağar. Yer altı sularının ve barajların dolması için kritik zamanlar.

Bahçe, toprak işleri için yılın en rahat aylarından biridir, benim açımdan bahçede yapılacak pek bir iş yok, kış sebzelerinden artık yavaş yavaş hasat almaya başlayacağım.

Balık yemek için en güzel aylardan biridir. Özellikle de soğuk su balıkları kış soğuklarını görünce iyice yağlanır. Karadeniz’de hamsi için kar suyu yemeden hamsinin tadı gelmez diye bir deyim bile vardır.

KUTLU DOĞUM HAFTASI, MİNİ HAYAT DERSLERİ

İnsanlık için küçük ama benim için büyük bir adım olan dünyaya teşrif etme günümü bu yıl ayrıca önemsiyorum, çünkü nihayet 65 oldum. Bundan sonra ben de orta yaşa girdim diyerek, haftanın bir gününü fiziksel dinlenmeme ayıracağım. Tevrat’taki 10 emrin biri de haftanın bir gününü dinlenmeye ayırmaktır, demek ki dinlenmek önemli. Bu sene kendime doğum günü değil, doğum haftası hediye ediyorum.

Ayın başında kendime bir kafa boşaltma-Lozan-Emre’yi ziyaret tatili hediye ettim.

Döndükten sonra da hemen her gün kendimi mutlu edecek bir şeyler yapıyorum. Bazı aktivitelerden gerçekçi sonuçlar çıkardım. Örnek olarak; ne kadar ders niteliğinde şarap tadımı yaparsam yapayım, benim bu alerjik nezleli burnumla; bu şarap yok kayısı kokuyor, yok toprak kokuyor, yok küflü mantar kokuyor gibi bir ayırım yapmam çok zor. Ama benim bu şarap iyi mi değil mi diye bardağı evirip çevirmeme, burnumu bardağın içine sokmama, tadım için bütün dilimi,gırtlağımı kullanmama gerek yok. Bunca çabaya rağmen anlayamadığım şarap kalitesini bedenim şıp diye anlıyor, kötü şarapta daha ilk yudumlarda başım ağrımaya başlıyor, iyi şarapta ise baş ağrısından eser yok, ne aynı gün ne de ertesi gün.

Yaptığım bunca profesyonel tadımdan en çok anladığım, şarabın hazırlanması gerçek bir sanattır, öyle evlerde bidonlara doldurularak şarap yapmak olacak iş değil. Anladığım bir başka şey de her üreticinin şarabı içilmez. Eğer böyle baş ağrıtan ama dökmeye de kıyamayacağınız bir şarap hediye aldıysanız sıcak şarap yapmakta fayda var. Galiba ısınan şarapta alkol, kükürt, histamin gibi maddeler azalıyor.

Çeşitli arkadaş meclislerine katılıyorum, sanırım bu memlekette yapmayı başardığım en doğru şey, arkadaş guruplarını birbirlerinden ayrı tutmak. Böylece birbirinden tamamen bağımsız konuların konuşulduğu ortamlarda bulunabiliyorum. Aldığım derslerden biri de bazı insanlar ne kadar başarılı olursa olsunlar, son derece hazırlıklı oldukları halde yeni bir adımı atmak için dışarıdan cesaretlendirilmeye ihtiyaç duyuyorlar. Tuhaf olan gerçekten donanımlı olanların desteğe ihtiyacı varken, hiçbir hazırlığı, yeteneği olmayanlar etten önce kazana düşebiliyorlar (Dunning-Kruger etkisi).

Bir başka ders de bir şeyi çok istersen, o fırsat hiç ummadığın anda hiç ummadığın yerde karşına çıkabiliyor. Hiç sebepsizmiş gibi ağzından çıkan bir söz tam da yerine ulaşıp, önüne yepyeni bir yol açabiliyor. Düşünce söze dökülünce eylem haline geliyor. Ağzından çıkana dikkat edeceksin.

Şeb-i Aruz günü, (17 Aralık) Gelibolu Mevlevihane’sinde, İstanbul’dan gelen bir ekibin düzenlediği Şeb-i Aruz mukabelesi vardı. Müzisyenler inanılmaz iyiydi, semazenler için aynı şeyi söyleyemesem de onların da gayretleri kayda değerdi. Tarihi bir mekanda böyle bir program;  o kadar soğuk ve gürültülü olmasaydı muhteşem olurdu. Hadi tarihi binanın ısıtılması pek mümkün olmayabilir, ama ya gürültü? Bizim insanımızın idrak seviyesi bazı konularda oldukça kısıtlı diye düşünüyorum, mevlevihanede yerler eski usul tahta kaplama, üzerinde yürümek, plastik koltuk çekiştirmek, kapıları bir çırpıda çekmek, akustiği oldukça iyi olan binada inanılmaz yankılı ve patlamalı gürültüye sebep oluyor. Be kardeşim, az önce biri koltuk çekerken duydun gacır gucur sesleri, peki sen niye daha da sert hareketlerle koltuk yerleştiriyorsun? Amacın ben daha yüksek ses çıkartırım yarışması mı? Adam orada mikrofonsuz, bazen çalgısız, bazen çalgılı, çıplak sesiyle dua okuyor, gazel söylüyor. Ney sesine tahta gümbürtüsü karıştırmak nedir?  Hadi dinleyiciden geçtim, müzisyenlerin emeğine saygıdan geçtim, duaya da mı saygın yok?

Beni ağır grip olup da, vaktinden bir ay önce tam da Şeb-i Yelda’da (en uzun geceler) doğurmayı başaran rahmetli anam, sana çok teşekkürler, her ne kadar zor bir pozisyonda da olsa, hayatta en çok yay burcu olmayı sevdim.  Ayrıca kimin doğum günü Şeb-i aruzun hemen ardından ve üzerinde yaşadığımız bu mavi yeşil gezegenin kuzey yarımküresindeki hemen her kadim toplumda, zamanımızda bayram olarak kutlanan, kış solstis(gündönümü)nün hemen öncesinde ki? Şimdilerde Hristiyan dünyasında Noel olan bu günler, kadim zamanlarda Cermen, İskandinav ve Kelt halkları arasında Yule Bayramı, Orta Asya Türk toplumunda Nardugan bayramı, Minthraism dininde Minthra’nın doğum günü olarak kutlanırdı. En uzun geceler arasında artık günün saniye, saniye uzamaya başlamasını da içeriyor, işte bu saniyelik uzamayı bilen kadim toplumlarda bir doğa bayramı olarak kutlanan bu günler günümüzün neopagan dinlerinde de yeniden canlandırılmıştır. Anadolu köylüleri de hala bu uzun gecelerin içinde gün ışığının artmaya başlamasının da gizli olduğu bilgisini çok içerden bir yerden biliyorlar.  Bu uzun geceler aslında kışın en soğuk günlerinin de başlangıcı, bundan sonra artık karakış.

Artık 65 yaşım bitti, artık kemale erdim, bundan sonra doğum günlerimi, kutlu doğum haftaları olarak idrak etmeye karar verdim.

YENİ YAŞIM İÇİN KENDİME BOLCA ÖZGÜRLÜK DUYGUSU HEDİYE ETTİM

Gençlik yıllarımızda hükümetlerin bu günkünden çok farklı para politikaları vardı. Yerli mallar özendirilir, bütün ekonomi, hayat Türk Lirası ile dönerdi. Biz yabancı paraları görsek tanımazdık, zaten bulundurmak da galiba suçtu, yurt dışına çıkarken ancak belli miktarda döviz ile çıkabiliyordun. Aslında hiç birimizde eğer siyasi sığınma istemiyorsan yurt dışına gitme gibi bir düşünce yoktu. Ben, ilk pasaportumu, Elazığ’da mecburi hizmet yaparken o da Kıbrıs’a (hayal gücü noksanlığına bak, sanki Kıbrıs yabancı memleketmiş gibi, zaten şimdi kimlikle gidiliyor) gitmek üzere çıkarttırmıştım. Yani 30 yaşımda elime pasaport aldım, o gezimiz bir arkadaşımızın engele takılması dolayısıyla iptal edildi. Pasaportumu yanılmıyorsam bundan 1-2 yıl sonra kullanabildim. İlk yurt dışı seyahatim, 1999 yılında büyük Karadeniz selinin hemen ardından ABD’lerine gitmek oldu. Şu işe bak ki burnumun dibindeki Kıbrıs’a gitmeden ta dünyanın öbür ucuna gittim. Gidiş o gidiş, bir daha zapt edilemedim. Kutuplar hariç bütün kıtalarda 60-70 ülkeyi bazen bir kongre nedeniyle, çokça da gezi amaçlı gezip durdum. O ilk pasaportun süresi dolduktan sonra zaten yeşil pasaport hakkı kazanmıştım, bu güne kadar bütün defterlerin hakkını verdim, dibine kadar giriş çıkış damgaları ile doldurdum.

Sadece bir kez pasaportumda bir sorun çıktığı için sayfaları henüz dolmadan erkenden değiştirdim. Hani pasaportların üzerinde numaralar oluyor ya, meğer aynı numarayı farklı renklerdeki pasaportlara verebiliyorlarmış, benim yeşil pasaportumun numarası ile aranan bir kişinin pasaport numarası aynı imiş. Önce Rusya seyahatinde problem çıktı, fakat gümrükteki görevli İngilizce konuşamadığı için beni neden beklettiğini de izah edemedi, hiç böyle bir problem olduğu aklıma gelmediği için aynı pasaportla İngiltere’ye gidince durumu öğrendim. İlginç olarak pasaportum her iki seyahatte de İstanbul’a uyarı vermedi. İşte sayfaları damgalarla dolmadan değişen ilk pasaportun hikayesi bu. Kullanılmadan ıskartaya çıkan ikinci pasaportun hikayesi ise malum Corona salgını. Hayatımda ilk defa pasaportunum süresi dolduktan 1,5 yıl sonra yeni pasaport için başvurdum.

İlk seyahati de Lozan’da yaşayan kuzenim Emre’ye yapmak istedim. Bu sefer de önüme tuhaf bir engel çıktı. Aylardan beri yeni pasaportları 10 yıllığına veriyorlarmış, fakat çip sorunu olduğu için başvuruların cevaplanması ayları buluyormuş, bazı arkadaşlarım 3 ayda yeni pasaport alabildiler. Ancak bana eğer acilen yurt dışına çıkıyorum diye bir dilekçe yazarsam daha erken alabileceğimi söylediler. Ben de 10 Ekimde başvurdum, 10 Kasımda Lozan’a gidiyorum diye de dilekçe yazdım. Fakat tam da sıralarda çip sorunu ortadan kalmış, benim pasaport 2 haftada çıktı, hemen birikmiş millerimle bir ödül bilet aldım, haydi bana eyvallah deyip gittim.

Bana sorsan 65 yaşına girmeden, yani Dünya Sağlık Teşkilatının tanımına göre gençlik süremin dolup, orta yaşa girmeden kendime doğum günü hediyesi vermek istedim. (DSÖ’nün bana garezi olduğundan kuşkulanıyorum, ben ne zaman orta yaşa yaklaşsam, hemen gençlik tanımını değiştiriyor, ancak bu sefer artık, böyle bir şey yapmadı. Ben de orta yaşlıyım dinlenmek istiyorum deme hakkına sahip olabilecek miyim bakalım. Hayatım boyunca hep dinlenebilme hakkına özendim çünkü.) Gamze’ye sorarsan, Lozan antlaşmasının iddia edilen gizli maddeleri ortay acıkmadan son son Lozan’ı bir daha göreyim deyip gitmişim.

Kaç yıldan beri köyden dışarı doğru dürüst çıkmadım, gerçi geçtiğimiz yaz bir hayli gezdim ve bir çok misafir de ağırladım, yani artık sosyal izolasyon hissetmiyorum, ama yurt dışına çıkmak tamamen kendimi normal hayatıma dönmüş hissettirdi. Emre’ye aman beni gezdirmek için kendini paralama, sadece kafa dinlemek istiyorum dedim. Çok gezmedik (Lozan, Montrö, Bern) , ama gittiğimiz bozulmamış tarihi şehirler, masalsı köyler, şatolar, oteller, köprüler, nehirler, muhteşem göl, eski binalardan restore edilmiş lokantalar, insan odaklı yönetimlerin hayata yansıması, tertemiz sokaklar, Noel pazarları, tam da zamanıyken taze mantar tezgahları, minyatür köpeklerini gezdiren ihtiyarlar, bebeğinin arabasını iterek koşan anneler, Emre’nin iş yerinde erken Noel kutlama partisi, konserler, abartısız kiliseler, inanılmaz villalarla dolu mahalleler, golf sahaları, yerleşim yerlerinin çevresindeki ormanlar, bir ağaç kesilecekse orman yollarının yayalara kapatılması, orman yollarında bile rögar kapakları, bir tane çöp atılmamış yollar, yürüyüş yollarında karşılaşınca selam veren insanlar, dolu olunca yeni araç almayan garajlar, Nadya’nın cam atölyesi, yılın ilk karı ve tabii bin bir çeşit peynir, ölüm geni taşımayan tohumlar…

Vallahi beynimin içi pırıl pırıl oldu.

En çok da –ebilmek, -abilmek yaradı.

Yani gidebilmek, yapabilmek.

Yani özgürlük.

Yani yay burcu.

Yani ben.

Emre ile Lozan antlaşmasının yapıldığı şatonun önünde

Show Buttons
Hide Buttons