Gençlik yıllarımızda hükümetlerin bu günkünden çok farklı para politikaları vardı. Yerli mallar özendirilir, bütün ekonomi, hayat Türk Lirası ile dönerdi. Biz yabancı paraları görsek tanımazdık, zaten bulundurmak da galiba suçtu, yurt dışına çıkarken ancak belli miktarda döviz ile çıkabiliyordun. Aslında hiç birimizde eğer siyasi sığınma istemiyorsan yurt dışına gitme gibi bir düşünce yoktu. Ben, ilk pasaportumu, Elazığ’da mecburi hizmet yaparken o da Kıbrıs’a (hayal gücü noksanlığına bak, sanki Kıbrıs yabancı memleketmiş gibi, zaten şimdi kimlikle gidiliyor) gitmek üzere çıkarttırmıştım. Yani 30 yaşımda elime pasaport aldım, o gezimiz bir arkadaşımızın engele takılması dolayısıyla iptal edildi. Pasaportumu yanılmıyorsam bundan 1-2 yıl sonra kullanabildim. İlk yurt dışı seyahatim, 1999 yılında büyük Karadeniz selinin hemen ardından ABD’lerine gitmek oldu. Şu işe bak ki burnumun dibindeki Kıbrıs’a gitmeden ta dünyanın öbür ucuna gittim. Gidiş o gidiş, bir daha zapt edilemedim. Kutuplar hariç bütün kıtalarda 60-70 ülkeyi bazen bir kongre nedeniyle, çokça da gezi amaçlı gezip durdum. O ilk pasaportun süresi dolduktan sonra zaten yeşil pasaport hakkı kazanmıştım, bu güne kadar bütün defterlerin hakkını verdim, dibine kadar giriş çıkış damgaları ile doldurdum.
Sadece bir kez pasaportumda bir sorun çıktığı için sayfaları henüz dolmadan erkenden değiştirdim. Hani pasaportların üzerinde numaralar oluyor ya, meğer aynı numarayı farklı renklerdeki pasaportlara verebiliyorlarmış, benim yeşil pasaportumun numarası ile aranan bir kişinin pasaport numarası aynı imiş. Önce Rusya seyahatinde problem çıktı, fakat gümrükteki görevli İngilizce konuşamadığı için beni neden beklettiğini de izah edemedi, hiç böyle bir problem olduğu aklıma gelmediği için aynı pasaportla İngiltere’ye gidince durumu öğrendim. İlginç olarak pasaportum her iki seyahatte de İstanbul’a uyarı vermedi. İşte sayfaları damgalarla dolmadan değişen ilk pasaportun hikayesi bu. Kullanılmadan ıskartaya çıkan ikinci pasaportun hikayesi ise malum Corona salgını. Hayatımda ilk defa pasaportunum süresi dolduktan 1,5 yıl sonra yeni pasaport için başvurdum.
İlk seyahati de Lozan’da yaşayan kuzenim Emre’ye yapmak istedim. Bu sefer de önüme tuhaf bir engel çıktı. Aylardan beri yeni pasaportları 10 yıllığına veriyorlarmış, fakat çip sorunu olduğu için başvuruların cevaplanması ayları buluyormuş, bazı arkadaşlarım 3 ayda yeni pasaport alabildiler. Ancak bana eğer acilen yurt dışına çıkıyorum diye bir dilekçe yazarsam daha erken alabileceğimi söylediler. Ben de 10 Ekimde başvurdum, 10 Kasımda Lozan’a gidiyorum diye de dilekçe yazdım. Fakat tam da sıralarda çip sorunu ortadan kalmış, benim pasaport 2 haftada çıktı, hemen birikmiş millerimle bir ödül bilet aldım, haydi bana eyvallah deyip gittim.
Bana sorsan 65 yaşına girmeden, yani Dünya Sağlık Teşkilatının tanımına göre gençlik süremin dolup, orta yaşa girmeden kendime doğum günü hediyesi vermek istedim. (DSÖ’nün bana garezi olduğundan kuşkulanıyorum, ben ne zaman orta yaşa yaklaşsam, hemen gençlik tanımını değiştiriyor, ancak bu sefer artık, böyle bir şey yapmadı. Ben de orta yaşlıyım dinlenmek istiyorum deme hakkına sahip olabilecek miyim bakalım. Hayatım boyunca hep dinlenebilme hakkına özendim çünkü.) Gamze’ye sorarsan, Lozan antlaşmasının iddia edilen gizli maddeleri ortay acıkmadan son son Lozan’ı bir daha göreyim deyip gitmişim.
Kaç yıldan beri köyden dışarı doğru dürüst çıkmadım, gerçi geçtiğimiz yaz bir hayli gezdim ve bir çok misafir de ağırladım, yani artık sosyal izolasyon hissetmiyorum, ama yurt dışına çıkmak tamamen kendimi normal hayatıma dönmüş hissettirdi. Emre’ye aman beni gezdirmek için kendini paralama, sadece kafa dinlemek istiyorum dedim. Çok gezmedik (Lozan, Montrö, Bern) , ama gittiğimiz bozulmamış tarihi şehirler, masalsı köyler, şatolar, oteller, köprüler, nehirler, muhteşem göl, eski binalardan restore edilmiş lokantalar, insan odaklı yönetimlerin hayata yansıması, tertemiz sokaklar, Noel pazarları, tam da zamanıyken taze mantar tezgahları, minyatür köpeklerini gezdiren ihtiyarlar, bebeğinin arabasını iterek koşan anneler, Emre’nin iş yerinde erken Noel kutlama partisi, konserler, abartısız kiliseler, inanılmaz villalarla dolu mahalleler, golf sahaları, yerleşim yerlerinin çevresindeki ormanlar, bir ağaç kesilecekse orman yollarının yayalara kapatılması, orman yollarında bile rögar kapakları, bir tane çöp atılmamış yollar, yürüyüş yollarında karşılaşınca selam veren insanlar, dolu olunca yeni araç almayan garajlar, Nadya’nın cam atölyesi, yılın ilk karı ve tabii bin bir çeşit peynir, ölüm geni taşımayan tohumlar…
Vallahi beynimin içi pırıl pırıl oldu.
En çok da –ebilmek, -abilmek yaradı.
Yani gidebilmek, yapabilmek.
Yani özgürlük.
Yani yay burcu.
Yani ben.